“Yazmayı Nasıl Öğrendiler?” Adnan Özyalçıner ve Sennur Sezer’in Kaleminden Yazar Biyografileri  | Hülya Soyşekerci

Aralık 19, 2025

“Yazmayı Nasıl Öğrendiler?” Adnan Özyalçıner ve Sennur Sezer’in Kaleminden Yazar Biyografileri  | Hülya Soyşekerci

Gençler için yazılan biyografi kitapları, onların sanat, yazın ve dil gelişimlerine önemli katkılar sağlayan; önlerine yepyeni ufuklar açan birer yaşam rehberidir.   

Gençlere ve her yaş grubundan okurlara seslenen iki güzel biyografi örneği var elimde. Adnan Özyalçıner’in yazdığı Sabahattin Ali Yazmayı Nasıl Öğrendi? ve Sennur Sezer’in kaleme aldığı Nezihe Meriç Yazmayı Nasıl Öğrendi? adlı bu kitaplar, geçtiğimiz Kasım ayında yayımlanarak okurların ilgisine sunulmuştu.

Her iki kitabın asıl hedefinin, Sabahattin Ali ve Nezihe Meriç gibi edebiyat tarihimizde saygın yeri olan nitelikli yazarların yazma serüvenlerine ışık tutarak, edebiyata ilgi duyan ve yazmaya heves eden gençlere bir yol göstermek; onlara, yazma eyleminde başarılı ve kalıcı olmanın ipuçlarını sezdirmek olduğunu söyleyebiliriz.

Adnan Özyalçıner’in kaleminden okuduğumuz Sabahattin Ali biyografisinin, öncelikle kapsamlı bir araştırmaya dayandığını vurgulamalıyım. Pek çok inceleme kitabını, anı ve mektupları, anekdotları, Sabahattin Ali’nin arkadaş ve yakınlarının tanıklıklarını araştıran, daha önce Sabahattin Ali hakkında yazılanları tarayan Özyalçıner, derlediği bilgileri akıcı bir öyküleme yöntemiyle genç okura sunuyor.

Adnan Özyalçıner, dilde yalın, duru, açık, anlaşılır olmaya özen gösteriyor ve Sabahattin Ali’nin yaşamöyküsünü canlı bir üslupla dile getiriyor. Sabahattin Ali’nin doğumu, aile ortamı, çocukluğu, öğrenim gördüğü okullar, arkadaş çevresi, kişiliği ve okuma tutkusu üzerinde duruyor. Sabahattin Ali’nin hayatının çocukluk ve gençlik evresine yoğunlaşmaya özen gösteriyor.

Adnan Özyalçıner, bu kitabında bir yazarı yaratan tarihsel, toplumsal ve bireysel dinamikleri gösteriyor. Okudukça, ülkemizde 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, zorlu savaş koşullarında çocukluk ve ilk gençliğini yaşayan Sabahattin Ali’nin, yazar olma yolunda adım adım ilerleyişini izliyoruz. Onun bir yazar olarak nasıl çıkış yaptığına, nasıl bir ortamda varlığını kanıtladığına, yazma süreçlerinin nasıl oluştuğuna ve yazmak/yayımlatmak eylemi içinde ne gibi zorluklarla karşılaştığına yakından tanık oluyoruz. 

Adnan Özyalçıner, özellikle Sabahattin Ali’nin çocukluk ve gençliğindeki okuma tutkusu üzerinde duruyor; dikkatli bir okur olmadan kolay kolay yazar olunamayacağının altını çiziyor verdiği örneklerle. Sabahattin Ali’nin yaşamından kesitleri, yazdığı öykülerdeki sahnelerle paralellik kurarak işleyen Adnan Özyalçıner, yazarın yaşamının, yapıtlarında ne gibi izler bıraktığını da incelikle gösteriyor.

