Öykü: Kemik | Emel Zehra Tunçinan

Ekim 11, 2025

Öykü: Kemik | Emel Zehra Tunçinan

Çam ağaçlarının gölgesi, son görevlerini yapmak için toplanan bir grup insanın yalnızca küçük bir kısmını güneşten koruyabiliyordu. Günlerden 12 Haziran, saat 14.00 civarıydı. Öğle namazına müteakip kılınan cenaze namazının ardından kefen, tabut ve yeşil örtüyle matruşkaya dönmüş adam yan tarafında N… Belediyesi Cenaze Aracı yazan yeşil boyalı araçla mezarlığa getirilmişti. Kendisi için bir gün önce hazırlanan çukura yerleştirilecekti. Kimilerinin ebedî istirahatgâh dediği burada kimilerine göre kimse dinlenemez. “Ebedî” fazla uzun, “istirahat” fazla umutlu. Ayrıca gizemli kabir azabı meselesi de vardı daha.

Hoca kendini sağlama almış, Ege sıcağından kaçmak için en gölge yere geçmişti. Adamın başına güneş mi geçsindi?

Eller açıldı, dualar okundu. Merhumun iki yetişkin çocuğu kurumuş havayı fark edemeyecek, hocayı duyamayacak hâldeydi. Babaları birazdan gömülecek gibi değil de 29 Ekim töreninde saygı duruşundaki öğrenciler gibi kıpırtısız duruyorlar, İstiklal Marşı’nı bekliyorlardı. Hüzün, gözyaşı, keder de saklanmıştı şimdilik. Çünkü dertleri bambaşkaydı.

Emin ve Gülşah babalarının defin işlemlerine bir gün önce başlamışlar, son nefes şokunu üstlerinden kısa sürede atmak zorunda kalmışlar, üzüntüyü ertelemişlerdi. Ölmekle iş bitmiyordu. Devletin öldüğünüzü bilmesi gerekliydi. Bu adamın yaşarken bitkiye dönüşmesi devlet görevlilerini pek ilgilendirmezdi. Morga gidip ertesi gün için cenaze saatine karar verilecekti.

İçlerindeki çocuğu babalarından önce gömmeye çalışan abi-kardeş hastanenin en alt katındaki -buraya pek kat denemezdi- soğuk koridorda dikilmişler ve morg görevlisine bakıyorlardı. Bu adam tahminen din adamıydı. Sakinliği, dinginliği, ses tonu, yüzüğü, kalın dudaklarının üzerindeki ince bıyığı buna delaletti. İki yetişkin insanla yaşlı ve ölü adam onun için şaşırtıcı bir görüntü değildi. Fazlasıyla alıştığı sıradanlıktı. Düzenli maaş aldığı işini yapıyordu sadece.  

“Cenaze öğlende mi?”

“Evet, öğle namazından sonra.”

“O zaman kaçta gelirsiniz sabah? Ona göre yıkamaya hazırlayayım.”

“Sabah erkenden yıkayalım. Güne temiz başlasın.”

Morg hocası şöyle bir süzdü Gülşah’ı. Ne diyordu bu kadın? Adamın bu dünyadaki günleri bitmişti, inanmıyor muydu neydi? Kendi inancına ortak olmayan insanlara özgü bir yüz ekşitmeyle kafasını yana çevirdi. Adamla muhatap olsa daha evlaydı kuşkusuz. Emin’e döndü:

 “Kefen alacaksınız. Ayrıca tabut için ölçü gerekli.”

İki kardeş birbirlerine bakıp aynı anda aynı tonda aynı merakla sorguladılar durumu.

“Boyu neydi, kilosu ne kadardı ki?”

Son yıllarda babalarının eski heybetli görüntüsünden eser kalmamıştı. Buruşuk derisi iskeletine yapışmış, beyniyle birlikte bedeni de küçülmüş, değişmekle yetinmemiş kendi dünyasını da eğip bükmüştü. Zaman gerilip kopmuştu. Birden fazla sabah, çok sayıda akşam, çıkış kapısını bulamadığı karanlığı vardı. Gençken çalıştığı sinema gişesinde kestiği biletler kadar hükümsüzdü hayatı. İstem dışı uzayan ömrü boyunu kısaltmıştı.

Ortalama birkaç rakam söyleyeceklerdi artık.

“Kefen beyaz olmak zorunda değil mi?” diye sordu Gülşah.

Görevlide yine aynı yüz ifadesi. Abisi “O zaman yarın görüşürüz. Kolay gelsin.” deyip kardeşini çekiştirerek çıkardı morgdan. Gülşah’ın şokta olduğunu düşünüyordu ama yanılıyordu. Kardeşi görevliyi sinir etmek isteğine karşı koyamıyordu. Suçlu arıyordu kendince.

Sonraki gün aynı yerde “Babamı canlıyken yıkıyordum, ölüyken niye yıkayamıyorum? Ne demek caiz değil, siz mi karar veriyorsunuz?” diye olay çıkaracaktı Gülşah. Öfkelenip tepinecekti. Sonra durumu kabullenip bekleme odasındaki sandalyeye kendini bırakacak, abisinin omzunda hıçkıracaktı.

