Öykü: Cin | İbrahim Paşa Akça

Temmuz 19, 2025

Öykü: Cin | İbrahim Paşa Akça

Doğunun herhangi bir canlıya rahmet etmediği kavurucu sıcak bir cumartesi günü öğleden sonra sanayide çırak olarak çalıştığı işten eve döndü. Dükkânda birikmiş olan tüm haftanın kir ve yağını temizledikten sonra sıraya girmiş, ustanın ona verdiği haftalığı yağdan kalıp hale gelmiş pantolonunun cebine sokmuş, bir kuruşuna bile dokunmadan kavurucu sıcak altında eve dönmüştü. Tüm parayı annesine verip bir işe yaramanın gurur cümlelerini alamadan o haftanın da bittiğini anladı. Annesi haftaya yakın şehirlerden birindeki bir köye akrabalarının kızını ziyarete gideceğini söylediğinde yalvarır gözlerle annesine baktı. Köye kendisinin de götürülmesi için bir süre laf ebeliği yapıp, istediğini elde edene kadar bir kedi sırnaşıklığı ile tüm yorgunluğunu kavurucu sıcakla buharlaştırıp annesine yardım etti.
Hayatında gördüğü tek köy Çukurova’nın yeşil sulak köylerinden biriydi. Yine öyle bir köyü gözünde canlandırdı. Köy kötü olsa bile hiçbir şey sanayide çalışmak kadar zor ve bıktırıcı olamazdı. Pazartesi sabah annesi ve iki ablası ile birlikte şehrin tüm lağımının aktığı derenin kenarında onları bu şehirden bir süreliğine de olsa alıp götürecek minibüse bindi. Yaz sıcağı ile
birleşen kötü kokular insanın genzini yakarken yeni bir yer görmenin heyecanını tüm çocukluğu ile hissediyordu. Minibüs, köy insanın şehirden taşıdığı envai çeşit malzeme ile sallana salana yola çıktı. Asfalt sesi, yolcu sesi, müzik sesi birbirine karışa karışa camdan içeri giren sıcak havanın minibüs içindeki havayı serinleteceği yanılgısı ile yolculuk başlamıştı. Bir memleket ne kadar kurak olabilirse o kadar kurak yollardan geçti. Hiç bilmediği duraklarda yolcular indi, yolcular bindi.

Minibüsün üstüne konulan yükler her bir insan değişiminde yer değiştirdi. Yol Atatürk barajı kıyısına gelince aniden bitti. O güne kadar hayatında iki defa deniz görmesine rağmen bu koca baraj gölü ona yine de büyük gelmişti. Minibüs yolun bittiği yerin yakınında beklerken, şalvarlı ve puşili adamlar, minibüsün küçücük gölgesinde yere çömelip kendi aralarında konuşarak yolculuğu kaçak tütün dumanına boğdukları yetmezmiş gibi sigaralarını sarıp muhabbete koyuldular.
Bir zaman sonra ders kitaplarındaki gemilere hiç de benzemeyen bir su aracı yanaştı. Buna binip daha sonra başka bir minibüse bineceğini düşünürken kendisini, ailesini, minibüsü, köy insanlarını ve onların dumanlarını bu aracın üzerinde buldu. İnsan binse taşır mı diye düşünülen bu paslı ve motorlu araç mazot dumanı ve homurtularla hareket ederek sular altında kalmış bu yolu geçilmesine yardım etti. Eskiden sallarla geçildiği ve boğulan insanlar için türküler yakıldığı bir şehirde teknolojinin en ileri noktasını yaşamak bu olsa gerek diye düşündü çocuk. Suların hükmü bitip yine kuraklık ve asfalta yaklaşılınca minibüs sanki yolu ezberlemiş gibi sudan karaya geçti ve yoluna devam etti.
