
Deniz Eldam’ın ikinci öykü kitabı “Gözlerin Karanlığa Alışınca” dan bahsetmeden evvel, Notos Kitap’ın yayınevleri arasında kapak tasarımı ve ayraçlarıyla çok ayrı bir yerde olduğunu belirtmek istiyorum. İtalyan tasarımcı Virginia Elena Patrone’nin hassasiyetli tavrını-kitaptaki öykülerlerle beraber Eldam’ın daha önceki kitabıyla da ilgilenmesi ve eserin, dolayısıyla yazarın yolculuğuna da uygun bir çizgiye ulaşmak istemesi- elbette burada anmak icap ediyor. Bütün bu emeğin, gözlerimizin bilhassa telifsizliğinden ötürü Sait Faik’e Teoman pozu verdirilen kapaklara bile neredeyse alıştığı bir zamanda, raflarda yalnızca dikkat çekmek için olmadığını bilmek güzel. Alın teri gibi parlıyor kitaplar.
Öykümüzün büyük ustası Cemil Kavukçu “öykünün bir kediye benzediğini” ifade ederek, “Onu sevmek/yazmak için kovalarsanız kaçar. Ama o kendini sevdirmek/yazdırmak isterse gelir sizi bulur ve sevdirir/yazdırır” der. Bu muazzam tarifi serlevha olarak aldığımızda, Eldam için de o kediyi sabırla bekleyen yazarlardan biridir diyebiliriz. Çünkü Gözlerin Karanlığa Alışınca, öykünün tekniğine dair de düşündüren, satır aralarında da bu sabrı görebildiğimiz öykülerden oluşuyor hiç şüphesiz.
Bir temada toplanması güç-ve elbette zorunlu olmayan-bir öykü seçkisiyle karşılaşıyoruz kitapta. Bunu yalnızca birkaç öykü ismiyle de anlamak mümkün: Kırmızı Orman Karıncası Formica Rufa, E Eşittir Em Ce Kare, Uterus Dentata, J’adoube… İşte bu anda kitabın ismi bir ışık yakıyor zihnimizde ve karanlığa alışmış(burada “alışmak” kelimesi Anadolu’da ateşin hafif hafif alev alması anlamına gelen “alışmak” üzerinden de okunabilir zira bir alışkanlıkla beraber alev alev iç yanışları da okuyoruz) gözlerin izini sürmek aklımıza düşüyor. Kitabın kendini hemen ele vermemesi, böyle bir iz sürümüne alan açması da edebi zevki artırıyor haliyle.
Örneğin “Havva’nın Nesi Var?” adlı öyküde “Çünkü o kocası gelmeden yedi” cümlesiyle birbirini görmeyen hatta birbirini görmek istemeyen çifti, “Karda Ayak İzleri” adlı öyküde “Tabaka gittikçe kalınlaşıyor” cümlesiyle çiftler arasındaki derinleşen körlüğü, “Artık Hamile Olmadığı O Gün” adlı öyküde “Mermer cinsine ve mezar modeline karar verebilidiniz mi?” cümlesiyle bir yas’a saygısızlıkla kapanan gözleri, “Peki Ya Bu Havva’nın Nesi Var?” adlı öyküde “Şuncacık şey… ama zehir işte” cümlesiyle de görmezden gelinen ufacık problemlere(!) vurguyu görüyoruz. Gözlerin karanlığa alışması böylelikle kıvam buluyor, ne güzel.
Kitaptaki öykülerin bir olumlu tarafı da, öykülerde cereyan eden olayların nesnede de kendine vücüt bulması. Örneğin “Listeler, Benji ve Değişmek Üzere Olan Şeyler” adlı öyküde evli çiftin maddi sıkıntıdan çıkmak adına evlere boya yapma fikrinde mutabık kalmalarının ardından, hazırladıkları listeyi yine bir faturanın arkasına yazmaları, “Peki Ya Bu Havva’nın Nesi Var?” adlı öyküde, karakterler arasındaki gerilim arttıkça, kadının bıçakla doğradığı tavuğa daha bir şiddetle yaklaşması, öykülerin kuvvetini de artırıyor.
Bununla beraber, “E Eşittir Em Ce Kare” öyküsünde, sağlık problemleri nedeniyle “annesi ve eşinin kütlesel varlığı arasında kalan” bir erkeğin ancak ışık hızında olması durumunda çare olacağı gerçeğinin metnin içinde sıklıkla “kütle” kelimesinin tekrarlanmasıyla verilmesi, başlığı da düşündüğümüzde okurun gözüne fazlaca sokuluyor diyebiliriz. Bu öykünün başlıktan ve “kütle” kelimesinden, daha doğrusu fizikten arındılmış halini okumak, daha keyifli olabilirdi. Ayrıca yine bu öyküde “Karım pişman. ‘Yani dedi i’yi uzatarak, ‘çok sonra. Çok çok sonra. Allah geçinden versin, diye ekledi” cümlesinde, vurgunun “i” değil de “a” harfinde olması gerekir diye düşünüyorum. Zira öyküde bahsedilen “pot kırmama vurgusu” genelde “a” harfinin ya da her iki sesli harfin uzatılmasıyla olur.
Yine “Amcamın Domuzu” adlı öyküde kurban bayramı namazıyla açılan hadiseler silsilesinin devamında amcanın “Bugün senden bize rahat yok anlaşılan. Şimdi niye geldin. İkindi için mi.” cümlesine kadar geçen fiziki zamanın, aynı günün bayram namazıyla ikindi namazı arasında geçecek kadar olmadığı kanaatindeyim. Amcanın namaz vakitlerini bilmediğinin vurgusu olarak düşünülse dahi, öyküdeki diğer karakterlerden ve vaziyetlerden böylesi bir izlenim de alamıyoruz.
Kitabın bence zirve öyküsü “Peki Ya Bu Havva’nın Nesi Var?” adlı öykü. Atmosferiyle ve “Şuncacık şey… ama zehir işte” cümlesiyle, akıllara hemen Kazuo Ishiguro “Bir Aile Yemeği”[1] adlı öyküsünü getirmesi ve o öyküdeki “Zehir, balığın cinsiyet bezelerinde, iki tane patlamaya hazır kesecik içinde bulunur. Balığı temizlerken bu kesecikler dikkatle ayrılmalıdır, çünkü en ufak bir sakarlık zehrin damarlara sızmasına neden olur” şeklinde belirtilen vaziyete “Safrakesesine dikkat et diye bağırdı adam, patlarsa bütün yemeği mahveder. Bak işte orada karaciğerin hemen altında . Şu yeşilimsi, baloncuk gibi duran kesecik. ” cümlesiyle verdiği selam, çok hoş. Ayrıca Eldam’ın yalnızca bu selamla yetinmesi, kendi öyküsünü daha net ve başka bir kulvarda ilerletmesi de ayrıca kıymetli.
Gözlerin Karanlığa Alışınca’yı beğenen okurlar, Valeria Tentoni’nin Elmas Öfke adlı kitabındaki öyküleri de beğenecektir.
Deniz Eldam’ın içine okurun ışığını davet eden kendine has öykü evreninin genişlemesi dileğiyle. Oku, okut, okur.
[1] Okuma bağlantısı: https://oggito.com/icerikler/kazuo-ishiguro-bir-aile-yemegi/26641






![Ağaç Gölgesi ya da Kim Silecek Masum Kanın Çıkmaz Lekesini?[1] | Mehmet Eren](https://www.edebiyathaber.net/wp-content/uploads/2025/12/images-15-150x150.jpg)











