Gönül Çolak: “Anlamak bir metinle ilişkilenmenin tek yolu olamaz bence”

Kasım 12, 2025

Gönül Çolak: “Anlamak bir metinle ilişkilenmenin tek yolu olamaz bence”

Gönül Çolak 2009 Yunus Nadi Ödülü’ne değer bulunan ilk kitabı Komi ve Kemikler ile karşımıza çıkmıştı. Yılanın Gözünden İçeri adlı eserinden sonra şimdi de İmkânsız Roman ile okurla buluştu. Çolak, kolay kurgular yerine gerçekliği incelikle büken bir yazar. Karakterlerle yakın mesafe ilişki kurmayı sağlayan yazarın son kitabı Encore Yayınları’ndan çıktı. Okuyucuyu kendi dehlizlerine sokup, karanlık labirentlerde gezdiren Gönül Çolak ile son eserini, yazı ve resim arasında kurduğu ilişkiyi, karakterlerini konuştuk.

Eserlerinizde fantastikle gerçek, halüsinasyon ile iç dökme gibi kavramlar iç içe geçiyor. Bu içeriye dalmanın sınırlarını genişleten bir yol mu? 

Bilinçdışına açılan bir yol diyelim. Aktif bilincimizin dışına çıkmamızı sağlayan bir yol gibi. Ben o sınırda durmayı seviyorum yazarken. İnsanın farkında olmadığı, tüm yapıp etmelerinin kaynağı olan o alanla teması… Kendimize ve başkalarına dair çok az şey biliriz aslında. Bilince ulaşmayanlar rüyalar, gün düşleri, sayıklamalarla geri gelir. Ben o harcı seviyorum kurmacada.

Son romanınızda antikahraman Kemal üzerinden izlediğimiz belgesel tadında bir akış var. Gündelik hayat içinde her anını izliyor gibiyiz. Bu manada bir scripturire roman diyebilir miyiz İmkânsız Roman için?

Diyebiliriz elbette. Bir yanıyla otobiyografik, bir yanıyla da yazmaya tanıklık eden scripturire bir roman.  Kemal’in bazen gündelik hayatının, bazen de yazdığı romanın içinde buluyoruz kendimizi. Kemal hep bir roman yazma fantazması içindedir. Karşı koyamadığı bir arzudur bu onda. İşlediği cinayetten sonra bile bırakamamıştır yazmayı. Suçunu en ince ayrıntısına kadar yazıp kayda geçirmeye devam eder.

Yine de yazdıklarını fantazma düzleminden roman durumuna, semboliğe geçirmeye izin vermez. Ve romanı bir imkânsızlığın içine iter. Kemal bu yanılsamaya bir bakıma bile isteye kurban düşmüştür. Bu nedenle okur kurbanla özdeşleşecektir. Romana adını da veren bu imkânsızlıktır.  Arzu hem yola çıkmasına neden olan hem de bir bakıma onu yolda bırakan, bunun gerçekleşmesini imkânsız kılan şeydir aynı zamanda. Yönetmen Zeki Demirkubuz’un geçenlerde bir kısa bir videosuna denk geldim.  Tam da bunu anlatmaya çalışmış. “Ne zaman biriyle tanışıp bir şeyler paylaşmak için dışarıya çıksam ve biriyle karşılaşsam, bu arzumun imkânsızlığını görüyorum…” Hatırladığım kadarıyla böyle ifade etmişti.

Sizce her şeyin bu denli sığlaştığı, derinlikli okumaların gittikçe azaldığı, algı sürelerinin kısaldığı bir zamanda, roman okuruna ulaşabilecek, anlaşılabilecek mi?  

Anlamaktan ziyade, ilişki kurabilecek mi diye düşünmeliyiz.  Çünkü anlamamak, anlamaya çalışmak, anlamakta zorlanmak hatta anlamazlıktan gelmek… Hepsi bir ilişki kurma biçimidir aslında. Yani anlamak bir metinle ilişkilenmenin tek yolu olamaz bence. Bazen içinde kaybolursun, bazen boğulursun, elinden bırakıp çok sonra tekrar bakmak istersin…Ya da gidebileceği kadar uzağa fırlatır atarsın ama o bir yolunu bulur ve size tekrar döner. Bazen sadece o atmosferi hissetmek için okursun veya bir karakterin peşine düşersin… Belki üslup alıp götürür. Ayrıca anlaşıldığımızı nereden bileceğiz? Yani Lacancı bir yaklaşımla “her anlama bir yanlış anlamadır” aslında.   

