
Söyleşi: Sibel Unur Özdemir
Sevda Yüksel’in “Hiç Olmazsa Yolumu Gözleyen İki kedim Var” adlı öykü kitabı Bizim Çağ Kitaplığı Yayınları tarafından yayımlandı. Yazarla son kitabı üzerine konuştuk.
Sibel Unur Özdemir: Edebiyat dünyasına 1996’da yayımlanan Ankara’da Kar Yok adlı öykü kitabıyla girdiğinizi biliyoruz. Öncesinde ve sonrasında da dergilerde yetişkinler için kaleme aldığınız öykülerle karşılaştık ancak 2007’den sonra yalnızca çocuklar ve gençler için yazdığınız kitaplar okurlarla buluştu. Söze bu duruma bir açıklık getirerek başlayalım mı?
Sevda Yüksel: Yazmak, insanın kendisini tanımasının da bir aracı. Yaza yaza adımladığım bu yolda çocuklar ve gençler için yazmanın bana daha iyi geldiğini ayrımsadım. Ancak bütüne bakmak gerekir. Bütün bana, okurlardan (kimin için yazdığımdan) bağımsız olarak “yazmayı sevdiğimi” söylüyor. Çok yazarım. Günlükler, anılar, mektuplar, kitap tanıtım ve inceleme yazıları, gezi yazıları, söyleşiler, öyküler, romanlar… Sürekli bir arayış içinde ellerim sık sık bilgisayarımın tuşlarıyla buluşur. Yayımlanmaya değer gördüklerim kadar görmediklerim de olur. Şuna ya da buna ara verdim diye bir durum söz konusu değil yani. Gün ışığına çıkmak için sırası gelen okurla buluşuyor.
Sibel Unur Özdemir: “Hiç Olmazsa Yolumu Gözleyen İki kedim Var”da yer alan on dört öyküde kadınların dünyasına kapılar aralıyorsunuz. 1950’li yıllardan 2020’li yıllara uzanan süreçte yurt dışında, kentte, kasabada, köyde yaşayan öykü kahramanlarınız kendi gerçeklikleri içinde bir mücadele veriyor. “Hayat, bir mücalededir” diyorsunuz. Bu mücadelede kadına düşen rolü nasıl belirliyorsunuz?
Sevda Yüksel: Ben demiyorum, öyledir, hayat bir savaşımdır. Önemli olan bizim bu savaşımın neresinde, nasıl durduğumuzdur. Öncelikli olan savaşımın kendisidir, sonucu değil. Elbette gönlümüz tüm savaşımlardan galip çıkmak ister ancak kimi zaman öyle olmaz. Sorunuza gelince onu öykü kahramanları üzerinden yanıtlamak isterim. Gül (Ahşap Kapıyı Şeker Pembesine Boyamak) evli, iki çocuklu, çalışan bir kadın. 1970’li yıllardayız. Koca; ailesine karşı sorumluluklarını yerine getirmeyen, şiddete başvurmaktan kaçınmayan, üstelik de eşini aldatan bir erkek. Ekonomik sıkıntıları olan bir aile. Çok bildik bir hikâye aslında. 1970’li yılları 2020’li yıllar da yapabilirsiniz. Gül, “kocamdır” deyip yaşananlara boyun da eğebilir, (Bunu yapan birçok kadın olduğunu biliyoruz.) yaşananları kabul etmeyip savaşmayı da seçebilir. Kolay bir seçim değil elbette ancak “bu sizin hayatınız”. “Benim hayatım ne?” farkındalığı yeterli. Bu erkek egemen düzende kadınlar güçlü olmalı, güçlü kalmalı.
Sibel Unur Özdemir: “Belki Bir Şeyler Olur” adlı öykünüzün adı verilmeyen kahramanı erkek egemen düzene boyun eğmiş bir kadın, değil mi? Güçlü olamadı, güçlü kalamadı.
Sevda Yüksel: Haksızlık etmeyelim. Mücadele etti. Boyun eğmediği için bedeller ödedi. Eşine evinin dışında yaşam hakkı tanımak istemeyen bir erkeğin zihniyetini benimsemedi. Küçük yaşta evlendi, kocası karşı çıksa da iki çocuklu genç bir kadınken üniversiteye gitti, mesleğini eline aldı. Resim yapmak istedi, yaptı; kocası resimlerini yırttı. Şiir yazmak istedi, yazdı; kocası “Bu şiirleri kime yazıyorsun?” diye üzerine yürüdü. Çocukları tarafından “normal bir anne” olmamakla suçlandı.

Sibel Unur Özdemir: Uyum içinde, dengeli bir birliktelik kurmak zor gibi bir sonuca gidebilir miyiz?
