Öykü: Kanyak | Selma Özhan

Eylül 30, 2021

Öykü: Kanyak | Selma Özhan

Ekinlerin biçilme zamanıydı. Osman tarladaydı. Bazen yiyecek götürmeye eve gelirdi ama geceleri hep orada kalırdı. Karısı Feride’yse Safiye ile Döndü adında iki kızıyla, küçük bir penceresinden başka ışık girmeyen tek odalı evinde günlerdir yalnızdı.

O gün bulutlar ara sıra güneşi gölgelese de hava bunaltıcı ve sıcaktı. Safiye oynamak için sokağa çıkmış, Döndü de annesinin oyuncak niyetine önüne koyduğu tahta kaşık, tabak-çanakla evde oynuyordu.

Feride hastaydı. Ağrıları vardı. Beli, karnı, her yeri ağrıyor, tam şuram ağrıyor diyemediği ağrılar onu halsiz bırakıyor, köşedeki minderin üzerinde iki büklüm yatıyordu. Onun bu halini bilen komşu kadınlar, ara ilaçlarından yapmasını, çok yararı olacağını söylüyorlardı. Bazen çaresiz kalınca iyileşme umuduyla denileni yapıyordu ama yararı olmadığı gibi iştahı da kesilmişti. Canı hiçbir şey yemek istemiyor, son zamanlarda yaşamını sürdürecek kadar beslenebiliyordu. Kiler çoktan boşalmıştı zaten. Evin çoğu ihtiyaçlarını aylardır borçla alıyorlardı. O nedenle doktora gidelim de diyemiyordu kocasına. Sebze, meyve gibi mevsim ürünleri çıksaydı, buğday, arpa, tarladan kaldırılıp, harman sürülüp iş bitseydi, az çok paraları olurdu. Belki o zaman doktora da gidebilirdi. Şimdilik böyle idare edecek, buğday, arpa satılıncaya kadar canını dişine takacaktı.

Osman, birkaç günlük yiyecek götürmek için eve gelmişti. Her geldiğinde karısını yatar durumda görünce üzülüyordu. Ağrıları için daha çok Düriye Bacı’dan iyilik umuyorlardı. O gün, köylünün sevip saydığı, onların da sevdiği bu kadın, Osman’ın tarladan geldiğini duymuş, kocasına azık göndermek için onlara uğramıştı. Konuşurlarken, bir ara Feride’nin hastalığıyla ilgili lâf açıldı.

“Biçarenin ağrısı sancısı geçmiyor oğlum! Bi eliyle iş yaparken öteki eliyle neresini tutacağını şaşıyo kadın. Parasızlıktan doktora da götüremiyosun. Ne olacak bu kadının sonu? Tarlanın, bağın bahçenin işi bitmez köylük yerde. Sen yaptıkça mübarek daha da çoğalır… Bi an önce iş bitsin diyosan eğer, ha bir gün fazladan çalışırsın olur biter yavrum… Can bu! Sen önce bu kadının ağrılarına bişiler yap. Perli perişan oluyo iki çocukla zavallı… Bizim at dipçik gibi boş boş duruyo ahırda. Atı al, n’olcak yavrum… Şehir de şurdan şurası…İki saat içinde bi koşu çarşıya gider gelirsin. İyisinden küçük bir şişe kanyak al kadına… Ondan az az içerse tövbe bişiciği kalmaz! Onun bunun dediğine sen hiç kulak asma oğlum” dedi.

Kanyağın tadını bilmezdi Osman. Sadece içenlerden duymuştu kararınca içilirse zararı olmadığını. Kadınlarınsa böyle şeyler içmediğini biliyordu. Yine de Düriye Bacı’nın bir bildiği vardı ki ağrılara sancılara iyi geleceğini söylerken çok emin konuşuyordu. Bunun üzerine o da şehre gidip, küçük bir şişe kanyak alıp getirmişti. Onu da çocukların yetişemeyeceği yere koyarken, ilaç olmadığını karısına özellikle söylemişti.

Şişenin içindeki ilaç değil de her neyse, Feride’nin aklına gelen oydu.

Osman’ın, tarlaya giderken eski bir bez parçasına sarıp sarmalayıp rafa bıraktığı şişe, öylece koyduğu yerde duruyordu. Umutla ona uzandı, aldı. Sarılı eski bezi çıkarıp kenara attı. Şişeyi gözüne yanaştırıp, evirip çevirerek dikkatlice içine baktı. İçindekinin ne olduğunu net olarak göremedi. Pencereden gelen ışığa doğru tuttu. Koyu renkli şişenin içi hiç görünmüyordu. Kapağını açmadan sağa sola salladı. Sıvı bir şey olduğunu anlayınca;

“Şurup gibiymiş bu da…” dedi.

Kocasının dediğine göre ilaç değildi nasılsa… Bir an önce ağrısını dindirmek istedi. Kapağını açtı, kokladı. Keskin kokusunu duyumsayınca yüzünü buruşturdu.

“Her neyse… Kötü kokan bu meret de azıcık bişeymiş zaten… O da beni öldürecek değil ya…” dedi, bir nefeste hepsini içti bitirdi.