Sabahattin Ali’nin çocukluk arkadaşlarının tanıklıklarını ayrıca bize naklediyor. Bir çocukluk arkadaşı, onun okulda ya da mahalledeki çocuk oyunlarına katılmadığını, bir köşede arkadaşlarını izlediğini ya da eve girip kitap okuduğunu, resim yaptığını, bazen arkadaşlarına tahtadan oyuncaklar hazırladığını anlatıyor.

İlkokula İstanbul’da başladıktan sonra Birinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiğini, babasının subay olması nedeniyle ailece Çanakkale’ye taşınmalarını, ilkokulu burada sürdürdüğünü okuruz sayfalar ilerledikçe. Savaş bitiminde, babasının ordudan ayrılıp emekli oluşuyla Çanakkale’den İzmir’e, oradan Edremit’e taşınırlar. Çok sayıda okul değiştirmesine rağmen Sabahattin başarılı bir öğrencidir. Bir arkadaşının belirttiğine göre “Sessiz, sokulgan olmayan, içine kapanık bir çocuk olmasına rağmen son derece zeki ve çalışkandı. Öğretmenin gelmediği zamanlar, arkadaşlarına dersi o anlatırdı.” (s.13)

Sabahattin Ali’nin erken yaşlardan itibaren başlayan kitap okuma tutkusu çok önemlidir. Dayısının ona güzel kitaplar getirdiğini, okuma meraklısı Sabahattin’in bu kitapları evde ya da babasının çevre pazarlara gittiği günlerde dükkânı beklerken okuduğunu, kitaba dalıp dükkândaki işleri aksattığı için ara sıra babasından azar işittiğini de okuruz. Sabahattin Ali’nin hikâyeci oluşunda babasının payı olduğunu öğreniriz ayrıca. Babası, onun yazdığı kısa kompozisyonları dikkatle okur. “Sözü dolandırmadan ve yalan katmadan, gerçeği olduğu gibi yazmalısın.” şeklindeki sözleriyle Sabahattin Ali’yi etkileyen ilk kişi babasıdır.

Sabahattin Ali daha sonra Balıkesir Öğretmen Okulu’na başlar, orada arkadaşlarıyla birlikte bir gazete çıkarır. Şiir, hikâye ve düzyazılarını ilk kez bu gazetede yayımlar. “Okul gazetesi dışında Yeni Yol dergisine yazılar gönderir. Anı defteri tutar, bol bol okur. Fırsat buldukça sinemaya, tiyatroya gider.” (s.15) Bir okul arkadaşının tanıklığından öğrendiğimize göre, Sabahattin’in, ilk ürünü “Horoz Mehmet” adlı bir hikâyedir. Edebiyat öğretmeni Gazali Bey bu hikâyeyi çok beğenir ve Sabahattin’i yazma konusunda yüreklendirir.

Hikâyeleri şiirler izler. Sıra arkadaşının tanıklığına göre, mert, zeki, dürüst, ince ruhlu, onurlu bir arkadaştır Sabahattin. Öğretmenlerini dikkatle dinlediği için fazla ders çalışmadan başarılı olur okul yaşamında. Bu sıralarda çok sevdiği babasını ebediyen kaybeden Sabahattin, “Babam İçin” adlı şiirini derin bir acıyla yazar. Servet-i Fünun, Güneş, Irmak, Hayat, Meşale gibi, dönemin önemli dergilerinde şiirleri, yazıları ve hikâyeleriyle yer almaya başlayan Sabahattin Ali, Akbaba dergisinde mizah hikâyelerini yayımlar.

Sabahattin Ali, ailesine düşkün bir insandır. Babası ölünce aile sorumluluğunu ve annesine aylık göndermeyi kendisi üstlenir. 1927’de İstanbul Öğretmen Okulu’ndan mezun olur ve Yozgat Devlet Hastanesi’nde başhekim olan dayısının önayak olmasıyla Yozgat Cumhuriyet Mektebi’ne atanır. Sabahattin Ali, Anadolu gerçeğiyle ilk kez burada yüz yüze gelecek ve hikâyelerinde Anadolu insanın bütün dertlerini, çilesini, yoksulluğunu gerçekçi bir biçimde işlemeye başlayacaktır. Yazarın Anadolu’daki yaşamının, yazdığı hikâyelere yansıması, gözlemlerinin birer hikâyeye dönüşmesi süreci Adnan Özyalçıner tarafından ayrıntılarıyla işlenir.

