Öykü: Bir garip av hikayesi | İkbal Gemici

Ekim 25, 2025

Öykü: Bir garip av hikayesi | İkbal Gemici

Korkardım gece vakti kapımızın çalınmasından. Belki de babamın olmayışındandı bu korku. O olsaydı korkar mıydım hiç? Upuzun boyuyla, o sert sesiyle “Kim o?” diye sormaya gerek duymadan gidip açmaz mıydı kapıyı? Benim gibi pusar mıydı bir köşede? 

  Bir eylül akşamıydı. Kapı çalındı. Kısa bir süre bekledik. İrileşen gözlerimizle birbirimize baktık ve “Gelen kim?” sorusunu sorduk hiç konuşmadan. Kendi aramızda bütün bunlar olurken kapı tekrar çalındı. Korktuğumu çok belli etmiş olmalıyım ki, 

Annem: 

-Ben açarım Ali, dedi ve kapıya yöneldi. 

Annemin gülümseyerek konuşmasından kapıdakinin yabancı biri olmadığını anladım. 

-Olur, yavrum. Tabii, ne demek, dedi ve bana seslendi. 

Hemen kapıya koştum. Gelen, boğazına düşkünlüğüyle tanıdığımız komşumuzun oğlu Nurettin ağabeydi: 

-Merhaba Ali, dedi gülümseyerek. 

-Merhaba  Nurettin ağabey. Hoş geldin.  

Annem: 

-Aliciğim Nurettin ağabeyin bıldırcın avına çıkacakmış. Bizim lüksü istiyor. Hadi el fenerini al da inip bodrumdan getir yavrum. 

Gecenin bir yarısı elimde el feneri evimizin arkasındaki bodruma giderken “Erkek olmak ne zor yahu!” diye bağırmak istedim. Bağırmadım. Sadece içimden bir iki masum küfür gönderdim evrene. Nurettin ağabeye de kızdım, peşimden gelmeyi niye akıl etmiyor diye. 

Az sonra: 

-Ali, diye seslendiğini duydum. Ayak seslerinden yaklaştığını anlayınca rahatladım biraz. Bodrumun kocaman, kara, demir anahtarını anahtar deliğine yerleştirip kapıyı açtım. El fenerini tavana doğru tuttum. Lüksü görüp aceleyle takılı olduğu çividen çıkarıp aldım. Az ötede duran Nurettin ağabeye uzattım. 

-Sağ ol Ali. Seni de bir gün götürürüm ava. Hadi iyi geceler. 

Giderken birden geri döndü: 

-Ha, Ali!  Cumartesi tekrar gideceğiz. Bizim oğlanı da götüreceğim. Sen de gelmek ister misin? Bir gör bakalım, bıldırcın nasıl avlanıyor. 

Heyecanlanmıştım: 

-Tamam Nurettin ağabey. Annemle konuşayım. İzin verirse gelirim. 

O gitti. Ben de eve çıktım. Konuşmalarımızı anneme anlattım. Aslında gece vakti dışarı çıkmamı çok onaylamasa da gitmeme izin verdi. Ertesi gün Nurettin ağabeyle mahalle bakkalında karşılaştık: 

-Annenle konuştun mu Ali? 

-Evet, ağabey. İzin verdi. Geleceğim. 

– İyi o zaman. Akşam 7’de hazır ol! 

  Vakit geldiğinde bir araba kapımızda durup korna çaldı. Perdeyi kaldırıp baktım. Nurettin ağabeylerdi. Zaten hazır bekliyordum. Hemen aşağıya indim. Arabada dört kişiydiler. Onlar da mahallemizin adamlarıydı. Bir de Nurettin ağabeyin kendisi gibi şişman oğlu vardı. Onları selamlayarak bana ayrılan yere oturdum. Arabanın takip ettiği yoldan anladım ki sahile doğru gidiyoruz. Yerleşim yerlerinden uzakça bir yerde anayoldan ayrılarak denize doğru ilerlemeye başladık. Bir süre sonra durduk. Huzursuz edici bir sessizlik. Etrafta hiç ışık yok neredeyse. Arabanın farlarını hiç söndürmediler. İki çocuk, bagajdan av için gereken malzemeleri indirirken Nurettin ağabeye yardım ettik. Birkaç tane kepçe, bizim lüksten biraz daha küçük ve eski bir lüks, iki küçük el feneriydi bagajdan aldıklarımız.  

  Hava sisli, pusluydu. Hafif bir çise vardı. Lüks lambası öyle bir düğmesine basılarak ışık veren lambalardan değildi. Yakması biraz zahmetliydi. Nurettin ağabey ve arkadaşı lüksleri yakmak için biraz uğraştılar. Nurettin ağabey el fenerlerini ve kepçenin birini bize vererek: 

-Çocuklar siz bunlarla, biz de lükslerle etrafı tarayacağız. Biriniz feneri tutun, diğeri de bıldırcın gördüğünde üzerini kepçeyle kapatsın, dedi. 

Şişman oğlan daha önce ava gelmiş gibiydi. Benden küçüktü ama ne dense hemen yapıyordu. Bense on dört yıllık hayatım boyunca ilk defa bıldırcın görecektim. Beceriksiz hareketlerle çalılıklara doğru feneri tutarken bir hışırtı duyduk. Oğlan çevik bir hareketle kepçeyi kuşun üzerine kapattı. Dikkatli bir şekilde altındaki kuşu eline aldı. Yanıma yaklaştı: 

-Aç avucunu. Sana vereyim de gör, dedi. 

Çekinerek aldım elime. Bıldırcın dedikleri kuş bu muydu? Sanki daha büyük hayal etmiştim. İnsanlar bu küçücük kuşun etini mi yiyordu? Tüyleri gidince bundan geriye ne kalırdı ki? Kanatları ıslaktı. Titriyordu hayvancağız. Belli ki kanatları ıslanınca uçamıyorlardı. Çok kolay yakalanmıştı çünkü. Kuş avuçlarımın içinde bu düşüncelerle boğuşurken oğlan ağzını şapırdatarak bir bıldırcın daha getirdi: 

-Etleri çok lezzetlidir, dedi. 

Hiç cevap vermedim. Az sonra Nurettin ağabey elinde büyük bir poşetle geldi: 

-Aferin benim aslan oğluma. Hem de iki tane yakalamış. 

Oğlan böbürlendi. Nurettin ağabey poşeti açtı. Elimdeki kuşu aldı. Bir eliyle kafasını diğer eliyle de gövdesini tutarak hızlıca çekti. Kafayı çalılıkların dibine, gövdesini de poşete attı. Gördüklerime inanamadım. Mideme şiddetli bir ağrı saplandı. Kusmak istedim. Öğürerek oradan uzaklaştım. Uygun bir ağaç dibi bulamadan midemde ne var ne yok hepsini kustum. Midemde bir şey kalmamasına rağmen uzunca bir süre öğürdüm. Nurettin ağabey birkaç kuşun kafasını daha koparmış olmalıydı ki gecikmeli olarak yanıma geldi: 

-Hayrola Ali? Üşüdün mü? Bir şey mi dokundu yoksa? 

Evet, Nurettin ağabey, dokundu. Az önce kuşun kafasını koparttın ya o sahneye tanık olmak dokundu. Koca vücutlarınızla taş çatlasa yüz gram gelecek kuşlara kadar düştüğünüzü görmek dokundu. Islak, yorgun ve uçamayacak durumda olan bu küçük hayvanları hiç adil olmayan bir yöntemle yakalamanız dokundu. Dokundu be Nurettin ağabey! İnsan olmak dokundu… 

Yorum yapın