Parçalı denemeler: Söze tutunarak yol almak | Feridun Andaç

Şubat 25, 2020

Parçalı denemeler: Söze tutunarak yol almak | Feridun Andaç

Söze tutunarak yol alıyoruz madem, güne başlangıcın sesini rengini getirebilecek duyguların diliyle konuşalım.

Bazen böylesi anlarda sayfalarını açtığım bir kitap beni yazarıyla konuşturur. Onun bir cümlesinde gezinerek konuşmaya yönelirim. İçsesin yankısı gibidir her bir sözcük… Tınalarıyla çoğalan bir ezgi gibi alır başka kıyılara taşır. Sesten sese, sözden söze geçersiniz bir ânda.

Şimdi Flaubert’in öykülerine dönerken, onun mektuplarıyla yol aldığım zamanları hatırladım.

Belki de zamanının/yaşamının her ânını mektuplarına yansıtan ender yazarlardan biri Flaubert. Öte yanıyla da, sanki kendini asıl yazacaklarına taşımak için onca eşine dostuna, sevdiğine yazıp duruyordu.

Bugün onun külliyatında yer alan dört ciltlik mektupları yaratıcı dünyasına, yapıtlarının oluşma seyrine, yaşamından izlere dönük önemli bir birikimi taşıyor bize.

Bir tür içsel/duyusal tanıklık. Nerede neyi nasıl düşünüp ettiğine dair de kayıt düşmek. Orada hayatının izleri/yansıları, insan ilişkilerine dönük bakışı/yorumu vardır.

Sözün anlamının ardında bir anlatıcıdır o. Özellikle de “Madame Bovary” ile “Duygusal Eğitim” romanlarında karşımıza çıkan dünyaları kurma/anlatma isteğinde bunu görürüz. İnsana dair sözünü gezindirdiği evren içyaşam karmaşası kadar dıştaki dünyaların da imbikten geçirilerek anlatımını içerir. Tekrarın tekrarı gibi görünen hayatların akışındaki dipsularda gezindirir okurunu.

Kendisi de şunu söyler: “Benim öylesine düz, öylesine durgun zavallı yaşamımda her tümce bir serüvendir.”

Flaubert’in bir anlatıcı olarak izini sürerken bu tür tümceleri sizi şaşartmamalı. Sözünü bilerek eden, düşünce ve duygularını kıvamında anlatabilen anlatıcıdır o. Araştıran, düşünen, yoğunlaştıran, bekleterek yazan biridir.

Belki de bu iki romanını günümüze taşıyan en belirgin yan şu özellikleri olsa gerek:

  • Gerçekle düşsellik,
  • Tarihsellik güncellik,
  • İçlilik alaycılık,
  • Nesnellik öznellik.

Anlatıcılığında yer yer bunlardan uzaklaşıp tarihselin   labirentlerine girmesi ondaki gerçeklik duygusunun arka planını oluşturur. Günceli oradan bakarak irdeler. Romanda insan/çevre/ortam eksenindeki yaşamdan yansımalar dönemin taşrasının ruhunu yansıtır.

Gerçekliği kurma biçimi bir bakıma sezgisel yolculuğunun da izlerini taşır. Düşünceden hareketle eleştirel çizgiye varması da çağında olup bitenlere itirazlarını içerir. Öyle ki, Flaubert sözün kurulma biçimini yaşamın izdüşümü gibi görür. İşte orada da zamanın ruhuna dair dile getirdikleri okuru sarsalar. Siz onun tuttuğu aynadan kendi zamanınızın gerçeklerine dönersiniz yüzünüzü. Kendi sözle yolculuğunuzun izlerinin ardına düşersiniz.

Güne dokunan ses

Zamanın bütün katmanlarını hatırlatıyor bu yer.

Renge, sese ve kokuya dönük yolculuklara çıkarıyor anlatılanları.

“O zaman daha iyi yetiştirilebilirdik,” diyordu yaşlı adam. Yaşam yorgunu görünse de, sözlerinin anlamı diriydi. Geçmişten bugüne dönük anılar anıştırmalardan söz ediyordu.

Zaman bir nefes gibiydi karşısındaki kadınla arasında. Bundan söz etmişti. Sözünü sırlı kılmadan konuşuyordu.

Dönüştüren söz

Joseph Roth’u okurken, özellikle de “Çilekler” öyküsününde karşıma çıkan “geçmiş”/”yaşanan yer” imgesi beni  sık sık durduruyordu. Belleğimin labirentlerinde o ânlara/zamanlara dönük çıkardığı yolculuklardaki “hafıza mekânları” kendime dair unuttuklarımı birer resim gibi karşıma çıkarıyordu.

Öyle ki, kâğıdı kalemi alıp o ânları /mekânları çizesim geldi.

Zihnimdeki kıpırtılar, önümü bürüyen otlardan çalılıklardan çıkıp gitme çağrısını yaşatıyordu bana o ân.

Evet, ânlara tutunarak gitmek, yol almak için bir ivme gerek.

Genç kadın da öyle diyordu:

“Keçe tezgâhımı da yerleşeceğim köye alıp götüreceğim. Oranın enerjisinin bana iyi gelebileceğini düşünüyorum. Yazmam, yaratmam için bir ivme gerek bana. Ellerim tezgâhımda keçelerimdeyken, zihnimi birileri kımıldatmalı, duygularıma düşüncelerime el vermeli ki yazabileyim….”

İnsanın düştüğü zaman boşluklarından çıkabilmesi için düşünce havuzları yaratması gerek kendine. Bunu da ancak giderek gerçekleştirebilir. Bir yere bir insana, bir düşe , bir sese ve renge giderek yapabilir…

Huş ağacı

“Işık istekleri fazladır, huş bir güneş ağacıdır. Derin , iyi, süzek topraklarda iyi gelişme gösterirler. Kökleri fazla derine gitmez. Soğuk yerleri tercih ederler. Huş ağacı kabuğu, yaprağı ve tohumu çeşitli hastalıklara karşı halk arasında bitkisel ilaç olarak da kullanılmaktadır.”

-Parmak uçlarını masanın pütürlü yüzeyinde gezindirdi bir süre. Sanırdınız ki bir yol arıyor ya da kendisine güzergâh çiziyordu. Aklında huş ağaçlarının güneşteki parıltısı vardı. O soğuk havalarda esen rüzgârın hışırtısıyla dallarında salınan yaprakları… Kenarları dikenimsi yaprakların yatay gövdelerindeki yol izleri… Çocukken kopardığı yaprakları kitapların, defterlerin arasında tutup kurutmayı severdi. Ağaçların sıra sıra kümelendiği Köşk Yolu’nu “Huş Yolu” olarak nitelendiriyordu. “Sevincimde kal,” diyerek yazdığı bir mektubunda sevdiğini huş ağacına benzettiğini anlatmıştı. O da, ilk karşılaştıklarında, “Sarıl ve öp, bakalım huş ağacı gibi miyim,” demişti.

Roman aklımda, ruhumda. Yazarken kesintiye uğratmak istemiyorum. Bırakıp bırakıp dönmeyi de sevmediğim için bekletiyorum. Serpiştirerek yazmak… Bazen bu tür ara metinler yazıp yazıp duruyorum. Biliyorum ki yoğunluk için odaklanmak gerek.

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (25 Şubat 2020)

Yorum yapın