Sonra Almanya yılları gelecektir. 1928’de Sabahattin Ali, Millî Eğitim Bakanlığı tarafından açılan sınavı kazanarak Almanya’ya gönderilir. Orada bol bol okumaya, Almanca öğrenmeye, ufkunu genişletmeye özen gösterir. Daha sonra yazacağı “Kürk Mantolu Madonna” romanında oradaki yaşantılarının yansımaları yer alacaktır. Sabahattin Ali’nin yabancı dil öğrenme tutkusu, o dönemdeki bir öğrenci arkadaşı tarafından şöyle dile getirilir: “Koltuğunun altında her zaman kitaplar vardı ve çoğu defa kalın bir sözlük. Daha Almancayı adamakıllı sökmeden, Alman edebiyatı ve dolaylı yoldan yani Almanca üzerinden Rus edebiyatına dalmıştı.  Durmadan okuyordu… Almancasını, dünyanın en büyük yazarlarının güzel dili ile besleyerek, bu kısa süre içinde inanılmayacak kadar ilerletmişti.” (s.24) Sabahattin Ali’nin okuduğu yazarlar arasında Turgenyev başta olmak üzere diğer Rus yazarları ve özellikle Maksim Gorki yer alıyordu. Alman romantik yazarlarını da ilgiyle okuyor, mesela Heinrich von Kleist’e çok önem veriyordu. İlk dönem öykülerinde Alman romantiklerinin etkileri görülse de Sabahattin Ali bir süre sonra gerçekçiliğe ve toplum sorunlarını dile getirmeye yönelecektir.

Yirmi üç yaşındayken Türkiye’ye dönen Sabahattin Ali, Aydın Ortaokulu Almanca öğretmenliğine atanır.  1931’de eleştirel düşünceleri nedeniyle tutuklandıktan kısa bir süre sonra aklanır. Daha sonra Konya Ortaokulu’nda Almanca öğretmeni olarak görev alır. Burada dar bir çevre içinde kalan Sabahattin Ali, arkadaş toplantılarında okuduğu bir şiir nedeniyle iftiraya uğrar, yargılanır ve bir yıllık hapis cezası alır. Özellikle Sinop cezaevi döneminde, yaşadığı coğrafyadan esinler almayı; şiir ve hikâyeler yazmayı sürdürür.

Bundan sonraki yaşamı şiirler, hikâyeler, romanlar, makaleler, fıkralar yazmakla, mizahla uğraşmakla, zaman zaman yoğun baskılar altında kalmakla geçecektir. Adnan Özyalçıner, yazarın öykülerindeki yaşam izlerini bütün canlılığıyla gösterir bize.

Şiirlerindeki yalınlık ve içtenlik ayrı bir güzelliktedir. “Dağlar ve Rüzgâr” adlı ilk şiir kitabı 1934’te yayımlanır. Farklı okullarda öğretmenliğe devam eder, Ankara Devlet Konservatuarı’nda Almanca öğretmeni olarak görev alır. 1939’da “İçimizdeki Şeytan” romanını Ulus gazetesinde yayımlamaya başlar. Gazetedeki arkadaşlarının belirttiğine göre, çevresine aldırış etmeden gayet seri bir şekilde çalışan ve yazan bir insandır. Güler yüzlü, şakacı, konuşkan bir insan olarak dikkat çeker. Sabahattin Ali durmaksızın çalışır, çeviriler yapar, ayrıca doğayı ve yürüyüşleri sever. Başka bir tutkusu da fotoğraf çekmek olan Sabahattin Ali’den pek çok fotoğraf kalır geriye. Görünüş olarak “dalgalı saçlı, tombulca yüzlü, altın çerçeveli gözlüklü, ağzından piposu düşmeyen, şık giyinen, ufak tefek, sözünü esirgemeyen, esprili bir adamdı.” (s.36) diye yazıyor Adnan Özyalçıner.