Sevda Yüksel: Eski bir şarkı da söylendiği gibi “ne seninle ne sensiz”. Kadın ve erkek birlikte olmak istiyor. Tek başınalığı sevmiyoruz. Büşra’yı (Hiç Olmazsa Yolumu Gözleyen İki Kedim Var) anımsayalım. İş güç sahibi, ekonomik durumu iyi, sağlığı yerinde, kendi ayakları üzerinde duran genç bir kadın. Mutlu değil. Kocası, çocukları olsun istiyor. Tilbe (Sait Faik’le Balığa Çıkmak) evli ama mutlu değil. Kocasını sevmiyor. Aşık olmak istiyor. Ebru (Güzel Olmak İstenen Bir Akşam) eşinden ayrılmış ancak yaşamında yine bir erkeğin olmasını istiyor. Sevgilisi, beklentilerine yanıt vermiyor. Kadın-erkek ilişkileri karışık, anlaşılması, çözülmesi güç bir konu. Uzaktan gazel okumayı kaldırmıyor. Belki kısaca şunu söyleyebilirim: Kadın ve erkek önce kendilerini var etmeli, ardından birlikte var olmalı.
Sibel Unur Özdemir: Miray (Pembe Miray) istisna diyebilir miyiz?
Sevda Yüksel: Miray’ın istisna olduğunu düşünmüyorum. Küçük bir kentte/kasabada yaşayan orta halli bir aile, Miray, kocası ve çocuğu. Miray’ın ve kocasının iyi bir eş ve anne/baba olmaktan başka hayattan beklentileri yok. Karı koca çalışacak, ev sahibi olacak, çocuklarını büyütecek… Biliyorsunuz “aile kutsal, başımızın tacı”. Yaşamının bir döneminde belki birçok kadın “Miray”dı. Öyle kalabilenler hâlâ mutlu mu diye sormak gerekir.
Sibel Unur Özdemir: Toplumun gözünde kadın “iyi bir anne, iyi bir ev hanımı, iyi bir eş, iyi bir gelin olmak” zorunda mıdır? Onun kendine ait bir alanı, istekleri, duyguları, hayalleri, kariyer planları olamaz mı? Evlilik için kendinden ödün vermek, duygu ve düşünceleri yok saymak mı gerekir?
Sevda Yüksel: Bizler, annelerimiz, anneannelerimiz az ya da çok bu yükü taşıdık ancak ben gençlerin bu zincirleri kırmaya başladıklarını düşünüyorum. Aslı (Ağaç Dallarında Bulutlar) o gençlerden biri. Düşlerini de yanına alarak Montreal’e gelin gidiyor. Aklından geçenler arasında öncelikle “iyi bir eş, ev hanımı, gelin, anne” olayım yok. Kendi anaokulunu açacağı günlere emek veriyor. Geldiği ülkenin dilini öğrenmeye çalışıyor.
Sibel Unur Özdemir: Aslı açısından baktığımızda “mutlu bir evliliği” olduğunu söyleyebilir miyiz?
Sevda Yüksel: Sanırım “söyleyemeyiz” diye düşünerek bu soruyu soruyorsunuz ancak bu erken bir yargı olur. Onlar herhangi bir çift değil, “göçmen bir çift”. Göçmenlik, uzun ve derin bir konu. Aslı ve kocası yalnızca birlikte yaşamayı değil; memleketlerinden, sevdiklerinden, alışkanlıklarından… uzakta var olabilmeyi de öğrenmek zorundalar. Aslı, bu mücadeleye hazır. Ben ona güveniyorum.
Sibel Unur Özdemir: Söyleşimizin geldiği noktada kadının kendi hayatı üzerinde söz hakkı olması gerektiğinin altını çizdiğinizi görüyorum ancak ülkemizin gerçekleri her zaman buna izin vermiyor. “Anam Mutsuzdu” öykünüzden alıntılıyorum: “Anam daha sokakta ip atlarken onu apar topar içeri çağırıp, elini yüzünü yıkayıp başına bir de eşarp örterek görücüye çıkardıklarında on üç yaşındaymış.” (s. 72) On üç yaşındaki o çocuğa söz hakkı tanınmadı.
Sevda Yüksel: Buradaki yanlış elbette o çocuktan kaynaklanmıyor. Kadına yüklenen, dayatılan tüm olumsuzlukların geçmişi o kadar eskiye dayanıyor ki “Nedir kadınlarla alıp veremediğiniz?” diye çığlık atıyoruz artık. Biliyoruz tabii bu sorunun yanıtını. “Erkek egemen düzeni kabul etmeyeceğiz, cinsiyetimizden dolayı ayrımcalığa uğramayacağız, ezilmeyeceğiz, sömürülmeyeceğiz, kendi ayaklarımız üzerinde duracağız, kendimizi var edeceğiz…” diye hepimizin bildiği maddeleri uzayıp gidecek bir listenin işaret ettiği yerde her zaman “SAVAŞIM” olacak. Öykülerimin de bu savaşımda bir yeri olmasını dilerim.
Sibel Unur Özdemir: Bir yapıtın değerini kuşkusuz okurlarına sordurduğu sorular da belirler.
Öyküleriniz okurlarınıza başka hangi soruları yöneltecek, onları hangi soruların arkasına düşürecek? Kitabınızla okurunuzu baş başa bırakarak ben izninizle aradan çekileyim. Zaman ayırdığınız, sorularımı içtenlikle yanıtladığınız için teşekkür ediyorum.
Sevda Yüksel: Emeğinize sağlık. Eksik olmayın.
