Ortak kararla babalarını kırk yıl önce ölen dedelerinin üzerine defnetmeye karar vermişlerdi. Kefeni aldıktan sonra mezarlığa gelip mevcut mermer taşının yıkılıp dökülmesi için mezarcı Burhanettin’le tanışmışlar, adam on beş yıldır burada çalıştığı bilgisini arada derede vermiş, tecrübeli olduğundan dem vurmuştu. Pazarlığa girişmişler, anlaşmışlardı. Hiç merak etmesinlerdi, ertesi gün öğle vakti her şey hazır olacaktı. Dedelerinin kemikleri çıkartılıp bir kenara toplanacak, minik bir tümsek oluşacak, babalarının nefes almayan vücudu yanına uzatılacak, baba oğul kavuşacaklardı. Plan ve işleyiş böyleydi.

Gülşah’ın katılamadığı yıkanma merasiminden sonra camiye gidip haklar helâl edildi. Her şey olması gerektiği gibiydi. Cenaze aracı eşlikçileriyle birlikte ezberlenmiş güzergâhla Eğriboyun Mezarlığı’ na varmadan yarım saat önce Gülşah ve abisi mezarlığa ulaşmıştı. Dedelerinin kırk yıllık mermerleri kırılmış, yumuşak toprak kenarlara toplanmıştı. Dev bir karınca yuvasına benziyordu. Gülşah çocukken izlediği kimyasala maruz kalıp büyüyen dev karıncaların bir adayı istila edişini anlatan filmi anımsadı. Ne gariptir ki kendileri için gerilim film müziği tam da bu anlarda başladı.

Burhanettin terden siyahlaşmış tişörtüyle Emin’le Gülşah’ın yanına yarı koşar adımlarla geldi. Havadaki tüm oksijeni sömürürcesine derin bir nefes aldı. Dünya birazdan batacak gibi konuşuyordu.

“Bir sorun var. Bizim çırak, dedenizin kemiklerini nereye koyduğunu bulamadı.”

Evet, dünya batıyordu.

“Ne demek bulamadı?”

Burhanettin kül tablası nefesini kontrol etmeye çalışıyor ve muhtemelen kalp atışları da bu dengesizliğe eşlik ediyordu.

“Abi ne bileyim valla. Dün kırdım döktüm mezarı, dedenizi çıkardım -Allah rahmet eylesin- koyduk kenara, mezarı biraz daha kazayım dedim sonra.”

“Eeee?”

Burhanettin kazada devrilen bir arabanın dönen tekerleği gibiydi o an.

“Sonrası abi, kemikleri çırağa uzatmıştım, elime ayağıma dolaşmasın diye. Arada bir sigara içeyim dedim. Çırak da izin istedi. Malum benim yanımda içemiyor, izin verdim ben de. Mola bitince kemikleri de gömüp tümseğini de halledeyim dedim. Çırağa, getir kemikleri İsmail, dedim; arandı tarandı bulamadı kemikleri. Genç çocuk, aklı bir karış havada.”

Tekerlek durmuştu. Yalan söylüyordu. Gülşah anlardı palavra sıkan insanları. Sağ gözü sola, sol gözü sağa bakıyordu anlatırken. Tükürük birikiyordu çirkin ağzının yanında. Kemikleri kaybetmişti göz göre göre ya da birine vermişti. Duyuyordu böyle şeyler. Tıp öğrencilerine kemik satanlar vardı. Ancak bu kasabada tıp fakültesi yoktu. Olsun, belki kentlerde bu işlerle uğraşanlar küçük yerlerdeki mezarcılarla iş birliği yapıyordu. Örümcek ağı gibi her yere ulaşan bir şebeke ağının buradaki uzantısı Burhanettin olamaz mıydı? Olamazdı, bile bile yapsa niye gelip söylesindi? Dedelerinin kemiklerini soracak hâlleri yoktu sonuçta. Belki de vicdanı sızlamıştı, iyi bir hikâye kurgusuyla içini rahatlatacaktı. Keşke şu an bir çukur da kendileri kazsa ve Burhanettin’i gömselerdi.

“Ne diyorsun oğlum sen? Dedemin kemikleri nerede? Çağır bakayım çırağı!”

Emin sinirlenmişti, sesi adamın yüzünde patladı. Emin’inki mesleki bir bozulmaydı. Gülşah’a mutfaktan ekmeği istediğinde bile emir tonunu kullanırdı. Gülşah da “Ben senin askerin değilim, getirmiyorum işte!” diye karşılık verirdi. Ama Burhanettin kız kardeşi değildi, adamın beti benzi soldu. Bir iki adım geri gitti mezarcı. Cümleleri titrek ve kesik kesikti.

“Abi vallahi sorguladım ben. Uzun uzun hem de. Saatlerce de aradık beraber. Ama bulamadık. İki mezar yana koymuştum, nereye gitti diye diye dolaştı çocuk. Görsen çok telaşlandı o da. Yok da yok. Tövbe estağfurullah, dedeniz hazır mezardan çıktım deyip ayaklandı, yürüdü gitti sanki.”