Eşi Aliye Hanım’a ve kızı Filiz’e çok değer verir Sabahattin Ali. Kızının, Sabahattin  Ali’ye dair anılarını yazdığı “Filiz Hiç Üzülmesin” adlı anı kitabı, belge niteliği taşır. Kırları, dağları, özgürlüğü seven Sabahattin Ali, bir şiirinde “Benim meskenim dağlardır” der. Adnan Özyalçıner’in belirttiğine göre “Safsata” adlı öyküsünde, çıktığı bir dağ gezisi, bir güzelleme olarak belirecektir.

1945’te Bakanlık emrine alınır, konservatuardaki işinden olur.  Bunun üzerine, mizah dergilerinde yazmaya başlayan, o dergilerin sorumluluğunu üstlenen Sabahattin Ali, “Sırça Köşk”ü de bu dönemde yazar. Rıfat Ilgaz’ın anlattığına göre, öykü yazmaya karar verdiği an, yeşil mürekkepli dolmakalemini çıkarır, iki saat kadar hiç konuşmadan yazar ve metnini tamamlardı.

Yazarın yaşamının son evresi ve o müthiş trajedisi ilerleyen sayfalarda dile getirilir. Adnan Özyalçıner, yazarın 41 yıllık ömründe yazdığı yapıtların tümünün adlarını belirtir ve onu “Gerçeğin Yazarı” olarak nitelendirir. Sabahattin Ali’nin, “çağdaşı, bir yıl farkla yaşdaşı olduğu Sait Faik gibi çağdaş öykülüğümüzü kuran baş ustalardan biri olduğunu” vurgular.

“Anadolu yaşamından kaynaklanan öykülerinde gerçekçi bir tutumla, ezilen insanların acılarını, eşitsizlikler, adaletsizlikler karşısındaki durumlarını, yoksulluk ve yoksunluklar içinde bırakılışlarını anlattığını” belirten Özyalçıner, onun “kentten çok, bir köy ve kasaba öykücüsü olarak ortaya çıktığını” ifade eder. Sabahattin Ali’nin, çevreye dışarıdan bakmadığını, o çevrenin içinde yaşayarak olayları ve kişileri izleyip eleştirdiğini dile getirir. “Böylece öykücülüğümüzde gözleme dayanan gerçekçilik yerine eleştirel gerçekçiliğin, dahası toplumcu gerçekçiliğin öncüsü olmuştur.” (s.51) sözleriyle Sabahattin Ali’nin öyküdeki gerçekçi çizgisini netleştirir. Onun öykülerinde güçlü doğa tasvirleri ve gülmecenin önemli yeri olduğunu belirten Adnan Özyalçıner sözlerine şöyle devam eder: “Amacı güldürmek değil, içeriği daha iyi belirterek okuru daha çok etkilemektir.” (s.51)

Sabahattin Ali’den öykü örnekleri veren Adnan Özyalçıner, o öyküleri özetleyerek inceleme odağına alır, onlar hakkında okura genel bir fikir verir. Yazarın, Anadolu insanının yazgısını “Kazlar” öyküsünde, Ağa-devlet-köylü çelişkisini “Kağnı” öyküsünde, emekçi çocukları “Apartman”da, çocuklar arasındaki zengin-yoksul ayrımında büyüklerin olumsuz rolünü “Arabalar Beş Kuruşa” adlı öyküde nasıl işlediğini anlatır.

Sabahattin Ali’nin işçi öykülerinin de olduğunu belirterek, bu bağlamda, “Bir Gemici Hikâyesi” ve “Mehtaplı Bir Gece” öykülerinin konularından söz eder. Sabahattin Ali’nin hiciv, ironi ve mizaha yer verdiği “Bahtiyar Köpek” öyküsünden ve “Sırça Köşk” adlı yapıtından söz eder. Adnan Özyalçıner, yazarın romancılığı üzerinde de durur. “Kuyucaklı Yusuf”, “İçimizdeki Şeytan”, “Kürk Mantolu Madonna” adlı romanlarının konusunu, kişilerinin özelliklerini ve içeriğini belirtir ve böylece bu yapıtlar hakkında okurda genel bir izlenim uyandırmayı amaçlar. 

