Öykü: Yıldızlar giyinmiş gece | Cindi Yıldırım

Mayıs 26, 2022

Öykü: Yıldızlar giyinmiş gece | Cindi Yıldırım

Neresi olduğunu kestiremediğim karanlık bir sokakta, bir o yana bir bu yana bir şey ararken buldum kendimi. Bir ses duydum. Bana ait değildi. Sokağa, sokağın başındaki çöp konteynerine, elektrik direklerine de ait değildi. Baban öldü, dedi o ses. Sadece sesi duydum. Görünürde kimse yoktu. Bilmediğim bir sokakta babamın ölüm haberini almıştım. Bizim eve nerden gidiliyordu, bir türlü kestiremedim bunu. Ellerimi-on yaşın ellerini- havaya doğru kaldırdım. Allah`ım o kuşu ben öldürmedim. Beni babamla cezalandırma, diye bağırdım. Hıçkıra hıçkıra sokağın ortasında ağlamaya başladım. 

Ter içinde kanepeden doğruldum. Bir an nerede olduğumu hatırlayamadım. Rüyamdan yanaklarıma sızan yaşları elimin tersi ile sildim. Gece, şehrin yalnız evleri ve sokakları ile birlikte salondaki her şeyin üzerine karanlığını yağdırmıştı. Bir esriklik içinde kalktım, ışığı açmadan lavaboya gidip yüzümü yıkadım. Salona dönerken mutfağa bir göz attım, dünden kalan bulaşıklar kirli bir uykudaydılar hâlâ. Ay ışığı, açık pencereden süzülüp odayı aydınlatıyordu.  Salondaki ışığı da açmadan pencereye yöneldim. Geceyi sabırsızlıkla bekleyen yarasalar, büyük bir iştahla karanlığı yarıyorlardı. Ağaçların yapraklarını hafiften hışırdatan rüzgâra teslim ettim yüzümü. Sokaktan geçen iki kişi hararetli bir şekilde konuşuyorlardı. Ellerini, kollarını boşluğa doğru savurarak konuşuyordu hafif göbekli olanı. Diğeri de başını aşağı yukarı sallayarak onu onaylıyordu. Karşı apartmanda bir kadın, ellerini pencerenin pervazına dayadı, bezgin bir şekilde başını önüne eğdi sonra. İçerden gelen davudi bir erkek sesine irkildi, saçını başını düzelttikten sonra pencereyi kapatmadan içeri geçti. Hemen solumda kalan caminin şadırvanında bir adam abdest alıyordu. Camiden çıkan tek tük insanları görünce cemaate geç kaldığını anladı. Elinin tersi ile avucuna vurup hayıflandı, ceketini koluna atıp camiye girdi.

Biraz kendime gelince kanepeye geçtim. Annemi düşündüm, birkaç gündür bendeydi. Biraz daha kalmasını istememe rağmen köye dönmek istemişti. Anneme ilçeyi biraz gezdirdikten sonra otogara götürmüştüm. Yaklaşık iki yıl önce öğretmen olarak atandım bu ilçeye. O zaman, anneme benimle burada yaşaması için çok dil döktüm. Annem, çilli ve değirmi yüzünü önüne eğip ’köyümü bırakamam’ cevabını vermişti her seferinde. Bankta oturmuş, otobüsün gelmesini bekliyorduk. Boğazımıza doğru yükselen tedirgin ve kararsız kelimeler vardı kuşkusuz. Tek kelime etmedi annem, ben de cesaret edemedim. Karşılıklı susmayı tercih ettik. Otogarın girişinde kir pas içinde olan otobüs görününce, annem hiç beklemediğim bir atiklikle ayağa kalktı. Bir an önce ilçeyi arkasında bırakıp unutmak ister gibiydi. Köydeki yalnızlığına çekilmek istiyordu belki de.  Aslında yazın getirmemem gerekirdi buraya annemi. İçten içe kızdım kendime. Bavulunu muavine verdikten sonra ellerini öptüm. Handiyse kaçar gibi bindi otobüse. Otobüsün kirli camından incecik elini salladı bana. Tüm yolcular bindikten sonra öksüre öksüre yol aldı yaşlı otobüs.

