
Söyleşi: Zeynep Begüm Güney
Savaş, çoğu zaman rakamların soğuk diliyle ya da siyasi raporların dar kalıplarıyla anlatılır. Oysa savaşın en çarpıcı yüzü, bir çocuğun gözlerindeki korkuda, bir annenin sessiz feryadında, genç bir kızın yarım kalan hayallerinde gizlidir. Ayşe Müzeyyen Taşcı’nın Kızıl Zambak: Savaşın Masumları adlı eseri, Bosna’nın yakın tarihine bu kırılgan bakış açısıyla yöneliyor; istatistiklerin gölgelediği insani hikâyeleri gün yüzüne çıkarıyor.
Taşcı’nın kalemi gücünü kurmacadan değil doğrudan hayatın içinden süzülmüş gerçeklerden alıyor. Yıllara yayılan gözlemler, birebir röportajlar ve sahici tanıklıklar kitabın omurgasını oluşturuyor. Selma, Mersiha, Melika, Ferida ve daha nice ismin sesi, sayfaların arasından yükseliyor. Bu sesler, yalnızca savaşın dehşetini aktarmıyor; insanın en zor koşullarda bile direnme, birlik olma, umut etme ve yaşamı yeniden kurma gücünü de gözler önüne seriyor. Bir çocuğun basit bir çikolata isteği, sıradan bir talep olmaktan çıkarak savaşın insan ruhunda bıraktığı derin yarayı görünür kılıyor.
Yazar aşırı bir duygusallığa kapılmadan ve belgesel soğukluğuna da düşmeden, hem kalbe hem zihne hitap eden bir anlatı kuruyor. Bu üslup sayesinde okur, Bosna’nın acı dolu yıllarını yalnızca okumakla kalmıyor, âdeta yeniden yaşıyor. Kitap ilerledikçe, bir coğrafyanın sınırlarını aşan evrensel bir sorumluluk çağrısıyla karşılaşıyoruz. Çünkü bu satırlar, yalnızca Bosnalılara değil; tüm insanlığın vicdanına yöneltilmiş bir imtihanı hatırlatıyor.
Eserin genelinde Aliya İzzetbegoviç’e yapılan atıflar karşımıza çıkıyor. Onun sözleri ve duruşu, savaşın sadece politik değil, aynı zamanda ahlaki bir sınav olduğuna işaret ediyor. İzzetbegoviç’in bilge liderliği, bir halkın varoluş mücadelesine pusula olurken, Taşcı’nın anlatımı bu deneyimi gelecek kuşaklara aktarıyor. Böylece kitap, geçmişin yükünü bugünün sorumluluğuna dönüştürüyor.
Kızıl Zambak, bireysel hikâyeleri toplumsal bir hafızaya dönüştürme gayretinin ürünü. Bosna ve Sancak’ın Osmanlı’dan günümüze uzanan tarihsel serüveninden de kopmadan, komünist baskılar ve 1990’ların soykırımıyla birlikte çarpıcı bir şekilde ele alınıyor. Bu tarihsel çerçeve, kişisel tanıklıklarla birleştiğinde ortaya hem edebî hem de belgesel nitelik taşıyan güçlü bir anlatı çıkıyor.
Sonuçta Kızıl Zambak: Savaşın Masumları, yalnızca savaşın karanlık yüzünü göstermiyor; aynı zamanda insana dair iyiliğin, dayanışmanın ve direncin hikâyesini de anlatıyor. Okuru hüzne davet etmekle birlikte sorumluluk almaya çağırıyor. Görmezden gelinen hayatları görünür kılan bu şahitlik kitabı, Bosna’nın acısını insanlığın ortak vicdanına taşıyor.

Kızıl Zambak: Savaşın Masumları uzun yıllara yayılan bir birikimin ürünü. Öncelikle bu kitabı yazma fikri sizde nasıl doğdu, sizi bu çalışmaya yönlendiren kişisel motivasyon neydi?