Sennur Sezer’in kaleme aldığı Nezihe Meriç Yazmayı Nasıl Öğrendi? adlı kitaba gelecek olursak, bir okur olarak ben, bir kadın yazarın bir kadın yazarı nasıl anlattığını, onun yaşamöyküsünü ve yazarlığa adım atmasındaki etkenleri nasıl dile getirdiğini merak ederek hemen okumaya başladım. İlgiyle ve keyifle okunan bir kitaba imzasını atmış Sennur Sezer. O da Adnan Özyalçıner gibi, odağa aldığı yazarın çocukluğundan, aile çevresinden, gittiği okullardan, çocukluktaki ilgi ve meraklarından, kişiliğinin yavaş yavaş nasıl şekillendiğinden söz ediyor.

Sennur Sezer de akıcı ve güzel bir dille yazıyor Nezihe Meriç’in yaşamöyküsünü. Sayfalar arasında gezinirken, Nezihe Meriç’in, çocukluğunda, babasının görevi dolayısıyla sık sık şehir değiştirdiklerini, neredeyse bütün Anadolu’yu dolaştıklarını öğreniriz. Babası, Cumhuriyet’in ilk yıllarının çağdaş, dürüst, başarılı bir karayolu mühendisidir. Babasının her tayininde, Anadolu’nun başka bir şehrine gitmek üzere ailece eşyaları nasıl süratle toparladıklarını, sandıklara, denklere yerleştirdiklerini ve bir kamyona yükleyip yola koyulduklarını anlatır Nezihe Meriç.  Babasının üç sandığının çok değerli olduğunu; birinde kitaplarının, diğerinde çeşitli saz ve müzik aletlerinin, bir diğerinde ise tablolar, resim sehpaları, boya kutuları gibi malzemelerin yer aldığını söyler.

Renkli bir aile yaşamı vardır Nezihe Meriç’in. Cumhuriyet’in ilk döneminin bütün heyecanını yaşarlar. Gittikleri her yere uyum sağlamayı başaran küçük Nezihe, hareketli, meraklı bir çocuktur. Sabahtan akşama kadar sokaklarda oyun oynamayı ve hayatı keşfetmeyi sever. Dizleri yaralı, üstü başı toz toprak içinde eve döner. Eve gelir gelmez giysilerini değiştiren, tepeden tırnağa yıkanmayı alışkanlık haline getiren Nezihe Meriç, büyüdüğünde bu huyunun aşırı bir titizliğe dönüştüğünü anlatır. Titizliğine dair anlattıkları gerçekten şaşırtıcıdır; Nezihe Meriç tam anlamıyla bir temizlik tutkusuyla yaşar. Yaşamı boyunca sürecek olan bu temizlik tutkusu, gezilere çıktığında, ilginçtir ki birdenbire yok olur; ancak Nezihe Meriç eve girdiği andan itibaren titizliği yeniden başlar.

Aile çevresini yine Nezihe Meriç’in anlattıklarından öğreniriz. Annesi çok çalışkan, hamarat bir kadındır. Hamur açmayı da bilir, evde sucuk yapmayı da. Ayrıca kanun ve ut çalmayı bilen annesi, ev ortamında israftan hoşlanmaz, her zaman tutumludur.  Babası “aklına eseni yapan, hesabını bilmeyen, ama çevresinin değer vermesi nedeniyle hiç işsiz ve zorda kalmayan; haksızlıklara dayanamadığı için istifa etmekten, iş değiştirmekten korkmayan” bir insandır. Bir bakıma Nezihe Meriç, annesiyle babasının kişiliklerini kendi varlığında özümsemiş bir insandır. O da annesi gibi, son derece hamarat, titiz, mutfak işlerinde başarılı ve oldukça tutumludur. Ayrıca babası gibi, haksızlığa boyun eğmeyen, dik duruşlu bir insan olmuştur yaşamı boyunca.

