“Eseri mi okuyacağız, yazarın sicilini mi?” | Metin Celâl

Aralık 3, 2025

“Eseri mi okuyacağız, yazarın sicilini mi?” | Metin Celâl

İptal Kültürü (Cancel Culture), “bir kişinin (genellikle ünlü veya nüfuzlu birinin) geçmişte veya bugün yaptığı, toplumsal olarak kabul edilemez bulunan davranışları veya söylemleri nedeniyle kitlesel olarak protesto edilmesi, desteğin çekilmesi ve kamusal alandan dışlanması pratiği” diye tanımlanıyor.

Bu eğilimi en çok sosyal medyadaki bir cümlelik eleştirilerde görüyoruz. Kendilerini toplumcu, solcu, ilerici diye tanımlıyorlar ve eseri, kurgunun kalitesini değil, yazarın politik duruşunu, attığı tweetleri veya özel hayatındaki taciz/ayrımcılık iddialarını da değerlendirme kriteri olarak kullanıyorlar. Önceliği de esere değil yazarın kişiliğine veriyorlar. Hemen o yazarın tartışmalı bir sözü veya davranışı gündeme getiriliyor. Kendi değerlendirme ölçütlerine göre yazar kabul edilemez şeyler yapmışsa onun eserini okunamaz olarak ilan ediyorlar. Eğer yazarı “kötü” (örneğin ırkçı veya cinsiyetçi) olarak etiketlendiyse eseri de hiç okunmadan “kötü” olarak nitelendiriliyor. Bu anlayışa göre Knut Hamsun, Oscar Wilde, Ezra Pound, Louis-Ferdinand Céline,  Jean Genet gibi yazarlar asla okunamamalı, kitapları basılmamalı ve tabii müfredattan da çıkarılmalıdır. Daha taze bir örnek H.P. Lovecraft. Lovecraft’ın bazı özel mektuplarında ırkçılık tespit edilmiş ve bu tespitten sonra eserleri yeniden gözden geçirilp bazı eserlerinde korkunç düzeyde ırkçılık olduğu kanısına varılmış. Bu gelişme üzerine Dünya Fantezi Ödülleri (World Fantasy Awards), kazananlara H. P. Lovecraft’ın büstünü vermekten vazgeçmiş. Son bir örnek, Harry Potter serisinin yazarı J.K. Rowling, trans bireyler hakkındaki görüşleri nedeniyle devasa bir iptal kampanyasıyla karşılaştı. Yetmedi, J.K. Rowling’i savundu diye Yazar John Boyne’un Polari edebiyat ödüllerine aday gösterilmesi büyük bir tepkiyle karşılaştı. 800’den fazla yazarın kınama mektubu imzalamasının ardından 10 yazar ve iki jüri üyesi ödüllerden çekildi.       

Artık bir eseri, yazarından ve toplumsal bağlamından tamamen soyutlayarak değerlendirmek neredeyse imkansız hale geldi. Eleştirmenler “Bu kitap güzel mi? Edebi değeri var mı?” sorusunu değil, “Kitabın yazarı edebli biri mi? Bu kitap hakkında yazmak ahlaki bir suç ortaklığı mıdır?” sorusunu da sormak zorunda diye düşünülüyor ve bu talep ediliyor.

Bu anlayışa göre edebiyatın toplumsal sorumluluğu vardır. Okurun ahlaki gelişimine katkı sağlamak edebiyatın işlevlerinden biridir. Ayrımcı, şiddeti yücelten veya etik dışı söylemler eleştirilmelidir.

Batı’daki iptal kültürü genellikle “sosyal adalet” ve “azınlık hakları” üzerinden işlerken, Türkiye’de bu mekanizma sıklıkla milliyetçilik ve siyaset üzerinden gelişiyor. Türkiye’de bir yazarın “ahlakı”, genellikle onun “hangi siyasi/sosyal kampta durduğu” ile de ölçülüyor. Nâzım Hikmet de, Necip Fazıl da, Sabahattin Ali de, Peyami Safa’da zamanında bu ölçütlerle değerlendirilmedi mi? Nahit Sırrı Örik toplumdan ve edebiyat ortamından neden dışlandı? 

Günümüzden ilk ve önemli örnek Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülü almasıyla yaşandı. Orhan Pamuk’un eserlerindeki edebi nitelikten, büyük bir yazar olmasından dolayı değil, Ermeni ve Kürt meseleleri üzerine yaptığı siyasi açıklamalar nedeniyle bu ödülün verildiğine inanıldı. Geniş bir kesim tarafından “iptal” edildi. Nobel’den sonra yazdığı tüm kitaplar da bu bakış açısıyla değerlendirildi. Birçok okur, kitaplarını okumadan onu reddetti.

