Öykü: Ömrümün en uzun gecesi | Burcu Salantur

Mart 9, 2021

Öykü: Ömrümün en uzun gecesi | Burcu Salantur

Elli beş ekran tüplü televizyonun sesi sonuna kadar açıktı. Banyodan çıkan iki çocuk yan yana oturmuş, sırtlarını sobaya vermiş, televizyona bakıyorlardı. Darende, yarı uyur gözlerle, hem yanmasınlar diye torunlarına göz kulak oluyor hem de Ulusa Sesleniş’i izliyordu. Döküm sobanın üstündeki portakal kabuğu rayihasına eşlik eden beyaz sabun kokusu tüm salonu sarmıştı. Tellerde asılı çamaşırlardan sular damladıkça, cıst sesiyle beraber incecik buharlar çıkıyor, evin pazar akşamı havasına karışıyordu.

Önce ekran karardı, saniyesinde lambalar söndü. Çocuklardan, bir ağızdan gelen “aaaa” nidası biraz sonra yerini korku dolu bir sessizliğe bıraktı. Salon, sobadan yayılan kızıl-turuncu ışıkla aydınlanıyordu. Elektrik kesintileri, özellikle kışları, sık görülürdü. Hem alışkın hem hazırlıklı olan gelin, çay tabağına oturttuğu beyaz mumlardan birini yemek masasına birini orta sehpaya bıraktı. İçerisi daha aydınlık olsun diye salonun iri çiçek desenli perdelerini iki yana açtı.

Sabahtan beri hiç durmadan yağan kar, apartmandaki çocukların talan ettiği bahçedeki tüm izlerin üstünü, kartopu savaşı hiç yaşanmamışçasına örtmüştü.

Tatil yağıyor oğlum, dedi Ali dirseği ile kardeşinin kolunu dürtüp.

Mert, pencere kenarına yürüyüp yüzünü cama yasladı. Yağan kar tanelerinin üzerinde “TATİL” yazdığını ağabeyinin nasıl olup da görebildiğini düşündü. İki elini gözlerine siper etti. Yok, gene göremedi. Sabah bahçeye çıkıp yakından bakmaya karar verdi. Eğer yağan tatilse ve okula gitmeyecekse, başını nenesinin dizlerine dayayıp bütün gün hikayeler dinleyecek demekti. Nenesinin parmakları, hikayeleri anlatırken, Mert’ in başındaki siyah bukleler arasında gezinir, bazen bir bukleyi çekip uzatır, bırakınca da kıvrılıp eski halini alır saç tutamı. Bazen de eli çocuğun yüzüne değer; kuru, yaşlı parmaklarındaki çatlaklardan gürbüz, kırmızı yanakları çizilse de ses etmezdi Mert. Nenesinin elleri dünyanın en güzel, en sıcak elleriydi. Çok sinirlendiğinde de, annesi gibi etlerini burmaz “Yılkı gibi koşmayın, akbun yiyesiceler” der, mutfağa götürür, tereyağlı ekmek verirdi.

Mert nenesinden neler dinlememişti ki… Köydeki Rum komşularını, Köy Enstitüsüne kabul edilen kızları yolcu ederken ardlarından nasıl bakakaldığını, biçmeye gidişlerini, otlatmaya gidişlerini… Ama en sevdiği hikaye başkaydı:

Nene köyünüzden kaçan kızı anlatsana…

Bin kere anlattım oğlum, ezberlemedin mi daha?

Nene nolursun? Dün gece yatarken öğrettiğin duayı okurum hem. Bismillahirrahmanirrahim. Gulhuvallahuahad…

Dur dur! Dua öyle rüşvet niyetine okunmaz. Ben kızın hikayesini anlatırım, sen de uyumadan dualarını eder öyle uyursun, he mi?

O zaman baştan anlat. Zati eletrikler Özal’ı da susturdu. Yatmadan anlattıkların gibi kısa olmasın, dedi Ali. Mert kadar hevesli görünmek istemiyor ama nenesinin hikayelerine bayılıyordu o da.

Gelin bakalım şöyle, diyerek dizlerine örttüğü örgü battaniyenin iki ucunu kaldırdı Darende. Birer civciv gibi nenelerinin kanatları altına sokuldu oğlanlar.