Nezihe Meriç’in ilkokul yıllarının bir kısmı Ağrı’da geçer. Anadolu’daki yaşamı ve Anadolu insanını bu süreçte yakından tanır. Kerpiç evde yaşamak, sobada tezek yakmak da buna dâhildir. Kar yağışı ve her yerin karla kaplı oluşu, hayatın normal olaylarından biridir orada. “Kar topu falan oynadığımızı anımsamıyorum. Kar, bizim yaşamımızı belirleyen olağan bir şeydi. (…) Evimizi hâlâ bile gözlerim yaşararak anımsarım. Tek katlı toprak bir evdi.” (s.17) Oralarda ne gazete vardır ne de radyo. Borulu gramofon, taş plaklar, bir de lüks lambası vardır evlerinde.

Sennur Sezer’in belirttiği gibi, “Küçük Nezihe Şükran, kitap okumanın tam tadını ilkokul dördüncü sınıfta alır. Babasının sandığındaki “Sefiller”, “Pardayanlar”, “Goriot Baba”, “Madame Bovary” daha üçüncü sınıfta okumaya başladığı kitaplar arasındadır. Sandıktaki kitapları okuyup bitirince, sıra Muzaffer Abla’sının gazetelerden kesip biriktirdiği yerli tefrikalara gelecektir.  O dönemde Kerime Nadir, Mükerrem Kâmil, Peride Celal, Esat Mahmut tefrika yazarlarıdır. (…) Nezihe kendisinden saklanan gazete kesiklerini bulup okumanın ustası olmuştur o zamanlarda.”  (s.18) Yine Sennur Sezer’in anlatımıyla devam edelim: “Nezihe hayalci, yalnız bir çocuktur. Kitabın çarşıda satılan bir nesne olduğunu Eskişehir’de keşfedecek, çarşıdan ilk kitabı da Eskişehir’de alacaktır: ‘Çalıkuşu’. Lise birdedir. Eskişehir’de sinemayla, haftalık dergilerle, kitap satıcılarıyla da tanışır. Kitabın çarşıda satılan bir şey oluşu onun için önemli bir olanaktır.” (s.19) Kitaplar, küçük Nezihe için dünyaya açılan pencerelerdir.

Çocukluk yıllarını şöyle anlatır Nezihe Meriç: “Ben o yılları hep boyumdan büyük kitaplar, romanlar okuyarak, tahrir vazifelerini (kompozisyon ödevlerini) rahatlıkla yazarak ve açık havada kırlarda doyasıya koşup oynayarak geçirdim.” (s.21) “Ben küçük, zayıf, kara bir kızdım” diye betimler çocuk Nezihe’yi. Babasının tayini dolayısıyla Eskişehir’e gelirler. İlk gençlik çağları başlamıştır. Yalnız kalmayı yine çok sever; bir taraftan müziğe ilgi duymaya başlar, mandolin ve piyano çalmayı öğrenir. Yazdığı kompozisyon ödevleri öğretmenlerince beğenilir. Eskişehir Lisesi’nde edebiyat öğretmeni Vasfi Mahir Kocatürk’tür. Liseli Nezihe, derste not tutmayı, derse dair yorumlar yazmayı sever. O yıllarda kendince romanlar yazmış ve yakın arkadaşlarına okumuştur. Radyo oyunu da yazar, radyoevine gönderir Nezihe Meriç. Gelen yanıtta eserin beğenildiği, ancak radyoya uygulamanın olanaksız olduğu yazılıdır. Yeni çalışmalarının beklendiği vurgulanır. Nezihe Meriç, radyo serüvenini yıllar sonra tekrarlayacak; TRT’de kitap tanıtımları yapacak, edebiyatın önemli romanlarını radyo oyununa dönüştürecektir.