Yine de benim bu romanı kurgularken gözettiğim, öncelediğim şeyler hiç değilse yayınevi editörü tarafından da görülsün istiyorum.

Yazarken en çok nelerin üzerinde duruyor, az önce söylediğiniz gibi neyi önceliyordunuz? 

Bunu ifade etmek çok zor ama geride bıraktığı o his diyebilirim. O yabancılaşma, disosiasyon, boğuntu… içinde durduğumuz hayattan bizi koparan bir etki yaratmak… Okurun kendi bilinciyle başka türlü bir ilişkiye geçmesi. Arzu ettiğim bu. Neyi öncelediğime gelince; doğrusu ilk kitaptan beri zamanımı en çok kurgu ve işin matematiği alıyor. Her bir bölümün nereye yerleşeceği, nereye saklanacağı üzerine çok fazla kafa yoruyorum, bazen dağınıklık, fazlalık gibi gelen şeyler benim için metnin hem iklimini var ediyor hem de olmazsa olmazları oluyor. Evet, en başta atılan çıpanın 150 sayfa sonra bir aksiyona dönüşecebileceğini kestirmek zorunda bırakılmamalı belki okur. Ama sabretmeyi, tekrar bakmayı ya da metnin içinde bulunmaktan keyif almayı bilen okurlar için yazdığımı söyleyebilirim. Benim bu atmosferi yaratabilip yaratamadığım ise okurun kararı olacaktır.  

Resimden çok fazla örnek veriyorsunuz söyleşilerinizde. İlişkiniz nedir resimle? 

Amatörce resim yapıyorum. Yani bu romanın demlenmesi sürecinde epeyce resim yaptım. 

Yazı ve resim arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?

Sözcük ve imge arasındaki bağlantıyı çözmek önemlidir. Resim daha çok temsili bir alan yazı ise tanımlayıcı, tasvir edici olarak görülür klasik anlamda. Tabi modern resim bu temsile dayalılıktan sapmıştır. Resim; estetiği bir tasarım, renk, ışık çizgi gibi şeyler üzerinden, kurmaca ise olay örgüsü üzerinden ve dil aracılığıyla yakalamaya çalışır en basit anlamda. Aristotelesçi bir bakış açısıyla konuşursak ideal olanı arar ikisi de. Mimesisi, katharsisi aynı şekilde kullanır. Nihayet pop art boya ve metni beraber kullanır.

Ben günlüklerimi yazarken özellikle de rüya bölümlerinde hep çizerim defterlerimin bir köşesine çünkü rüyaları dil aracılığıyla anlatmak zordur. Kitaplarımı da çoğu zaman bir resimden ya da rüyamda gördüğüm bir imgeden, bir sahneden etkilenerek yazmışımdır. Mesela Komi ve Kemikler’i yazarken Escher’in resimlerinden (mimari çizimlerinden) çok etkilenmiştim. Göz yanılsamaları yaratarak sonsuz ve imkânsız mekânlar çizmiştir.  İmkânsız Roman’ı yazarken de rüyada gördüğüm imgeler çok yön verdi. Yazarken çok sıkıştığım ve her şeyin çok sahte geldiği, kendime zulmettiğim anlar olur. Bu hissi ancak çok güçlü etkiler bırakan rüyalar görürsem aşabiliyorum yoksa kalakalıyorum. Bu hırpalanma yazarken en tehlikeli duygudur benim için, bazen yazdıklarımla tekrar bağ kurabilmem için aylar geçmesi gerekir. Fakat bu durumdan sağ çıkabilirsem sıçradığım anlardır bunlar. Yine böyle bir sıkışma anında, Kemal’i yeterince soyamadığımı, kafasının içine yeterince giremediğimi düşündüğüm bir anda, onu rüyamda görmüştüm. Portre gerçekçi bir resim değildi. Bir röntgen gibi kafatası ve beyni görünür haldeydi. Uyanınca ondan esinlenerek bir şey çizmiştim. Bunu kitabın kapağı olarak da kullandık daha sonra. Onu görünür hale getirince bir eşiği aşmış gibi daha rahat yazdığımı hatırlıyorum.  