Ben hep kaçıyordum o köyden, annem ise bir türlü kopamıyordu oradan. O sıcak yaz günü, gitmenin tohumu düşmüştü içime. On yaşındaydım ve babamı çok özlüyordum. Öğle paydosu olmak üzereydi, güneş en tepede kırmızı bir kahkaha ile dikilmekteydi. Zil çalar çalmaz, ağır yükümü sırtlayıp eve doğru koştum. Sokağın başına vardığımda dinlenmek için durdum, alnımdaki öbek öbek terleri mendilimle silerken babam elinde siyah bir bavul ile avlu kapısından çıkıyordu. Bugüne kadar hiç demediğim kadar, en derinimden, koskocaman bir ‘baba’ demek istedim. Baba kelimesi boğazımdan ilerlerken, bir şey o kelimenin bacaklarından tutup geldiği o derin yere yolladı sanki. Diyemedim, dondum kaldım o sokağın başında. Babam, elinde bavulu, arkasına bakmadan gidiyordu. Babamın attığı her adım beni bir şeylerden uzaklaştırdı, bir şeyler eksiltti içimde sanki. Dut ağaçlarının yemyeşil gölgeleri ile kaplı toprak yoldan geçip çeşmeye vardı. Yazın bile soğuk olan çeşmeye tuttu ellerini, iki-üç defa yüzüne çarptı. Ellerini üzerinde kuruladıktan sonra derin bir nefes saldı havaya. Yıllardır sırtında taşıdığı bir yükü bırakmanın rahatlığını yaşıyordu sanki. Kuş gibi hafiflemişti, bavulunu alıp hızlı adımlarla köyü gerisinde bıraktı. Babamı bir daha da görmedim.

Babam gözden kaybolunca kendime geldim, eve doğru koşarken başımdan kaynar sular dökülüyordu. Evin az önce çarpılıp çıkılan kapısından hüzünle geçtim, cam kırıklarının etrafa saçıldığı, darmadağınık bir ev beklerken her şey yerli yerindeydi. Annem,  kılıfı iyice eprimiş mindere oturmuş, gözlerini uzaklara dikmişti. Gözlerinde yaş yoktu, ama kıpkırmızı bir öfkenin yalımlarını saçıyordu. Ağlamaklı bir sesle, “Babam nereye gitti?’’ diye sordum.

“Bizi terk etti,’’ dedi soğuk ve tarazlı bir sesle. İdrak etmeye çalıştım, gitmek de neydi?

“Babam hep gidiyor, ama dönüyor sonra.’’

“Bu sefer temelli gitti,’’ dedi yutkunarak annem. Gözpınarlarımdan dışarı çıkmak için acele eden yaşları serbest bıraktım. Annem gelip sarılınca o da ağlamaya başladı. Sıcak hava yaşanılan şeyi iyice ağırlaştırmıştı, koca bir dağın altında kalmıştık ikimizde. Babamın gitmesi ile birlikte dörtnala gelen acı, içimize çöreklendi.

Işıklarını yavaş yavaş söndüren güneş, günün yorgunluğunu atmak için dağın ardına çekiliyordu. Güneşin göz kapaklarından sızan son ışık huzmeleri köyün kıraç tepelerini okşuyordu. Birazdan onlar da kaybolacak, gecenin hâkimiyeti başlayacaktı. Sıcak bir karanlık usul usul köye musallat olacak, sivrisinekler de insanı çileden çıkaran ısırıkları ile tepemizde dolanacaktı. Köyün tamamını gören tepeden bakılınca farklı renkteki cibinlikler bir cümbüş yaratıyordu adeta. Hemen hemen her damda ya da evlerin önüne kurulan tahtlara gerilen cibinlikler köyün olmazsa olmazıydı. İçimi yakan acı ile damdaki kırmızı cibinliğimizin içine girdim, annem sırtını dönmüş uyuyormuş gibi yapıyordu. Karanlık bir suçluluk yumağı gittikçe büyüyordu içimde. Babamın o ölü kuşu elimde gördüğü gün, bir şeylerin değiştiğini hissetmeye başlamıştım. Babam, hiçbir şey demeden, ellerini arkasında bağlayıp kahvenin yolunu tutmuştu. Eğer o kuşu öldürmediğimi, okuldan eve gelirken sokakta bulduğumu babama anlatabilseydim babam gitmeyecekti belki de. Gecenin tavanından sarkıttığı sayısız ışıklara diktim gözlerimi, gündüzden beri omuzlarıma çöken yük kalbime baskı yapmaya başladı. Sağıma döndüm, hıçkırığımı içimde tutarak ağlamaya başladım. Yanağımı yakan damlalar yastığıma düşüyordu, annemin de ağladığından hiç kuşkum yoktu. Hüzünlü bir sessizlik hüküm sürüyordu köyde. Cırcır böceklerinin şarkıları dışında tek ses yoktu. Gecenin koynunda yüzlerce cibinlik derin bir uykuya dalıyordu.