1943 yılının 19 Mayıs’ında bir spor kazası geçirir, omzundan sakatlanır. Bu kaza, okul yaşamını etkiler ve derslere devam edemeyip bütünlemeye kalır. Azimle çalışarak sınavlarını geçer, mezun olunca İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne yazılır. Ancak, üniversitenin ders programı onu düş kırıklığına uğratır. Güzel Sanatlar Akademisi’nden edindiği arkadaşlarıyla gençlik korosuna katılır. Koro programına İstanbul radyosunda da yer verilir. Şiirler, türküler derken Orhan Veli şiirleri de radyoda ilk kez bu programda okunur. Bu dönemde bir İtalya gezisine de çıkar genç Nezihe Meriç. Üniversite yılları sürerken sağlığı bozulur, sürekli kilo kaybeder. Bunun üzerine doktoru okula ara vermesini ister. 1945’te fakülteyi bırakmak zorunda kalır; ama bir taraftan piyano dersleri alır. Kitap ve dergi okumalarını büyük bir ilgiyle sürdürür. O dönemde hep okuduğunu, kitapları yeniden eline aldığını belirten Nezihe Meriç, okurken notlar alarak bir öğrenci gibi çalıştığını; üniversitedeyken farkına varmadığı pek çok şeyi bu okumalar sırasında fark ettiğini ifade eder.

1947’de Heybeliada İlkokulu’nda müzik öğretmenliğine başlar. Okulda bir mandolin topluluğu oluşturur. O dönemde okuldaki müzik topluluğuyla radyoda konserler verir ve her yıl bir müzikli oyun sergiler. Sekiz yıl bu etkinlikleri sürdürür Nezihe Meriç. Yazı çalışmalarına da devam eder; anlatımının özel ya da kendine özgü olması için çaba harcar.  Öykülerini dergilerde yayımlamaya başlar. 1949’da Seçilmiş Hikâyeler dergisinin “Yeni İmzalar” sayısında ilk öyküsü yayımlanır. Bu öyküsü yankılar yaratır, sözlü ve yazılı övgüler birbirini izler. Nezihe Meriç, Oktay Akbal ve Attila İlhan’ın olumlu değerlendirmelerinden büyük mutluluk duyar. Artık yazı, yayın, edebiyat dünyasına dâhil olmuştur Nezihe Meriç. Yıllar boyunca süren okumalarının, gözlemlerinin, yazma denemelerinin meyvelerini yavaş yavaş toplamaya başlamıştır. Bir süre sonra aynı dergi, “Nezihe Meriç Özel Sayısı” çıkararak onun öykücülüğünü değerlendiren önemli yazılara yer verir.

Kitapları art arda yayımlanır Nezihe Meriç’in. İlk öykü kitabı 1952 tarihli “Bozbulanık”tır. Sonrasında “Topal Koşma” gelir, ardından ilk romanı “Korsan Çıkmazı”. Nezihe Meriç bu süreçte Salim Şengil ile evlenir. Tarih 21 Haziran 1956’dır. 1962’de çiftin bir kızları olur.

Cumhuriyet kuşağının ilk kadın öykücüsü Nezihe Meriç’e yeniden kulak verelim: “Yeni Türk öyküsüne kadınların bildiği, duyduğu, sezdiği duyguları getirdiğim söylendi. Kadınların yaşama katılışlarının ayrı oluşundan çıkan ayrıntıları yakaladığım söylendi. Ben bir de bunu önümde bir örnek olmadan yaptım. Bir şeyi başlattım. Önemli olan da bu. Sonra o başlangıç noktasından sonra herkes kendi öyküsünü geliştirdi.” (s.35) Sennur Sezer, onun diğer kadın öykücülerden ayrılan, farklı kılan yönünün, “anlattığı kadınların yaşamlarına toplumcu gerçekçi çizgide eğilmesi ve onların iç dünyalarını en ince ayrıntılarına kadar betimlemesi” olduğunu vurgular. Nezihe Meriç, anılarında, sürekli olarak öykü düşündüğünü, hatta her sokağa çıkışında eve üç dört öyküyle döndüğünü söyler; onu asıl zorlayan konunun, öykülerini nasıl anlatacağı olduğunu belirtir.