2009’da Yunus Nadi Ödülü’ne layık görülen ilk kitabınız Komi ve Kemikler ile ilgili verdiğiniz bir röportajda, “Bu kitap çok uzun ve zorlu bir yaşantının sonucu içimden düşürdüğüm bir taştı.” demişsiniz. Peki İmkânsız Roman nasıl bir iklimde, süreçte oluştu?  

Epey dağınık bir zamana yayıldı. Pandemide yoğunlaşabildim. Sonrasında bir kaza geçirdim ve büyük bir ara verdim iyileşme sürecinde.  Finali kazadan sonra yeniden yazdım. Kemal’in günlüklerini yazmak zorlayıcıydı. Yıllar içinde oluşturulmuş izlenimi verebilmek için romanda üslup olarak da farklılık yaratması gerekiyordu bu bölümlerin. …Pandeminin verdiği his doğrusu romanım için biçilmiş kaftandı. Sonuçta ölüm tarihini belirlemiş bir adamın bilinçdışı bir oyalanması, iç dökmesi olarak düşünebiliriz bu romanı. Gerçekten hazırlık aşaması romanı yazmaktan daha uzun sürdü diyebilirim. Öyle bir yığından eli boş çıkmak da mümkündü. Bazen kısmet olmaz. Fakat artık yaşarken neyin bana yazmam için geldiğini anlıyorum. Ve Hülya karakterini gerçek hayatta gördüğüm anda bütün bu birikintiden boş çıkmayacağımı, bir roman yazacağımı anlamıştım.  

Kemal değil, Hülya diyorsunuz.  

Kesinlikle. Kemal hep içimde taşıdığım ve bir gün bunu yazacağım dediğim bir karakterdi. Ama Kemal’i ansızın yıkıcı tarafa geçirmenin bir yolunu bulamadığım için beklemedeydim. Onun Hülya ile karşılaşması fikri bu romanın çıkış noktasıdır. 

Kemal’in gerçek hayatta izdüşümleri var mı, böyle birini tanıyor musunuz?  

Hayır yok, benzer birini tanımadım. Ama Kemal’i oluşturan pek çok detay, küçük parçalar zaman zaman hayatın içinden topladığım şeyler ya da tanıdığım insanlardan derlediğim ayrıntılar var demeliyim. Fakat burada değerli hocam Cevat Çapan’ı anmadan geçemeyeceğim.  Benzer bir soruya “Yazarlar daima kendilerini yazarlar, ama bunu birebir düşünmemek lazım.” demişti.      

Size bu romanı yazmakta bu denli ilham veren Hülya’yı ne ölçüde bir “deli” olarak tanımlarsınız?

Aslında bu konuda bir şeyler söylemem doğru olmaz. Okura ya da konunun uzmanlarına bırakmak lazım ama yine de birkaç yorumu paylaşmadan geçmeyeyim. İmkânsız Roman bir yanıyla da sürekli normal ve norm dışı olanın çatışmasına da tanıklık ediyor. Birbirinden çok ayrı şeyler değiller aslında bunlar. Kemal’in durmadan ablasının zoruyla gittiği bir terapi süreci var; ‘iyileştirilme’ çabası. Ya da sıradan günlük hayat içindeki düş ve gerçek arasındaki geçişleri, ki benim ilk kitaptan beri izleğimdir bu… Bakarsak Kemal deliliğe çok daha yakın görünüyor. Hülya dışarıdan bakıldığında kendini ele vermiyor. Sosyal hayatta düzgün durmanın bir yolunu bulmuş gibi.  

Okur, Kemal’i onca tuhaflığına rağmen kucaklayabilirken, Hülya’nın saygın bir mesleği olmasına rağmen onun tarafında olamıyoruz.   

Kemal, etrafına dert olan biri değil fakat Hülya için bunu söyleyemeyiz. Hülya’nın yanında olamıyoruz çünkü Hülya gibi insanlar kendi içlerindeki haset, yarılma, benlik nefreti ve karmaşayla yüzleşemedikleri için, yansıtarak hepimiz için tehlike yaratırlar. Kemal gibilerse dünyanın ona yaptığını kendi suçu olarak algılayıp tekrar tekrar kendine yaparak, etrafındakileri suçlu olmaktan kurtarır ve bir sorumluluk yüklenirler. Bir bakıma gerçek varoluşla, bizi sarmalayan dış dünya arasındaki etkileşimden medet ummazlar. Burası çok önemli. Onun için disosiye olmuş gibi görünürler. Şizofrenler kadar olmasa da kopuktur yani hayatla bağları.  O nedenle suç işlese de Kemal’in yanındayız.  