Tütün tarlaları arasından kıvrılan bu yollarda hiçbir canlının varlığı görülmüyordu. Tütün kırımı sabahın erken saatlerinden yapıldığından insanlar şu an evlerinde iken geri kalan canlılar ise güneşten kaçacak bir delik bulmuş gibiydi. Yolun bitiminde köye gitmeden bir eve varıldı. Burası da yine başka akrabaların evi olduğundan tüm kadınlar birbirleri ile kucaklaştı. Sanki
mesafe hiç de kısa değilmiş de kıtalar arası yolculuk edilmiş gibi herkes hasretle ağlayıp sarılma faslı bitince yaşanan bu duygu yoğunluğu yerini hâl hatır sorup kimin ölüp kimin hala yaşadığı ile ilgili dedikodu hikayeleri anlatıldı. Varılan bu ev saman toprak karışımı belirgin bir kokusu olan bir evdi. Tavanın içerden görünen kısmı kabuğu soyulmuş ağaç gövdelerinin yan yana dizilimi ile oluşturulmuştu. Çökmesin diye de evin içinde tavana kadar uzanan mertek denilen başka bir ağaç
gövdesi ile desteklenmişti.
Doğu insanı için gelen her misafir açtır. Ne olursa olsun mutlaka yenecek bir şeyler getirilir. Rengi zifiri karanlık kaçak çaylar misafire sorulmadan şeker atılarak ikram edildi. Koyun sütünden elde edilmiş ve bol tuzla salamura yapılmış peynirlerin üzerine sıcak su çekildi. İçine buz atılmış koyun yoğurdu hafif tezek kokan aroması ile her biri farklı modelde olan tabaklara konuldu. Son olarak kepekli un, mahlep, anason ve vita yağı ile yapılmış peksimetler tel dolaptan çıkartılıp ikram edildi. Bölgede yaygın olan bu peksimetler uzun süre tazeliğini koruması ve besleyiciliği nedeniyle vazgeçilmez olduğundan her yerde yapılır ve şehrine göre külünce, kıllor gibi isimlerle adlandırılırdı.
Ertesi sabah yeniden yola çıkıldı. Bozkırın düzlüklerine inat çorak dağlar ve tepeler arasından geçerek dilini bilmedikleri insanların kavga eder gibi konuşmalarını anlamaya çalışarak vakit geçirdi. Virajlı yolların getirdiği mide bulantısını bastıracak şeyler ararken daha fazla tütün dumanı daha fazla asfalt sesi daha fazla viraja maruz kaldı. Minibüs şoförünün bilgilendirmeden çok bir bağırma sesi ile yaşanan hareketlilik ile köye gelindiğini anladı. Onların inmesi ile birlikte
içinde kadın varlığının tamamen sona eren minibüs, başka virajlar ve köyler görmek için yoluna devam etti.
Köy denilen yer aslında bir yamaçta kurulmuş birkaç evden ibaretti. Ailede kimse mezra kavramını bilmediği için köy dedikleri bu sayılı evler koca dağlar ve Fırat nehrine bağlanan bir ırmağın getirdiği su ile beslenen ağaçlardan oluşuyordu. Betonun ve taşın var olmadığı bu evler sanki yüzlerce yıl öncesinden kalma ve yıkıldıkça samanla yeniden inşa edilmiş gibiydi. Onları karşılayanların mutluluktan mı yoksa üzüntüden mi yaptıkları anlaşılmayan ağıtları ile başlayan
hoş geldin merasimi herkesin eve geçişi ile son buldu. Bir hafta kalacakları ev buydu. Tek oda ve bir perdeden oluşan bu alan zeminden tavana kadar sadece topraktan var olmuştu. Karı kocanın yatması için yerden yarım metre yüksekte demirden yapılmış bir yataklık önüne bir perde konularak mahremiyet sağlanan yerde odanın diğer tarafında bir köşede tabaklar, yataklar, minder ve bir ineğin varlığı ile modern yaşamın evlerine inat bir alan sunan bu oda evin tamamı demekti.
Duvarda eskimeye yüz tutmuş siyah beyaz birkaç fotoğraf ve nazardan korunmak için renkli çaputlarla süslenmiş bir üzerliğin varlığı ile elektrik henüz icat edilmediği için duvara konulan bir ispirto lambasının verdiği is bir çizgi halinde samanlı duvarlar üzerinde bıraktığı izler oranın bir yaşam alanı olduğunu gösteriyordu.