Nezihe Meriç, öykülerinin zaman zaman hüzünlü olmasına karşın umutsuzluğa yer vermemeye özen gösterir. “Öykülerin bir yerlerinde hep bir çocuk gülüşü olmalıdır” diye düşündüğünü belirtir. “Özsu” öyküsünün unutulmaz karakteri Hayriye, yaşamı yeniden üreten, dünyayı güzelleştiren, çevresine ışık saçan bir kadın olarak edebiyatın belleğinde yaşamaya devam etmektedir. “Özsu öyküsü Nezihe Meriç öykülerinin temel taşıdır” Sennur Sezer’e göre.

Evi, dostları, şehir gezileri, sinemalar, tiyatrolar, yazılar onun hayatının odağında yer alır. Dostları ona “Nezim” diye seslenirler. Düzenli bir insan olan Nezihe Meriç disiplinli bir biçimde yazmayı sürdürür. Yazma serüveni boyunca birçok ödül alır. İlk kitabı “Korsan Çıkmazı” ile TDK roman ödülünü alır ve ardından diğer ödüller gelir. “Menekşeli Bilinç” ve diğer kitapları yayımlanır. Çocuklara yazma çabası içine girer ve seri halinde çocuk kitapları yayımlar. Aradan yıllar geçer. Anılarını “Çavlanın İçinde Sessizce” adlı kitabında toplar.

Yayıncılıkla da uğraşan Nezihe Meriç, Nâzım Hikmet’in toplu şiirlerini yayımlamaya başladığı dönemde 12 Mart darbesi olur. Yayınevi sorumlusu olduğu için hakkında dava açılır ve tutuklanır. Sonrasında tutuksuz yargılanır; hapis ve sürgün cezası alır. Yıllar sonra “Dumanaltı”, “Bir Kara Derin Kuyu”, “Çisenti”, “Gülün İçinde Bülbül Sesi Var”, “Alacaeren” kitaplarıyla ustalığını pekiştirir. Sennur Sezer’e göre; “Nezihe Meriç, öykülerinin nasıl yazıldığını okurlarına anlatırken kendi kendini de sorgular. Öykülerinin kurgu olmadığını, yaşanmışlıktan izler taşıdığını söyler.” (s.52)  

Sennur Sezer, sayfalar boyunca Nezihe Meriç’in anılarından, hakkında yazılanlardan, kendi yazdığı öykülerden, dostlarının anlattıklarından yola çıkarak canlı bir “Nezim” portresi sunuyor. Yaşama sevinciyle dolu, arkadaşlarına düşkün, evini seven, derli toplu, hamarat, elinden her iş gelen bir kadın canlanıyor gözümün önünde. Ayrıca kitap okumaya, sinemaya, tiyatroya, müziğe, radyoya tutkun; düşünen, araştıran, sorgulayan, çağdaş, aydın bir kadın… Toplumun içinde kadının yerine ve değerine edebiyat aracılığıyla dikkat çeken ilk kadın yazarlarımızdan Nezihe Meriç… Işıl ışıl bir portre…Bu portrenin güzelliğine, Sennur Sezer’in kitaptaki şiirsel, akıcı, canlı anlatımı ayrı bir güzellik katıyor.

Bu değerli biyografi kitaplarını edebiyatımıza kazandırdıkları için usta yazar Adnan Özyalçıner’e teşekkür ediyor; Sennur Sezer’i saygı ve sevgiyle anıyorum.

______________________________________________________________

Adnan Özyalçıner, Sabahattin Ali Yazmayı Nasıl Öğrendi? Vapur Yayınları, Kasım 2025

Sennur Sezer, Nezihe Meriç Yazmayı Nasıl Öğrendi? Vapur Yayınları, Kasım 2025.

Yorum yapın