“Saçmalama Burhanettin! Bak seni de çırağı da burada döverim.”

“Çırak işi bırakıp dün köyüne gitti zaten abi. Çok korktu. Ben yapmam bu işi dedi. Vallahi dövsen hakkındır.”

“Aferin iyi yapmış, bugün kemik kaybeden yarın mezarı kaybeder.”

Emin, terleyen eliyle geniş alnını siliyor, yavaş yavaş içinde biriken öfkeyi bastırıyordu. Küfür etse yer müsait değil, etmese içi rahat etmeyecek. Yuttu tüm öfkeyi.

“Burhanettin ne olacak şimdi, sen onu söyle!”

“Valla abi ne yapalım, babanızı öyle defnedeceğiz artık.”

Olacak iş değildi. Baba-oğul yan yana olsunlar diye çıkılan yolda dedesi firar etmişti. Sahip çıkamamışlardı adama. Üç beş tane kemik nereye giderdi? Gülşah’la aramaya çıksalar zaman yetmezdi. Cenaze yoldaydı. Ayrıca eş dost da yavaş yavaş gelmeye başlamıştı. Millet mezarın etrafında deli danalar gibi dolaşan kardeşleri görseler ne düşünürlerdi? “Bu bizde bir ritüeldir, açılan mezarın etrafında üç tur atarız.” mı diyeceklerdi? Bu fikri hızlıca aklından uzaklaştırdı. En önemlisi de Gülşah’ı tembihlemeliydi. Annesine söylemeyeceklerdi. Yüreğine inerdi kadının. Neyse ki “Ben mezarlığa gelemem, dayanamam!” demişti ağlak gözlerle. Gerçi gelse ne fark edecekti? Hani dedenin kemikleri diye soracak hâli yoktu. Emin, Gülşah, Burhanettin ve şuursuz çırak haricinde bunu kimse bilmeyecekti. En azından dedesi dönene kadar. Emin’in başına güneş geçiyordu.

Gülşah olan biteni izlerken gözü çevreyi tarıyordu bir taraftan. Mezarın kazılma anını, mezarcıyı, çırağı gözünde canlandırıyordu. Kendisi çırak olsa nereye koyardı kemikleri? Olay Burhanettin’in dediği gibi olmamıştı muhtemelen. Mermeri kırmış, yorulmuş, sıcaktan bunalmış, sigara molasını da uzatmıştı. Zıkkım içsindi! Çırağa kemikleri hangi ara verdiğini, hatta kemikleri verip vermediğini bile hatırlamadığından yüzde yüz emindi. Anlattığı gibi aramışlardı ancak ondan da bıkmışlar ve vazgeçmişlerdi. Çırağı azarlamış, “Sen kaybol, ben halledeceğim.” demişti. Belki çırak bile yoktu, hiç olmamıştı. Abisi de kendisi de görmemişlerdi çocuğu. Hayalî birini suçlamak daha kolaydır her zaman. Burhanettin var etmişti çırağı, sonra da köye gitti diye de kılıf uydurmuştu. Zavallı dedem. Kocaman bir “belki” nin içinde iskelet haliyle yürüyordu. Eğer kendisi kalkıp gitmediyse kim bilir nereye sıkışıp kalmıştı?

Gülşah da güneşten etkilenmiş, her şeyi gotik bir diziye dönüştürüyordu zihninde. Akıllarını kaçırmak üzereydiler. Sessizlik yemini edeceklerdi mecbur. Bir gariplik yokmuş gibi davranacaklardı.

Defin işlemi bitip seremoni sonlanınca Gülşah ve Emin yan yana durup taziyeleri kabul ettiler. Kendileri ve birkaç akraba kalınca babalarının yanına gittiler. Karınca yuvasına toprak dolmuş ve bir tepecik oluşmuştu. Başında ad-soyad, doğum ve ölüm tarihlerinin yazılı olduğu, toprağa saplanmış bir tahta parçası. Hemen önünde bir testi. Ama en tuhafı dedeleriyle ilgili bilgilerin yer aldığı mermer. O da tahtanın hemen arkasında. Ölüsüz ve kemiksiz bir mezar taşı. Gülşah ve Emin avuçları açık; mezarlıktaki çam ağaçlarından farksız, yüzyıldır oradaymış gibi yaşlandılar. Burhanettin az ötede, her şey normalmiş gibi balkon göbeğiyle dikiliyordu. Ölene kadar görülmemesi gereken insandı artık.

Gülşah özür diledi babasından. Becerememişlerdi bu kadar basit bir işi. Ertesi sabah gelip arayacaklardı şüphesiz. Abisiyle kısa bir an bakışıp sessizce anlaşmışlardı. Gerekirse kazacaklardı birkaç yeri. Gülşah umutsuzdu gerçi. Bulunmak istemeyeni -canlı ya da ölü- kimse bulamazdı.

Dedesi yoktu. Gitmişti. Yaşarken anlaşamadığı oğluyla öldükten sonra üç metrekarelik dört duvar arasında bile birlikte olmak istememiş miydi? Kader mi yoksa tatsız bir oyun muydu?

Bir haziran sabahı ansızın döner miydi?

Belki…

Yorum yapın