Bilindiği üzere 1992-1995 yılları arasında Bosna Hersek bugünkü Filistin ve Gazze benzeri bir savaş ve soykırım yaşadı. 20’li yaşların başında bir genç olarak bu savaşa yakinen tanıklık etmiş olmam benim için bir milat olmuştur. O yıllarda dünyanın gözü önünde, Balkanların orta yerinde alenen bir soykırım yaşanıyordu. Sırp Faşizmi “Büyük Sırbistan” hayalinin bir ürünü olarak Bosna Hersek’in tüm şehirlerine yönelik başlattığı saldırılarda “Müslümanlara yönelik etnik temizliğe” dair açıklamalar yapıyordu. İkinci dünya savaşından sonraki bu en kanlı savaşta silahsız, ordusuz savunmasız Boşnak halkı yapayalnız bırakılmıştı. Her vicdan sahibi insan ve Müslüman gibi biz de yardım faaliyetleri ile Müslüman Boşnaklara destek olmaya çalışıyorduk. Bölgeden gelen ilk Boşnak Muhacirlerden biri yaşamımda önemli bir yere sahip oldu. O, Selma (müstear) ismi ile kitabımın ana karakteri ve sonrasında yakın dostum olan bir Şehit eşi idi. Yolumuzun kesiştiği bu güzel insanla, tüm acılarına rağmen, savaş bitene dek birlikte çalıştık. O güne dek sadece Necmettin Erbakan’dan işittiğimiz Aliya İzzetbegoviç ismi ile bildiğimiz Bosna, sevgili dostumla ete kemiğe büründü ve genç yaşımda koca bir tarihi hafızama kazıdı. Beş yıl boyunca her fırsatta saatlerce konuştuk; o anlattı ben dinledim, ben anlattım o dinledi. İşte böylelikle bu kitap Rahmetli dostumun hastane odasında defalarca dile getirdiği “bunları mutlaka yazmalısın” vasiyetinin bir sonucu olarak ortaya çıktı.
Yazım sürecinde tanıklıkları derlemek, onların acılarını yeniden hatırlamak sizin için duygusal olarak nasıl bir deneyim oldu? Bu sürecin sizde bıraktığı en derin iz nedir?
Öncelikle şunu ifade etmeliyim, çok kıymetli dostlar tanıdım ve bahsi geçen coğrafya o dostlarla daha bir anlam kazandı. Öte yandan çok uzun zaman boyunca hiç yazmadım, sadece okudum araştırdım. Bu yaşananların geriye dönük tarihî ve siyasi olaylarını inceledim. Balkanların tartışmasız lideri olan Aliya İzzetbegoviç’in anılarının yer aldığı kitapları satır satır okudum, inceledim. Zihnimde uzun zamanlar şekillendirdim ve tanıklık ettiğim bu hususlar üzerinden geriye bir belge niteliği taşıması bakımından yazmaya başladım. Ancak salt bilgileri derleyip yazdıklarım bana yaşananların duygusunu hissettirmedi. Sonrasında Selma’nın vasiyetini de dikkate alarak onun üzerinden tüm hikâyeyi geçmişten bugüne kurgulayarak kaleme aldım. İstedim ki hikâye sadece kişilerin yaşadıklarıyla kalmasın aynı zamanda Balkanların tarihine, geçmişine, mücadelesine ve kıymetli şahsiyetlerine de bir kapı açsın. Eser içerisinde bahsi geçen her hikâyenin kahramanı ile yakinen tanışma şansım oldu ve yazarken en az onlar kadar zor duygular yaşadım. Her hikâyeyi yaşayarak, hissederek dinledim, hafızama kazıdım. Bu da ruhsal açıdan pek kolay olmadı elbet. Esasında kimse konuşmak da istemiyordu. İnsanların sustuğu, şehirlerin konuştuğu bir savaş travması vardı Bosna’da. Ancak dostlarım bu yaşananların geleceğe taşınması için öykülerini -zorlukla da olsa- benimle paylaştılar. Onlara minnettarım.
