Zamanın gürültüsünde bir anlatıcı: Muzaffer Buyrukçu | Feridun Andaç

Ekim 3, 2017

Zamanın gürültüsünde bir anlatıcı: Muzaffer Buyrukçu | Feridun Andaç

Geçen gün Doğan Hızlan’la konuşurken, söz “1950 Kuşağı”na gelmişti. Muzaffer Buyrukçu’ylaTaşlıtarla’daki evinde buluştuğumuz son günlerinden söz etmiştim.

Masasında yayımlanmayı bekleyen roman, öykü dosyaları geliyordu aklıma. Ama daha da ötesi; onun ilk okuduğum romanı “Bir Olayın Başlangıcı”ndan (1970) aklımda kalan Orhan Kemal vari anlatıcılığıydı. Ama Buyrukçu’nun bir farkı vardı, ayrıntıları ve insan psikolojisini derinlikli biçimde anlatmasıydı.

Belki de onun anlatıcılığının en belirgin yanıydı bunlar. Hızlan’la bunda hemfikirdik, bir de kuşağının her yazarı/şairinin kendine özgülüğünden.

Evet, “1950 Kuşağı” öylesi bir birikimi/bakışı taşımıştır edebiyatımıza.

Kendi zamanının ruhunu anlatılarında var edebilmiş bir birikimden söz ediyorum.

Buyrukçu’yu okuduğum günlerde beni etkileyen, bu kuşağa ilgimi arttıran, hatta Orhan Kemal okumalarıma denk gelen zaman içinde karşılaştırma olanağını veren romanı elimin altında şu an. O ilk basımın sayfaları arasında geziniyorum.

İhtimal liseli bir okur olarak, kitabın albenili kapağı ilgimi çekmiş olmalı ilkten. Bunu Buyrukçu‘ya anlattığımda kıskıs gülmüş, Oblomovvari edasıyla: “Romanı anlatmasa da, Cengiz (Tuncer) güzel kapaklar seçerdi,” demişti.

Bir yazara gitmek önce okur olarak başlar ve sürer. Rastlantılar, karşılaşmalar sizi sonra buluşturur, yan yana getirebilir. Bu da öyle sıklıkla olabilen bir şey değildir.

Buyrukçu’yla Tarık Dursun K.’nın Koza Yayınları’nda, “Arkası Yarın” adını verdiği günlüklerinin yayımlandığı günlerde tanışmıştık. Tarık abi, “Muzo” diye ünlerdi. Şen şakrak bir dostluktu onlarınkisi.

“1950 Kuşağı”nı aslında başlı başına bir edebiyat kanonu olarak adlandırırsak; aralarında birkaç yönü/açılımı olan ve bu eksende de değer üreten edebî kaynak olarak da görebiliriz. Yeni edebiyatın kurucularının geliştirdiği bir birikimle kendilerini var eden, buna da kendi renklerini katan kanonik yapıdan söz edebiliriz.

İşte Buyrukçu bu üç yönelimin (yeni dalga, yeni gerçekçi, yeni anlatımcı) yeni gerçekçi safında yer alan bir anlatıcıdır.

Öyküde biten ve başlayan

Muzaffer Buyrukçu’nun öykü birikimi, başlayan ve süren öykü zamanını anlatır bize dersem, abartı gelmemeli size.

1956’dan 2017’ye, yani 60 yıllık bir süreçte, dönüp öykülerini okurun karşısında bulabiliyorsak; o birikim hâlâ kendini okutabiliyorsa “1950 Kuşağı” yazarlarının neyi/niçin/nasıl yazdığını anlamamıza da kapı aralıyor demektir.

Bu kuşak yazarlarının çıkış noktasında dünya edebiyatının birikimi olmakla birlikte; Memduh Şevket Esendal, Sait Faik, Sabahattin Ali, Orhan Kemal anlatıcılığının izleri/etkileri, hatta yönelimleri belirgindir. Çizgiyi aşanla, yeni bir yere varanların, yeni zamanın gerçekliğini anlatanların buluştuğu yer; dilde ve biçimdeki özgünlüktür. Yani kuşağın Vüs’at O. Bener’den Tahsin Yücel’e, Bilge Karasu’dan Feyyaz Kayacan’a, Nezihe Meriç’ten Leylâ Erbil’e, Ferit Edgü’den Orhan Duru’ya, Onat Kutlar’dan Adnan Özyalçıner’e, Muzaffer Buyrukçu’dan Demirtaş Ceyhun’a uzanan kanonik yapısı bu yeni edebiyatın etkileyici kaynak olma özelliklerini de bize anlatmaktadır aslında.

Yadsınamaz ki; 1940’ların ve 1950’lerin Türkiyesi bu kuşağın oluşumunda izler bırakır.

  • Tek Parti’nin baskıcı dönemi,
  • Savaş çağı,
  • Çok partili döneme geçiş, Demokrat Parti’nin siyasi hegemonyası,
  • Soğuk Savaş döneminin başlaması,
  • 1947 Marshall Yardımı/Projesi’nin yansıları,
  • Amerikan hegemonyası…

Bu eksenden bakınca Muzaffer Buyrukçu’nun öykü ve romanlarında yazıldığı dönemin gerçekliklerinin yansıdığını gözleriz. İnsan/toplum sorunlarına odaklıdır onun anlatıları.

Köyden kente göçün hızlandığı bir sürecin tanıklığını yansıtır. Toplumun oturmamışlığı, insanların bu sürüklenişteki sıkışıp kalmışlığı, mesleksizliği, aidiyet duygusunu bulamamahalleri… Büyük kentin girdabındaki küçük insanların dramları onun öykü ve romanlarının neredeyse odağında yer alır. Bir bakıma Buyrukçu, zamane gerçeğini bir fotoğrafın kareleri gibi getirir okurun önüne. Baktırdığı gibi duygulandırır, sorgulatır da. Adeta sürüklenen bir toplumun gidişatına ayna tutar. Ülkenin adım adım nasıl kabuk değiştirdiğini, insanın olamama/kendini bulamama halinin ipuçlarını onun yansıttığı gerçekliklerde buluruz.

Yaşanan bunaltı çağı kargaşa ortamıyla birlikte toplumsal melankolinin oluşma süreçlerini de getirir. İşte bu noktada Sait Faik anlatıcılığının giremediği yerlere/insanlık durumlarına Buyrukçu’nun anlatısı erişir. Öyle ki; dağılan çözülen bir dünyanın dilini kurmaya yönelir anlatıcı.

Sanırım bu noktadan başlayarak Buyrukçu’yu okursak hem toplumun geçirdiği değişim süreçlerini hem de bu kuşağın gerçekçi yönelimdeki bir anlatıcısının dünyasını daha iyi kavramış oluruz.

Evet, edebiyat topluma ayna tutmaya devam ediyor. Sanırım bu kuşağın bize gösterdiği de biraz budur.

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (3 Ekim 2017)

Yorum yapın