Klasiktir, romanlar aslında bir karakterin yolculuğunu anlatır, bu karakterler bazen birden fazla olabilirken bazen de romandaki tüm karakterler bir karakterin yolculuğu için hizmet ederler. Bazı romanlar ise doğrudan yolculuk hikâyesidir, yolculukta karakterin pişmesini okurken okur da bir yandan pişer, onun dönüşümü okurda yeni pencereler açar.
İlk eserler, ilk romanlar genelde zayıf olmalarıyla meşhurdur. Hatta ilk eserini, ilk eserlerini toplatan yazar sayısı hiç de az değildir. Ancak yazar ustaysa onun genelde ilk eseri de gayet ustaca olur, teknik açıdan da kurgunun işlenişi açısından da eğer bildirilmezse okur ilk eser olduğunu anlamaz bile.
Olga Togarczuk’un, Neşe Taluy Yüce çevirisiyle Timaş Yayınları etiketiyle çıkan Kitap’ın Yolcuları adlı romanı hem yazarın ustaca ele aldığı ilk romanı hem de doğrudan bir yolculuk romanı; dört karakterin (ki birisi köpek) çıktığı yolculuk okurda felsefi ve mistik bir dönüşüme şahitlik etme imkânı sağlıyor.
1685 yılında yaşlı, yolculuğun lideri Markiz, yardımcısı Gaucher ve dilsiz ve sezgileriyle öne çıkan metres Veronica Tanrı tarafından yazıldığına ve içinde bütün hakikatleri barındırdığına inanılan Kitap’ı bulmak için yola çıkarlar. Bu yolculuk onların zihinlerinde yeni pencereler açar, kalplerini değiştirirken okur da bu değişimlerden payını alır.
Aslında romanın ana temalarından ve vermek istediği asıl mesajlardan biri bilginin aktarılamazlığı, hakikati anlamada insanın yetersiz kalışı ve hakikatin dile getirilerek anlatılamaz hüviyete sahip oluşudur. Benim de bir okur olarak asıl ilgimi çeken nokta burası oldu.
Hakikat, biriciktir fakat herkes için özneldir de aynı zamanda, hakikatin biricik olması aynı zamanda her insan için de biricik olması anlamına gelir. Yani şöyledir: Her insan kendine özel ve ait bir hayat deneyiminden geçer, bulunduğu noktaya onu o hayat deneyimi getirir, başkaları bırakın eşlik etmeyi o deneyime şahitlik bile edemez, insanlar birbirinin hayatından sadece anlara, belli ve az sahneye şahitlik etmektedir, böyle olunca da herkesin hakikatten alacağı pay, akli ve kalbi durumu kadardır, akli ve kalbi durumuna bağlıdır.
İnsan hakikate ulaştığında hakikati eline alamaz, hakikat ona kendini açar ve insan ne kadar bir seviyedeyse o kadar duyabilir hakikatin sesini, hakikatin açtığı hikmetleri ancak o kadar idrak edebilir.
Bu aşama ise aslında en önemsiz olan aşamadır. Asıl mevzu bu aşamaya gelene kadar geçilen aşamalardır, yani yolculuktur. Yolculuğu romanda doğrudan bir yolculuk olarak ele almış olsak da aslında yolculuk doğumla başlar, kişi yolculuğa çıkmaya karar verdiğinde halihazırda zaten bir yolculuktadır. O nedenle de varış noktası ulaşılan/ulaşılacak amaç değildir fakat yolcu bu gerçeğe varış noktasına ulaştığında varabilir.
Romanda da karakterlerimiz yolculuğu “tamamladıklarında” somut olarak umduklarını bulamazlar aslında fakat hayal kırıklıkları da yaşamazlar çünkü oraya gelene kadar geçen sürede umduklarının onlara azar azar verildiği gerçeğini keşfederler ve bu keşif, ulaşılacak amaca haiz olunduğunun delili olur.
“Gauche bütün bu hikâyede önemli bir kişi değil. Tıpkı burada yer alan diğer karakterler gibi. Aslında hikâyenin kendisi de önemli değil. Çünkü amaçlanan hedefe ulaşılamamış bir hikâye bu, dolayısıyla o hedefe giden yol da anlamını yitirmiş durumda. Denemeler değil, yalnızca başarı hatırlanır. İşte tam da bu noktada, bu yolculuğun anlatımını mazur gösterecek bir şey söylemek istiyor insan. Kitap, Gauche’un bıraktığı yerde duruyor hâlâ. Bu yüzden, bir gün birinin onu bulup dünyaya getirmesi her zaman mümkün, işte o zaman yazacak hiçbir şey kalmayacak.”
Yazacak bir şeyin kalması, yolculuğun bitimsiz olmasına bağlıdır. Yolculuk baki olduğundan da yazacak bir şey her zaman vardır. Yaşlı Markiz’in uzandığı yerden gökyüzüne bakması, üzerine kar yağması ve çocuğun gelip en büyük elmayı eline koyması; yolculuğun varış noktasının insanı en başa döndürmesine dair bir işaret değil midir? Ve de yolculuğun bitmediğine, bitmeyeceğine?

