Kitapta yer verdiğiniz Selma, Mersiha, Melika, Ferida gibi isimler, savaşın en masum yüzlerini temsil ediyor. Onların hikâyelerini aktarırken yaşantılarının en çok hangi yönlerini gün yüzüne çıkarmak istediniz?
Onlar benim tanıdığım en kahraman ve en şahsiyetli hanımlardı. Boşnak halkının yaşadığı bu ağır savaşta, olaylara bakış açılarındaki feraset, direnç, güçlü kişilikleri beni etkileyen ve kendilerine olan hissiyatımın yüksek bir saygıya dönüşmesine neden olan kimselerdi. Ne yazık ki ilk tanıdığım dostumu yıllar önce savaştan hemen sonra Hakk’a uğurladım. Ancak o aynı muhabbetle her daim gönlümdeki yerini muhafaza ediyor. Diğerleri ise hâlâ görüştüğüm, aynı saygı ve muhabbeti yüreğimde taşımaya devam ettiğim sevgili dostlarım.
Anlatınızı dikkatle okuyanlar, ham duygusallığa düşmeden ama aynı zamanda soğuk bir belgesel dili kurmadan ilerlediğinizi fark ediyor. Bu dengeyi nasıl kurdunuz?
Bilemiyorum belki konuyu içselleştirmem, uzun yıllar fikren ve fiziken bu coğrafya ile kurduğum yakınlık, kendimi tüm bu unsurların bir parçası gibi hissetmem olabilir. İç dünyada uzun zamanlar yer almış, olgunlaşmış doğal bir akış gibi sanki.
Eserinizde sık sık Aliya İzzetbegoviç’in sözlerine ve eylemlerine atıfta bulunuyorsunuz. Onun liderliği bu kitabın ruhuna nasıl yön verdi?
Evet gerçekten de Aliya İzzetbegoviç benim ilham kaynağım. Yıllardır özellikle gençlere her fırsatta uzun uzun anlattığım önemli, örnek bir şahsiyet. Müslüman varlığının Balkanlardaki devamında çok büyük bir mücadeleye imza atmış, tüm Balkan halkı tarafından saygı ve muhabbetle kabul görmüş bir lider olması beni fevkalade etkilemiştir. Her eserini okudukça hayranlık duyduğum bu şahsiyetin mücadelesinin her aşamasında, farklı mesuliyetleri omuzlayarak ânın vacibi ne ise onu yerine getirmiş olması, ufku, feraseti, bilgeliği kitabımın ruhunu şekillendirdi diyebilirim. Aliya yakın tarihin en muhteşem liderlerinden biri olarak ufuk çizgime çok şey kattı.
Bosna Savaşı’nın unutulmuş tanıklıklarını bugüne taşıyan bu hikâyelerin günümüz coğrafyalarına (örneğin Filistin ya da Doğu Türkistan) dair nasıl evrensel bir mesajı var?
Tarih tekerrürden ibarettir ve küfür (zalim) tek millettir. Bu hadiselerin meydana gelmesine sebep olan irade hep aynı irade olarak karşımıza çıkıyor. Etnik kimlikler ve özellikle de İslam’a olan tahammülsüzlük mevcut zulümlerin geldiği akıl almaz noktanın temelinde yatıyor. Diğer taraftan ise dünyaya hâkim olmak, Müslümanların coğrafyaları üzerinden kendi kapitalist, faşist hegemonyalarını kurmak çabası, bu coğrafyalarda somut bir şekilde karşımıza çıkıyor. Yeni Dünya Düzenini kurmak isteyen aktörler haritaları yeniden çizmek istiyor. Siyonizm Orta Doğuya, Sırp faşizmi bütün bir Balkanlara, Çin sömürgesi de Türkistan üzerinden tüm dünyaya hâkim olmak istiyor. Dolayısıyla genetik karakterler benzer, ihtiraslar aynı istikamete yol alıyor. Netice itibarı ile bahsi geçen coğrafyaları zahirden okurken böylesine evrensel bir boyutla görebilmek lazım.
Kitabınız, bireysel hayatları görünür kılmanın yanı sıra toplumsal hafıza açısından da bir katkı sunuyor. Sizce edebiyat, tarihin resmî kayıtlarına kıyasla nasıl bir şahitlik gücüne sahip?
