Bir Ölüm Kalım Meselesi: Nacişko’nun Karşılaşma’sında Kuir Hafıza ve Direniş | Gülsel Ceren Güneş

Eylül 15, 2025

Bir Ölüm Kalım Meselesi: Nacişko’nun Karşılaşma’sında Kuir Hafıza ve Direniş | Gülsel Ceren Güneş

Alakarga Sanat’ın yayımladığı Nacişko imzalı Karşılaşma, kuir edebiyatın Türkiye’deki yolculuğuna yeni bir durak ekliyor. Yazarın ilk kitabı olmasına rağmen güçlü ve sahici bir sesle karşılaşıyoruz. Bu açıdan bende çok uzun zamandır yazdığı hissi uyandırdı. Öyküler, gündelik hayatta çoğu zaman gözden kaçan anları büyüteç altına alarak okuru hem bireysel kırılganlıklarla hem de toplumsal baskılarla yüzleştiriyor. Kuir edebiyat yalnızca LGBT+ karakterlerin varlığı değil; normatif cinsiyet/kimlik/ilişki kalıplarının sorgulanması, yıkılması, belirsizleşmesi, “öteki”nin görünürlüğe çıkması gibi unsurlar da içerir. Nacişko bizi kısacık bir öykü içerisinde bile pekçok ötekileştirilmiş kişiyle karşılaştırmayı başarıyor.

Kitapta yer alan “Başlangıç” isimli ilk öyküde  geçen şu cümle, adeta kitabın ruhunu özetliyor: “Ölüm kalım meselesi olmuş insanın doğduğu yerde sevişmek istemesi.”

Bu satır, kuir varoluşun nasıl da basit bir arzu ile ölüm riski arasına sıkıştığını gözler önüne seriyor. Doğduğu yerde, yani aidiyetin en güçlü biçimde hissedildiği, ya da hissedilmesi gerektiği, topraklarda kendi kimliğiyle var olmak… Ne kadar sıradan ve insani bir istek. Fakat toplumsal normlar, heteroseksist düzen ve homofobik şiddet, bu arzuyu bir anda “ölüm kalım” meselesine dönüştürüyor. Bu cümle, kuir edebiyatın en temel meselelerinden mekân, aidiyet ve kimlik arasındaki gerilimi çarpıcı bir yalınlıkla dile getiriyor.

Çarpıcı yalınlık bütün öykülerde öne çıkan bir unsur. Yazar rahatlıkla konuları ve karakterleri köpürtülebilecek, mağduriyet üzerinden duyguları sömürebilecekken yalın, sade, şeffaf bir dille anlatmış meseleleri. “Lisedeydi, öğretmeni çağırmıştı bir gün, gittik okula. Dedi ki oğlunuz biraz kibar.” cümlesini buna örnek verebilirim. Sayfalarca okuldan, öğretmenlerden, karakterin yaşadığı duygulardan, çalkantılardan bahsebilecekken sizi bu cümleyle karşılaştırıp yaşanmış olabileceklerle tek başınıza bırakıyor; hayatın karakterleri tek başına bıraktığı gibi.

Nacişko’nun öykülerinde yalnızca bireysel hikâyeler değil, kolektif hafıza da kendine yer bulmuş. Kitapta, Ahmet Yıldız’ın öldürülmesini konu edinen Zenne filmine yapılan gönderme, kuir edebiyatın politik boyutunu da açığa çıkarıyor. Ahmet Yıldız, Türkiye’de homofobik nefret cinayetlerinin en bilinen kurbanlarından biri. Onun hikâyesi, kuir bireylerin yalnızca kişisel olarak değil, toplumsal ölçekte de maruz kaldığı şiddetin simgesi. Nacişko, bu göndermeyle kuir edebiyatın bir başka yönünü hatırlatıyor: Belleği canlı tutmak, unutmaya ve unutturmaya karşı direnmek. Yazar bunu çok üstü kapalı yapmış; “Yazık, Ahmet çocuk vardı bir filmde, ona çok üzüldüm, çok ağladım. Ay dedim iyi ki bizimkinin böyle töre möre şeyleri yok. Okumuş yazmış adam tabii, hâkim olmuş o kadar, silah çeker mi hiç çocuğuna.” Bu açıdan yazarın daha açık olmasını tercih edebilirdim açıkçası. Ahmet Yıldız’ı ve Zenne filmini bilmeyen bir okuyucu için bu gönderme hiçbir şey ifade etmiyor, hatta kurgu sanılabilir. Bir yandan da Nacişko’nun “Bilen biliyor” diye düşünmüş olabileceğini saygıyla karşılıyorum.

