Söyleşi: Pınar Yılmaz
ON8 Kitap’tan çıkan yeni romanınız Kırmızı Paltolular, yapay zekâ, distopya ve bilimkurgu gibi konularda kaleme aldığınız eserlerden biraz farklı… Daha çok metafizik, doğaüstü ögelerle bezeli, kimlik ve aidiyet ekseninde şekilleniyor. Bu farklı yola girme fikri nasıl ortaya çıktı/ bu yön değişikliği nasıl ortaya çıktı?
İki faktör var. İlk olarak, beni derinden etkileyen Fransız televizyon dizisi Les Revenants’dan ilham aldım. Dizide, on yıl önce bir okul gezisi otobüsü kazasında tüm çocukların öldüğü bir kasaba, o çocukların olan biteni bilmeden “geri dönmesi”yle yeniden sarsılıyor. Ve bu on yıl boyunca adapte olmuş ebeveynlerin hayatları tekrar altüst oluyor. Diziyi izlemeyi bitirdiğimde aklıma şu soru geldi: Çocuklar yerine ebeveynler geri dönse ne olurdu? Ters açıdan bakmayı hayal ettim. Daha sonra, kliniğimde tanıştığım birçok çocuğun, “Ebeveynlerimi sevmiyorum, arkadaşlarımın ebeveynleri daha iyi, keşke onları değiştirebilsem,” hayallerini düşündüm. Kendime sordum: Eğer onları gerçekten değiştirmek mümkün olsaydı, ne yaparlardı? Ve böylece kitap ortaya çıktı.
“Palto” figürü, edebiyatta bazen koruyucu bazen de gizleyici bir nesnedir. Bu doğrultuda “kırmızı paltolu” kadınların tam olarak neyi simgelediğini ve neden özellikle kırmızı vurgusunu kullandığınızı merak ediyorum/ bu renk ve sembol sizin için neyi temsil ediyor?
Öncelikle, derinden hayran olduğum Schindler’in Listesi filmine bir saygı duruşunda bulunmak istedim; filmdeki tek renk unsuru, kırmızı paltolu küçük kız. Kırmızı paltolu kadınlar, aynı zamanda kimi çocukların sahip olduğu hayallerinin gerçeğe dönüşmesini simgeliyor, ebeveynlerini değiştirme arzusunu ya da evlat edinilmiş olanlar için biyolojik ebeveynleriyle tanışma isteğini. Gerçek ebeveynlerini bulmak için her yolu deneyenlerle tanıştım; ancak, sonunda büyük bir hayal kırıklığına uğradılar ve gerçek ebeveynlerinin onları yetiştirenler olduğunu fark ettiler. Kırmızı, elbette tutku ve aşkın rengi; ama tehlikenin de rengi. Palto ise hem korur hem de ısıtır; ama bununla birlikte saklar, gizler. Son olarak, belki çok ince de olsa bir “İtalyan dokunuşu” da vardır, bizde giyim, yalnızca bedenimizi örtmek için değildir, aynı zamanda bir varoluş biçimidir.
Romanda, çocukların öz annelerinin “geri dönüşü” sanki keşkeleri ortadan kaldırıyor ve iki tarafın da dileklerinin gerçekleşmesini sağlıyor. Bu noktada, kurguyu oluştururken hangi tarafın “keşke”sine öncelik verdiğinizi merak ediyorum. Annelerin mi çocukların mı?
Bir romanı kurgularken sabit bir varsayımla başlamıyorum, öykünün ve karakterlerin bana yön göstermesine izin veriyorum. Onları ben takip ederim, onlar beni değil. Aslında ben karakterlere dönüşüyorum. Bu da demek oluyor ki, anneler hakkında yazarken bizzat onlar oluyordum, içgüdülerini, arzularını, hayal kırıklıklarını, eğilimlerini anlıyordum. Paolina’nın, Alberto’nun, Mattia’nın ve Eleonora’nın hikâyelerini anlatırken, kendimi Paolina, Alberto, Mattia ve Eleonora olarak hissettim. Onların hissettiklerini ben de tattım; umutlarını, korkularını, hatta dürtülerini yaşadım. Onların seçimleri benim seçimlerim oldu. Yazarlığın güzelliği de burada yatıyor: Sonsuz hayatlar yaşayabiliyorsunuz. Hikâyede karşılaştığı karakterlerle kendini özdeşleştiren okur da aynısını deneyimliyor.
Kitaplarınızda psikolojiden yapay zekâya, çocuk edebiyatından bilimkurguya kadar pek çok alanda, özel bir dil yakaladığınızı düşünüyorum. Ancak Kırmızı Paltolular bu anlamda belki de psikolojiye/psikanalizle en çok diyaloga giren kitabınız. Bu noktada, birbirine benzer ancak bir o kadar da ayrı disiplinlerle bu işbirliğini/ortaklığı nasıl kuruyorsunuz?
Psikanaliz, özellikle de kendi uzun süren kişisel analizimle başladığım psikanaliz, sayesinde öğrendiğim en önemli şey, farkı yaratanın ayrıntılar olduğudur. Başımıza gelen hiçbir şey önemsiz değildir. Freud’un “gündüz kalıntısı” dediği öğelerden oluşan rüyaları düşünün. Yol tabelaları, ev pencereleri, bitkiler, kırmızı ışıkta duran arabalar gibi bilinçli olarak dikkat etmediğimiz pek çok unsur, görsel alanımıza girer ve zihnimizde yer eder; öyle ki, bir sonraki gece rüyalarımızda belirirler ve sonra zihin tarafından yer tasarrufu gerekçesiyle tamamıyla bir kenara atılırlar. Bunun yanı sıra, birlikte çalıştığım çocukların bana anlattıklarından da çok faydalandım, bazen kendilerini bile korkutan, genellikle kimseyle paylaşamadıkları düşüncelerinden, özellikle de ebeveynleriyle ilgili olanlardan.
Romanda tartışılması gereken bir diğer konu da şüphesiz annelik. Çocuklar, seçimlerini yapıyor ancak ben size hem bir yazar hem de bir doktor olarak fikirlerinizi sormak isterim. Yazar Luigi Ballerini ve Psikanalist Luigi Ballerini, hangi seçimi neden yapardı?
Şöyle söyleyeyim, yazar Luigi Ballerini ile psikanalist Luigi Ballerini arasında aslında bir ayrım yok; çünkü ikisi de aynı insanın, Luigi Ballerini’nin, bileşenleri. Annelik, kişisel olarak beni derinden ilgilendiren bir tema; belki de ergenliğin başında annemi kaybetmiş olmamdan dolayı. Hem varlığıyla, ki bazı bakımlardan çatışmalıydı – ki bu da doğal olabilir – hem de o acı yokluk hissiyle yüzleşmek zorunda kaldım. Okurlarım romanlarımda anne kaybı temasının sık tekrarlandığını belirtirler. Bu, yazıma bilinçsizce yansıyan, ben farkında olmadan ortaya çıkan bir unsur. Ve bu beni hâlâ derinden büyülüyor.

