Bu sadece belgelerin ortaya koyduğu değil, aynı zamanda yaşamların da şahitlik ettiği bir tarihi kapsıyor. Geriye dönük tarihin yaşanmışlıklarının hafızayla birleşmesi gerçeğin ete kemiğe bürünmesi anlamına geliyor. Tarihî hakikatleri yaşanmışlıklara giydirebildiğinizde ve her ikisini de edebiyatın gücü ile beslediğinizde toplumsal hafızaya duygu ve gerçeklik kazandırmış oluyorsunuz. Bu ise belgelere, yaşananlara bir ruh katıyor.
“Kızıl Zambak” ismi güçlü bir sembolizm taşıyor. Neden bu başlığı tercih ettiniz, bu başlığın sizin için nasıl bir anlamı var?
Zambak Müslüman Boşnak Halkı için son derece önemli anlamlar içermektedir. Zira beyaz zambak; yeniden doğuşun, saflığın, masumiyetin sembolüdür. Bilindiği üzere Bosna Hersek diğer Balkan ülkeleri gibi neredeyse 45 yıl Yugoslavya devleti çatısı altında Komünizmle yönetilmişti. Müslümanlar başta olmak üzere tüm halklar açısından oldukça zorlu geçen bu dönem 90’ların başında Berlin duvarının yıkılmasıyla başlayan süreçle beraber sona ermişti. Böylelikle “iki kutuplu Dünya” tarihe gömülmüş, soğuk savaş dönemi nihayete ermişti. Sonrasında kurulan Bağımsız Bosna Hersek Devletinin bayrağında da yer aldığı gibi Müslüman Boşnak Halkı yeni süreci kendileri için beyaz zambakla anlamlandırmışlardı. Yaşanan Savaş Bosna Hersek’in bağımsızlığı ve masumiyetine yönelik bir soykırıma dönüşürken “beyaz zambak şehit kanlarıyla kızıla boyanmıştır”. Buna atıfta bulunarak eserin ismini Kızıl Zambak olarak belirlemiş oldum.
Son olarak, bu kitabı okuyanların kitabın kapağını kapattıktan sonra yanlarında taşımalarını istediğiniz en önemli duygu ya da düşünce nedir?
Diyebilirim ki özelde İslam coğrafyalarını genelde ise tüm dünyadaki tarihî hakikatleri anlamam Bosna ile yakınlaşmam sayesinde oldu. Müslüman Boşnak halkının destansı direnişi, tarih boyunca İslam’ın sancağını Balkanlarda dalgalandırmak için verdikleri mücadele, ödedikleri ağır bedeller, konuya dair daima kalbimizde taşımamız gereken en önemli mefhumlardır. Faşist Sırp Generallerin “çok değil en fazla üç ay sonra Balkanlarda Müslüman diye bir problemimiz, İslam diye bir derdimiz kalmayacak” şeklindeki açıklamalarıyla başlattıkları etnik temizliğe 5 yıl direnen ve İslam’ın sancağını yere düşürmeyen bir milleti duygu dünyamızda önemli bir yere yerleştirmeliyiz. Çok farklı etnik kültür ve farklı dinlerin var olduğu bölgede her 50 yılda bir çıkan savaşlara rağmen inanç ve değerlerini ayakta tutmak uğruna Müslüman Boşnakların ortaya koyduğu mücadele ve direnç, saygıyı ve minneti hak etmektedir. Açıkça ve sitemle ifade etmeliyim ki bölgeye gerçekleştirilen birkaç günlük gezi turlarıyla koskoca bir tarihi ve mücadeleyi anlamak mümkün değildir. Bu bakımdan zihin ve gönül dünyamızda Balkanlara ve Bosna Hersek’e derin ve etkin bir yer açmalıyız. Aksi takdirde sadece bu coğrafyada değil tüm coğrafyalarımızdaki tarihî hakikatlere vâkıf olamayız.

