Kitapta yer alan öykülerden bazıları babaların bastırılmış duygularına, bazıları aile içindeki küçük çatlaklara, bazıları ise toplumsal cinsiyet rollerinin görünmez baskılarına odaklanıyor. Öykülerde çok farklı sosyolojik, ekonomik, sınıfsal geçmişlere ve geleceklere sahip olan anlatıcılarla karşılaşıyoruz. Gündelik hayatın sıradan görünen anları, kuir bir camın ardından bakıldığında başka türlü anlamlar kazanıyor. Bir saç kesiminin aile için yarattığı gerilim; kadının ve erkeğin nasıl tanımlandığına, hangi normların içselleştirildiğine işaret edebiliyor. Bazen bir babanın sessizliği; aslında kendi içindeki bastırılmış arzuların, korkuların ve toplumsal baskının izlerini taşıyor. Bir annenin fazlaca “kibar” bulunan oğlunu doğurduğu ilk günkü gibi, hep olduğu gibi sevmesine ve başka annelerle dayanışmasına kucak açıyoruz. Bütün bu karakterler Nacişko’nun edebi arayışının geniş yelpazesine işaret ediyor. Bir öyküde insan ilişkilerindeki kırılganlıkları anlatırken, diğerinde toplumsal belleğe sesleniyor.

Yazarın dili ise gösterişsiz ama çarpıcı. Ne okuru yabancılaştırıyor ne de didaktik bir tavır sergiliyor. Sorunlara bir çözüm arayışı da yok. Aksine, sadece fotoğrafı çekmiş. Öykülerin dili hem samimi hem de kırılgan bir tonda kurulmuş. Bu kırılganlık, kuir edebiyatın en önemli özelliklerinden biri: normların dışında kalanların yalnızlığını, görünmezliğini ve direncini aynı anda hissettirmek. Yazarın imla kurallarını bilinçli bir şekilde esnetmesi ve parçalanmış anlatılar da kuir edebiyatta sıkça rastlanan estetik tercihler. Bunu “ilginç olma çabası” olarak yorumlayan eleştirmenler olduğunu biliyorum, onların aksine benim çıkarımım daha teknik bir yerden. “Öteki”leri anlatan metinlerin teknik olarak da “diğerlerinden” ayrılması metin-anlatım uyumunu sağlıyor. Kuir edebiyat eserlerinin 18. yy  Tanrı anlatıcısına ve betimlemelerine sahip olmasını beklemek biraz tembellik gibi geliyor bana.

Kitabın bazı öykülerinde daha kapalı bir anlatı tercih edildiğini, okurdan biraz daha çaba isteyen bir kurguya yaslandığını görüyoruz. “Seninle dışımdan konuşmak bana garip geliyor” diyor anlatıcı; şu kadar zamandır görüşmemiştik, şöyle heyecanlandım, böyle olmuştu demiyor. Ya da “Annemin başına oturuyorum. İyi bir çocuk olup da dua biliyormuş gibi yapmıyorum.” Mekanları ve karakterleri bu netlikte tanımaya çalışıyorsunuz. En nihayetinde kitap adıyla da yaşayacağınızın sadece “karşılaşma” olacağını baştan söylemiş. Uzun betimlemelere alışkın okurlar için biraz zorlayıcı bulunabilir ama güzel bir deneyim olacaktır.

Karşılaşma, kuir edebiyatın Türkiye’deki temsillerini çeşitlendirirken kişisel hikâyelerden toplumsal hafızaya uzanan bir yol açıyor. Yazarın ilk kitabı olması da ayrı bir heyecan, bundan sonraki eserlerine dair bir sabırsızlığım var. Öykülerin de kitabın da oldukça kısa olması bende “Roman yazsa nasıl olur?” merakını uyandırdı. Dilerim romanlarını okuma şansımız olur. Tek başına bu öykü kitabı bile kuir edebiyatın yalnızca bir yazın türü değil; aynı zamanda bir direniş, bir görünürlük ve bir hafıza pratiği olduğunu hatırlatıyor. Ölüm kalım meselesine dönüşen arzuların, görünmez kılınan hayatların, unutulmak istenen hikâyelerin sesi oluyor.

Belki de en önemlisi, okura kendini yalnız hissetmemesi için edebi bir alan açıyor.

Yorum yapın