Karı erimeyen dağların eteklerinde, kıyısından suyu yaz-kış  buz gibi akan derenin geçtiği bir köy varmış. Bu köyde bir kız yaşarmış. Sabah gün doğmadan kalkar, ahırı süpürür, inekleri sağar, sütünü kaynatır, hayvanları otlatmaya götürürmüş. Dört kardeşin en büyüğü olduğu için kardeşlerinin bakımı da kıza aitmiş. Gel zaman git zaman aradan yıllar geçmiş, kız büyümüş ve gelinlik çağa gelmiş. Eve görücüler gelmeye başlamış. Lakin kızın kimsede gönlü yokmuş, köyde konuştuğu da yokmuş gerçi…

Kız konuşamıyor muymuş? Mert’in simsiyah gözleri iri iri açılmıştı. Hikayenin bu kısmını ilk kez anlatıyordu nenesi. Demek kız dilsizmiş diye düşündü.

Yok yavrum öğle değil. Konuşabiliyormuş da, konuştuğu oğlan yokmuş, sizin zamanın deyişiyle sevgilisi yokmuş.

Çıktığı yokmuş yani, dedi Ali yeni yetmeliğinin getirdiği fırlamalıkla.

Girdiği çıktığı bilmem artık, yavuklusu yokmuş işte kızın. Bizde var mıydı şimdiki gibi fört mört. Neyse, babası bakmış kızın kimsede gönlü yok, en paralı talipli ile anlaşmış, kızı verecekmiş. Evlendirecekmiş yani.

İstemeden mi ?

İstemeden yaa. Kızın annesi başlamış gelin bohçası hazırlamaya; bir yandan ağlıyor, bir yandan seccade, yemeni, patik, lif eline ne geçerse bohçaya koyuyormuş. İlk göz ağrısını zorla evlendirmeye razı değilmiş ama eli kolu bağlıymış. Kız da “Ölürüm de evlenmem o morukla” diyerek ayak diretiyormuş.

Moruk mu? kikirdedi Mert.

Moruk yaa, evleneceği adam kızın babasından bile büyükmüş.

Ben o adama bi vurarım. Kötü adam o, de mi nene?

Darende, Mert’in karanlıkta iki zeytin tanesini andıran gözlerine sevgi ile baktı. Şuncacık boyuna rağmen mangal gibi yürek vardı çocukta. Babaannesine çekmiş diye düşünürken gülümsedi.

Annesi yalvarsa da yakarsa da kızını evlenmeye ikna edemiyormuş. Babası da; “Söz verdik bir kez dönülmez, köyde kimsenin yüzüne bakamayız. Hem daha iyisini mi bulacak? Ayağımıza kadar gelmiş kısmet tepilmez. İtiraz istemem!” demiş, konuyu kapatmış. Aradan günler geçmiş, düğün günü yaklaşmış. Aynı şimdiki gibi diz boyu kar yağdığı bir gece, annesi kızını sessizce uyandırmış. “Giyecek neyin varsa üst üste giyin”, demiş. Dolunayın gökte tabak gibi parladığı, bulutsuz bir geceymiş. Kız, pijamasını çıkarmadan, yün çoraplarını dizlerine kadar çekmiş, ikişer etek, yelek, hırka en üste de gocuğunu giymiş. Ayakta zor duruyormuş. Annesi ile birlikte dış kapının eşiğine kadar parmaklarının ucunda kedi gibi süzülmüşler. Köy ıpıssızmış. Köpek havlamalarından başka ses, gökteki ay ve yıldızlardan başka ışık yokmuş. Kızcağız, annesine nereye gittiklerini de varınca ne yapacaklarını da soramıyormuş. Tek bildiği artık evini bir daha göremeyeceğiymiş. İki kadın, karlara bata çıka köyün aşağısındaki dereye kadar inmişler. Derenin kenarına geldiklerinde, annesi, kızının yüzünü avuçları arasına almış, gözleri dolu doluymuş…

Darende sustu. Dalgın gözlerle sehpanın üzerindeki mumun oynaşan alevlerine bakıyordu. Dere kenarında, annesinin; çilli yanaklarını, burnunu, gözlerini öptüğü o genç kız oluvermişti yeniden. Annesinin gülüşü, kardeşlerinin kahkahaları, onca ağır işe rağmen köyüne olan özlemi burnunun direğini sızlattı.

Nene! Sonra ne olmuş?