Tüm gün bu hiç bilmediği yerin yakın çevresinde yürüdü, yaşıtları kızların konuşmalarını anlamaya çalıştı. Zaten günlük hayatta elli yüz kelime konuşan bu insanların dillerini anlamak uzun sürmeyecekti. Yaşadığı düzlüklerin aksine dağların arasında akşam erken oluverdi. Güneş başka yerlerde var olmaya devam ederken bu mezrayı tüm yokluklara paralel olarak erkenden terk etmesi herkes için olağan bir durumken düzlüklerden gelen bu şehirliler için oldukça garipti. Akşam olup da ev diye nitelendirilen odaya geçtiklerinde tüm aile bir kabile toplantısı edasıyla silik ve yetersiz bir lambanın ışığında toplanıp tütün dumanı altında sohbet etmeye başladı. Köy yaşamı ve yokluk kokan bu sohbet bir anda köyde cinlerle evlenip çocuk sahibi olmuş bir kız ile ilgili bilgilerle zifiri karanlığın hâkim olduğu ve sadece hayvan seslerinin varlığı ile yaşama dair gösterge sunan mezrayı oldukça korkunç bir hale getirdi. O güne kadar gece karanlığından zaten korkmasına, terör örgütlerinin köyleri bastığına dair her gün TRT’de yayınlanan “Anadoludan Görünüm” haberleri izlemesine rağmen hiç bu kadar korkmamıştı. Sohbetin Türkçe geçen kısımlarında genç bir kız olduğu, cinlerle evlendikten sonra aklını iyice kaybettiğini, mezranın aşağı kısımlarında dere yatağına yakın bir yerde yaşadığını ve ailesinin onu kabul etmediğini anladı.
Sohbetler bitmese de ev sahibi artık uyuma zamanı olduğuna karar verince önce yere yataklar serildi. Dokuz kişinin tek bir odada kalması için yan yana konulan yün yataklar üzerine mevsimlerden yaz olmasına rağmen havanın soğuk olacağı varsayımı ile şehirlilere yün yorganlar konuldu. Ev sahibi ve karısı tüten lambayı da söndürüp perdenin arkasına geçince odada derin bir sessizlik başladı. Şehirliler her daim bir ışık görmeye ses duymaya alışıkken bu sessizlik ev sahipleri için günün yorgunluğunun atılacağı diğerleri için ise korku ve merak saatlerinin başladığı anlamına geliyordu. Çocuk hiç duymadığı hayvan sesleri arasında teröristler mi gelecek yoksa cinler mi odayı basacak korkusu ile onu ısıran pirelerin ona yaşattığı kaşıntılar yok etmeye çalışarak ilk defa köyün ıssızlığında uyudu.
Sabah uyandığında ev sahipleri yerden yüksekte yattıklarından ya da pirelerin onlara doymuş olmasından gerek gayet rahatken misafirler için ısırık izleri ve kaşıntılar oldukça rahatsız ediciydi. Herkesin uyanması sağlanıp artık boğucu hale gelmiş oda havalandırıldı ve yer tepsisinde kahvaltı hazırlandı. Ekmek, peynir, pekmez ve kaçak çaydan oluşan bu kahvaltı yokluk içindeki bu insanların tüm malvarlığını gösteriyordu. Günler bu rutin ile geçerken ilk defa genç kızı gördü.
Üzerinde yırtık beyaz bir elbise, saçları darmadağın, yalın ayak ve kirden adeta çamurdan var olmuş gibi görünen bacakları ile anlamsızca yürüyüp bir eve girdi.