Tıpkı Raskolnikov gibi. 

Bir bakıma öyle ama burada Suç ve Ceza romanındaki Raskolnikov’la temel bir ayrışma noktası var finalde. Buradan örneklediğiniz için devam ediyorum. Raskolnikov kendine, kendisinin olağanüstü bir insan olduğunu kanıtlamak için cinayet işler bir bakıma. Evet, yaşlı bir kadının elinde işlevsiz duran bir para onun hayatını kurtaracaktır ve bu konuda ahlakçı olmaya gerek yoktur diye düşünür. Yani toplumsal olarak dayatılan değer yargılarına başkaldırır, yaşlı kadını öldürür ama sonrasında yaşadığı ağır vicdan azabı yüzünden sıradanlığın pençesine düşer o da. Yasaları yıkmaya uygun biri olmadığını, zayıf biri olduğunu anlar.  İşte bu, dünyevi hayata dönüştür onu afallatan ve suçunu itiraf etmesini sağlayan. Olağanüstülükten sıradanlığa adım atmıştır. Ve suçunu itiraf ederek o güne kadar var ettiği kendisini, yok etme tehdidi altında kalır. Muhteşem bir araf hikâyesidir bu. Ne olağanüstülükte ne de sıradanlıkta kendine yer bulabilmiştir Raskolnikov.  

Kemal ise İmkânsız Roman’da cesedi gömmekte tereddüt ettiği süre boyunca bu arafı yaşar ama finalde Raskolnikov’un tam tersine hayata döner cinayet işleyerek. “Ölür müsün öldürür müsün, çöp çektin ha?” diyor günlüğünde bir yerde Kemal. İntihar kararından rastlantısal olarak gerçekleştiği bir cinayet eylemiyle vazgeçip hayata tutunur. Nihayet cesedi de ustalıkla yok eder, arkasında iz bırakmaz… Yani Kemal bilinçdışı hissettiği bu suçluluk duygusundan, yıkıcılıktan, gerçek bir suç işleyerek kurtulur aslında. Çünkü öncesinde bir bakıma İncil’deki Lazarus gibi zaten ölüdür.  Cinayet işleyerek hayata tutunur.  

Yazdığınız kitabı senaryolaştırmak üzere çalıştığınızı söylemişsiniz bir yerde. Bir senaryo çıktı mı ortaya? Senaryo esere bir esneklik alan kazandırdı mı, yoksa kısıtladı mı sizi? 

Şu anda hâlâ çalışıyorum üzerinde.  Bence daha görünür hale getirebilir. Sizin daha önce sorduğunuz soruya da cevap olabilir bu. Anlaşılır hale getirdi. Bir romanı senaryolaştırırken onu sinemanın diliyle yeniden yaratmak zorundasınız. Kitabı senaryolaştırmak böyle bir şey aslında. 

İstediği şeyleri yapabilmekten daha çok istemediği şeyleri yapmamaya kıymet veren biri Kemal. Şu günümüzün poz kesen insanlarından çok farklı bir karakter. Sanki normal insanların kendilerini oyalayan meşgalelerinden, rutinlerinden bezmiş. Daha sahici daha gerçek bir yerde duruyor. Bu tip bir insanın avunabileceği neler var sizce?  

Bilmiyorum inanın, buna bir cevabım yok hemen verebileceğim. Bana yazıp çizmek iyi geliyor. Doğayla temas içinde olmak da… Ve tabi müzik… 

İnsan bazen ebeveyninin yaptığı hataları tekrar ederek onun sıradanlığını anlar, hatta bazen kendi içinde anne babasını bu yolla temize çıkarır. Kemal’in işlediği suçla babası arasında böyle bir paralellikten söz etmek mümkün mü?  

Ebette. Bir baba oğul çatışması var. Kemal bilinçdışı babasını cezalandırmak üzere yola çıkar aslında. Tahminlerinin tersine önce babası ölür. Hastanede babasının en son ağzından çıkan cümle “İyi misin Kemal?” olur. Aslında ona ne yaptığını bilen bir babanın sorusudur bu. Zaten roman bununla başlar.

Bundan sonra bir proje var mı?

Rüyalarımı resimleriyle beraber yazdığım bir kitap “rüya kitabı” hazırlamak istiyorum. Daha önce yazdığım kitaplarda geçen rüyaları da dahil ederek.

Yorum yapın