Önce bunun bir veda anı olduğunu anlamamış. Annesi o dere kenarında, o diz boyu karda, biricik kızını bilinmeze uğurluyormuş meğer. “Bak, bu dere hep solunda kalacak. Dereyi takip edersen seni aşağı köye, dayına götürür. Vardığında evi tanırsın zaten. Sakın merak etme o seni korur. Dereden uzaklaşma, durma, uyuma. Dikkatli ol yavrum, Allah’a emanet ol.” demiş ve kızı dere boyunca gözden kaybolana dek, ardından gidişini seyretmiş. Kız, sırtında yedi kat giyecek, elinde boyu kadar bir sopa olduğu halde, derenin sağında yürümeye başlamış. Gece karanlık, gece ürkütücü ama dost olmuş. Başına gelebilecekleri düşünmemeye çalışıyormuş. Bazı kışlar kurtların köye indiğini duyarmış. Yüreği ağzında, bildiği tüm duaları başa sarıp okuyarak ilerliyormuş. Bir çıtırtı duyduğunda, olduğu yerde taş kesiliyor; elinde sopası, etrafı dinliyor; çağıl çağıl akan derenin sesinden başka ses  duymadığına emin olunca yürümeye devam ediyormuş. Dere boyunca sıralanan kavakların çıplak gövdeleri, olduğundan daha heybetli ve ürkütücü görünüyormuş. Ayışığının vurduğu karlar, sanki avuç avuç simi alıp yerlere serpmişçesine ışıltılıymış. Ömründe hiç bu kadar güzel bir manzara görmemiş. Haniyse mutluluk duyacakmış orada bulunmaktan.

Simden karları eze eze saatlerce yürümüş, yürümüş, yürümüş… Ayak parmaklarını hissetmiyormuş artık. Yorgunluktan, heyecandan, korkudan gücünün tükendiğinin farkındaymış. “Şuracığa kıvrılıp uyusam” diyor ama annesinin tembihlerini hatırlayıp elindeki son güçle devam ediyormuş. Elleri de tutamayacak kadar uyuşunca sopayı eline sıkıca bağlamış. Bitkinlikten gözleri kapanıyormuş. Ayılmak için yerden bir avuç kar alıp yüzüne sürmüş. Yavaş yavaş donuyormuş bedeni. Tatlı bir uykunun kollarına çekiliyormuş. Birden kendini gürül gürül yanan bir sobanın önünde kardeşleri ile birlikte oturmuş kocaman bir siniden yemek yerken bulmuş. Tam elindeki patatesi çökeleğe banmak için uzanmışken pat diye yere kapaklanıvermiş. Uyandığında karların üzerinde yüzükoyun yatıyormuş. Ne soba varmış yanında ne de kardeşleri. Son gücüyle olduğu yerde ters dönmüş. Gökyüzüne bakmış. Binlerce yıldız göz kırpıyormuş. Buraya kadarmış, diye iç geçirmiş kız. Tüm vücudu titriyormuş. Dağların gökle birleştiği yerde belli belirsiz beyaz bir çizgi oluşmaya başlamış ve ezan sesini duymuş. Ses, hiç de uzaktan gelmiyormuş. Gücünün son zerresi ile yerden doğrulmuş. Karıncalanmalar tüm bacağını sarıyormuş artık. Ayakta durmakta zorlanıyormuş. Sopasından destek alarak alacakaranlıkta yürümeye başlamış. Ta ki dayısının evini tanıyana dek. Evin ahşap kapısına mora dönmüş hissis elleriyle vurmuş. İçerden telaşlı ayak sesleri geliyormuş. Dayısı ve yengesinin fısıltılı konuşmalarını -hayırdır inşallah bu saatte?- duyabiliyormuş. Biraz sonra kapı açılmış ve dayısının eli, lüks lambasını kıza doğru uzatmış… Hikaye de burada bitmiş. Hadi bakalım geç oldu doğru yataklara. Oğlanlar söylene söylene odalarının yolunu tuttular. Hikayeyi gene yarım bırakmıştı neneleri. Gene doyamamışlardı dinlemeye.

Darende parmaksız ayaklarını ovuşturarak karıncalanmanın geçmesini bekledi. Oturduğu koltuktan kalkıp iki yana yalpalayarak camın önüne yürüdü. Bir süre karın yağışını izledi. Kar sessizliği vardı odada da, ölüm sessizliği. “Sobadan gelen sesler olmasa aynı o gece gibi” diye düşündü. Ömrümün en uzun gecesi gibi…

edebiyathaber.net (9 Mart 2021)

Yorum yapın