Elif Şafak, kurgusal karakterlerinin söyledikleri nedeniyle yargılandı. Üstelik bu olay sadece okur nezdinde gelişmedi, Baba ve Piç romanındaki bir Ermeni karakterin sözleri nedeniyle Elif Şafak’a “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla dava açıldı (301. madde). Bu vaka, yazarın ahlaki/hukuki sorumluluğunun kurgusal bir karaktere yüklenip yüklenemeyeceği sorusunu gündeme getirdi. “Yazar ne düşünüyorsa karakterine onu söyletir, bu yazarın fikridir” kanısı hakim oldu.

Metin Kaçan’ın, Hasan Ali Toptaş’ın, Emrah Serbes’in eserlerinden söz etmeniz ise mümkün değil.

Üstelik odak noktası, bireysel taciz veya nefret söylemi gibi kişisel suçlardan, toplumsal konularda kamusal ahlaki sorumluluk (deprem gibi olaylardaki duruş) meselesine kaydı. Yazar ve sanatçıların sosyal medya üzerinden yeterince hızlı, yeterince destekleyici veya yeterince eleştirel tepki vermemesi bile gerekçe sayılıyor.

Sosyal medyadaki bu gelişmelerin yerel yönetimlerin bazı kitap fuarlarında LGBTQ+ temalarını veya “cinsiyet rollerini bozan” karakterleri içerdiğini düşündükleri çocuk kitaplarının satışını engellemeye çalışması ve o kitapları fuardan kaldırması, hatta yazarların, yayınevlerinin fuarlara alınmaması bu tavrın bir sonucu değil mi? Bazı öğretmen  ve veli gruplarının, içeriğinde “yanlış değerler” barındırdığını düşündükleri (örneğin cinsel tercihler, şiddet, aile yapısına aykırılık) kitapları müfredattan çıkarmak için kampanyalar düzenlemesi ve o kitapların okutulmamasını, yazarlarının okullara sokulmamasını sağlaması da başka bir örnek. Devletin rutin haline gelen muzır kitap kararları artık çok doğal karşılanıyor ve haber değeri bile taşımıyor. İptal kültürü, ahlaki denetim baskısına dönüştü. Sansür doğallaştı. 

Sansür de beraberinde otosansürü getiriyor. İptal kültürü ve sosyal medyanın radikalleşmesi ortamında yazarların karşılaştığı en ciddi ve yıkıcı sonuçlardan biri, belki de birincisi otosansür. Yazarlar tartışma yaratacak, azınlık haklarına değinecek, cinsiyet normlarını zorlayacak veya politik olarak hassas konulardan kendiliklerinden kaçıyorlar. Onlar cesur davransa bu kez de editörün, yayıncının otosansürü devreye giriyor. Editör, yazarın yayınlanmak üzere yolladığı metni “toplumsal duyarlılık” süzgecinden geçirmek durumunda kalıyor. Editörler ve yayıncılar, romanlardaki politik göndermeleri, cinsel içerikleri veya dini eleştirileri önleyici olarak hafifletme, çıkarma veya reddetme yoluna gidiyor. Özellikle ilk kitaplarını yayımlayacak olan yeni ve genç yazarların, deneysel, radikal veya politik açıdan riskli metinlerinin yayınevleri tarafından kolayca reddedleceğini öngörebiliriz.

Bunun iki önemli sonucu olacağı belirtiliyor. İlki “Edebi Cesaretin Kaybı (Homojenleşme): Edebiyat, sınırları zorlama ve tabu kabul edilen konuları sorgulama gücünü kaybeder. Yazarlar, herkesin kabul edebileceği, orta yolcu temalara yönelir. Bu da düşünsel derinliği ve çeşitliliği azalmış bir edebiyat ortamı yaratır.” İkincisi de “Gerçeğin Gizlenmesi: Edebiyatın en önemli işlevi olan toplumsal sorunları ve “karanlık köşeleri” aydınlatma yeteneği sekteye uğrar. Tartışmalı konular, kurgu içinde bile yeterince güçlü ve dürüstçe temsil edilemez.”     

Böyle bir ortamda nasıl bir eleştiri bekleniyor? Eskiden eleştirmen “Bu metin iyi yazılmış mı?” sorusunu sorarken, günümüz eleştirmeni “Bu yazar, metninin değerlendirilmesini hak ediyor mu?” sorusunu sormak zorunda bırakılıyor. Etik/ahlaki yargıların edebi ölçütlerin önüne geçmesi bekleniyor. Eseri, edebi niteliklerini (içerik, anlatım tarzı, üslup, kurgu, dil) değerlendirmesini değil öncelikle yazarın sicilini kontrol etmeniz talep ediliyor. Yazarın sicili temizse o zaman eserine bakabilirsiniz. Peki kime, hangi okura göre temiz? Bunun cevabı o okurun hangi yanda olduğuna göre değişir. Yani tek bir cevap yok.

Edebiyatın amacı estetik deneyimdir, ahlak öğretmek değil. Ahlak görecelidir, bir dönemde “ahlaksız” görülen eser başka bir dönemde değerli olabilir. Sanat özgürdür, ahlaki yargılarla sınırlanamaz. Eleştirinin amacı da söz konusu ettiği eserin edebi niteliğini değerlendirmektir. 

Yorum yapın