Ömründe hiç cin görmemiş biri için oldukça karmaşık bir durumdu. Bu kız hem onlarla evlenmiş hem çocuk yapmış hem de aklını kaybetmişti. Oldukça anlamsız geliyordu bu durum. İnsan evlenmeyi kabul edince neden aklını kaybetsin ki? Bu korku ve merak içinde evi seyrederken kızın elinde bir çıkınla geldiği yoldan yine gideceği istikameti bilmiyor şekilde salına salına gittiğini gördü. Her ne kadar acaba takip etsem mi düşünse de bir cin ailesi ile karşılaşmak oldukça ürkütücü geldiğinden olduğu yerde bile duramadan toprak yolu hızla koşarak kendini güvenli hissettiği tek odalı yere döndü. Gece sohbetler bitip yer yatağına yatmaya yakın bir zamanda tüm oda ahalisi bir bebek ağlaması duydu. Tüm karanlığı ve sessizliği yırtarcasına durmayan bu bebek sesi herkesin iliklerine kadar korkmasına neden olmuştu. Ses, başka gürültünün olmamasından
mıdır bilinmez oldukça yakından geliyormuş gibiydi. Ağlama sesine bir adamın bağırışları ve bir kadının yalvarmaya benzer sesleri eşlik ettikten sonra bebeğin çığlıkları gittikçe azaldı ve duyulmaz oldu.
Dönmelerine bir gün kala mezradaki başka bir eve akşam yemeğine davet edildiler. Hiç tanımadıkları bu insanlar oraya gelen; kıyafeti, konuşması ve davranışları ile tamamen farklı insanları misafir edip tanışmak istemişlerdi. Akşam yemeğe gidildiğinde ev sahibi tüm olanaklarını seferber ederek bir sofra kurdu. Kuru fasulye ve pilav. Her gün tek bir tabakta yemek yiyen bu insanlar misafirleri için bir tabak daha hazırlamıştı. Salçalı bir su ile hazırlanan bu tabaklarda belirli sayıda olduğundan olsa gerek yüzen fasulyeler tabağın sallantısından mı yoksa zeminin eğri büğrü olmasından mı bilinmez çarpışan otomobiller gibi birbirine sakince çarpıp başka yöne doğru yüzüyordu. Ortaya konulan pilavın üzerine ise garip bir şekilde çırpılıp yağda kızartılan yumurta konulmuştu. Doğuda misafirperverlik bir standart olduğundan yer sofrasındaki herkes ev sahiplerinin tüm imkanlarının bu olduğunu anlayarak pilav yumurta yiyip salçalı suya ekmek banarak karnını doyurdu.
Ev sahipleri dün akşamki ağlama sesini herkesin duyduğunu bildiğinden olsa gerek gelen kişinin kızları olduğunu, onu bu evde istemediklerini, dün gece de kızlarının cinlerden olan bebeğini getirdiğini söylediler. Konuşmaların daha kategorize edilmediği, kim çocuk kim büyük diye düşünülmeden her şeyin konuşulduğu bu ortamda lambanın etrafındaki çocukların hepsinin korkudan kanı çekildi. Büyüklerin şekerli kaçak çay içip tütünlerini sardıkları gecenin sonunda müsaade istenip zifiri karanlıkta gece yatacakları eve doğru yola çıktılar.
Gecenin bilinmeyen bir saatinde evden çıktıklarında onları yeri ve göğü kaplamış bir siyahlık, korku, baykuş sesleri ve nasıl bir şekle sahip olduğunu bilmedikleri başkaca hayvanların görünmez siluetleri karşıladı. Zaten iyice korkmuş olan bu çocuk o an gördüğü şey karşısında tiz çığlık attı. Evin alt kısmında kucağında bir şeyle kız onlara bakıyordu. Gece, karanlık, hayvan
sesleri, kız. Bir korku filmini andıran bu bileşimde kimse çocuğun çığlığını yadırgamadı. Annesinin eline yapışa yapışa kendilerine musallat olmaması dileğiyle içinden bildiği üç beş duayı ederek ev denilen odaya döndü ve köydeki son gecesinde titreyerek yorganın altına girdi. Doğunun bu ücra köşesindeki mezrada kimlerin kıza defalarca tecavüz ettiğini, bu ırza geçmenin neden bir cin hikayesine bağlandığını, doğan babasız çocuğu ile birlikte izbe bir yerde yaşamaya mahkûm edilen bu kıza neden deli damgası vurulduğunu orada yaşayan hiç kimse ne merak etti ne de öğrenebildi.

Yorum yapın