Neredeyse her akşam, çeşmenin soğuk sesi eşliğinde babamın gelmesini bekliyordum. Duyduğum en ufak sese hemen kalkıyor, her gelen kişiye de ‘babam’ diye koşuyordum. Babam gideli dört-beş ay olmuştu. Her sabah ötmeyi ihmal etmeyen horozların sesini işitmedim bir sabah. Perdeyi araladığımda bütün köy beyaz bir dünyaya boyanmıştı. Dışarının beyazlığı gelip yüzümde ışıldadı, tebessüm ediyordum. Kümes halkı, başlarını dışarı sarkıtmış, şaşkınlıkla yağan karı izliyorlardı. Sokak, birbirine geçen ayak izleri ile doluydu. Kar, bu ayak izlerini tekrar tekrar doldurmak için işinin başındaydı. Büyük bir sevinçle bahçeleri, damları kaplayan kar, bahçedeki kuyumuzu da ihmal etmemişti. Geceden beri yağan kar ara vermeden yağıyordu, omuzlarımızdan taşan acılarımızın üzerine yağıyordu, soluklanmadan.

Annem, benden önce uyanmış, yanaklarının kenarına hafifçe ilişiveren tebessümü ile evin işlerini yapıyordu. Bu sabah somurtan, solgun bir yüz yoktu karşımda, aksine canlı, hareketli ve mutluydu. Kar olanca şefkati ile anneme acılarını unutturdu herhalde, ya da eline aldığı süpürgeyle tüm dertlerini karın altına süpürdü, diye düşündüm. Bir yandan anlam veremiyordum, öbür yandan bu büyü bozulsun istemiyordum. Bu büyü yaz gelince bozuldu, gene yüzü soldu ve içine kapandı. Annemle kaldığım sonraki senelerde de bu durum devam etti, kış annem için yeniden doğuş, yaz ise bir ölüm sessizliği oluyordu. 

Annem, köye çoktan ulaşmış olmalı. Perdeleri çekip gene uzaklara dikmiştir gözlerini. Keşke yazları hep benimle kalsaydın anne, dedim kanepeden kalkarken. Annemin eve dönüşü ile birlikte bu rüyayı görmem içimi bunaltmaya başladı. Bir yandan annemi düşünürken, diğer yandan gördüğüm rüya meşgul ediyordu zihnimi. Düşüncelerim en sonda gelip babama takılıyordu. O an, babamın bana bıraktığı tek şey, kafama balyoz gibi iniyordu: Korku. İliklerime kadar hissettiğim acı. Başkası ile bir hayatı paylaşamama korkusu, birinin hayatına girdikten sonra onu yüz üstü bırakma korkusu. Evet, korkuyorum. Günün birinde, eşimi, çocuklarımı öfkeli bir günün sonunda, hiç acımadan arkamda bırakırım diye korkuyorum. Babam gibi.

Dizginleyemediğim düşünceler allak bullak etti beni. Babamın yokluğu önümde dipsiz bir uçurum gibi uzanıyor, o uçurumun başında acaba bizi unuttu mu diye düşünüyordum çaresizce.  Aslında, isteyerek giden kişi, gitme fikrini düşünmeye başladığı an arkasında bıraktıklarını unutmuştur. Bunu anlamam uzun sürmedi. Azıcık da olsa dinen acı uyandı, dörtnala koşmaya, içimi toza toprağa bulamaya başladı. İçimdeki bungunluk nefessiz bırakıyor beni. Pencereye yöneliyorum, yıldızlar giyinmiş gece ile buluşuyor gözlerim.

edebiyathaber.net (26 Mayıs 2022)

Yorum yapın