Şişe daha elindeyken; boğazı, kanı yanıyor, damağında patlamalar oluyordu. Çevresindeki her şey dönmeye başladı. Olduğu yere çöktü. Boylu boyunca uzandı. Yattığı yerden başını kaldırmak istiyor kaldıramıyordu. Defalarca denedi aynı hareketi, olmuyordu. Gözlerini yumdu, açtı, yumdu, açtı. Bu arada küçük kızı Döndü, külekten aldığı ekmek kırıntılarıyla oynuyor, ona, ‘Nimetle oynanmaz kızım günah olur…’ diyecek gücü kendinde bulamıyordu. Elleriyle yerden destek alarak ayağa kalkmaya uğraşıyor, kalkamıyordu. Bütün uzuvları uyuşuktu. Birini bile kımıldatamıyordu.

Gözlerini tavana dikti. Bakışlarını bir noktaya sabitledi. Böyle durursa az çok toparlanacağını düşündü. Düşündüğünü yaptı, yine olmuyordu. Eğri büğrü çalı çırpı arasına çamurla birbirine tutturulmuş kirişler, gözlerinin önünde fır fır dönüyor, yerle tavan arasındaki devinim midesini bulandırıyordu. Gözünü yumarak başını boş duvara çevirdi, değişen bir şey yoktu.

Kayayı oyarak iki duvar kazanımıyla yaptıkları tek odanın içi kapkaraydı. Buğday çuvallarının, pekmez küpünün, peynir çömleğinin bulunduğu köşeyi ise derin bir kuyu gibi görüyordu.

Kapı kapalıydı. Küçük pencerenin camından içeri giren ışık, boş duvarlara çeşitli gölgeler halinde yansıyordu. Bunların çoğu da kırlangıç benzeri uçuşan nesnelere benziyordu. Başını öne eğerek onların kanatlarından sakınıyor, kendine çarpacak kadar yakın hissettiği hareketli görüntüler üstünde dönerken gözlerini yumuyor, açıyor, baş dönmesiyle beraber midesinin hareketini durduramıyordu. Odanın içindeki devinimler bulantısını iyice artırdı. Öğürdü, öğürdü, kustu.

Boş mideden boğazını yakarak ağzından dışarı fışkıransa,yeşilimsi acı bir sıvıydı sadece. Eline geçen eski bez parçasını kusmuğun üstüne fırlattı. Çocuğa doğru uzandı. Onu kusmuğun yanından uzaklaştırırken zorlandı. Duvardan tutunarak ayağa kalktı. Sarsak adımlarla yürüdü, ocağın yanındaki çalı süpürgesini aldı.

Ekmek ufaklarını süpürmeye uğraşırken süpürge tavana doğru uçuyor, sapını tam ortasından tuttuğu halde ucunu yere değdiremiyordu. Ellerini başına yastık yapıp olduğu yere uzandı.

Yattığı yerin toprak zemininde yankılanan ağlama sesi, kafasının içinde uğulduyordu. Ağlayan küçük kızı susturmak için elini uzatarak ona doğru yaklaşmaya çalıştı. Çocuk, saçı başı dağılmış durumda olan annesine yaşlı gözlerle bakarken, onun kendine doğru geldiğini anlayınca, ani bir hareketle emekleyerek yanından uzaklaştı. Küçük kızına uzattığı eli boşlukta kalan Feride bitkindi. Gücünün sınırındaydı. Köşedeki su dolu testiye uzandı. Elleri titriyor, testinin eğri ibiğini bir türlü avcuna denk getiremiyordu. Başını eğdi, testinin kenarından sızan su damlasına ağzını yanaştırıp, çalkaladı, tükürdü. Kurumuş dudaklarını, terli alnını ıslattı. Biraz rahatlama belirtisiyle belini doğrulttu. Yavaş yavaş başını dikleştirerek ayağa kalktı. Sendeleyerek bir iki adım attı. Hâlâ nereden geldiğini anlamadığı uğultulu sesler kulaklarını tırmalıyordu. Gözlerinin önündeki uçuşan nesnelerin ışıltısı gözlerini kamaştırıyor, loş odanın içini görmesini engelliyordu. Kızının ise yaşlı gözlerle bakarak ağlamasına üzülüyor, nasıl göründüğünü hiç bilmiyordu. Herhangi bir köşede bir aynacık da yoktu ki elinin yüzünün haline bakabilsin…

Ağlayan küçük kızına bulanık gözlerle bakarken duygulanıyor, duygulandıkça içi kabarıyordu. Ağzını açacak olsa diliyle dişi birbirine dolaşıyordu. Ağıtlara başladı.

  Aşı boyalı evden yükselen ağıt sesleri dışarıdan duyuluyordu. Acılı sesi duyan, neler olduğunu anlamaya çalışan komşu kadınlar kapı önünde toplanmıştı. Onların meraklı konuşmalarını duydukça daha çok duygulanıyor, içinde biriktirdiği ağıtlar, art arda sıralanıyordu.

Kadınlardan biri eliyle ışığı gölgeleyerek camdan içeri baktı. Dizlerine vurarak,

“Vah, vah! Feride iyice kafayı bozmuş. Halini bi görseniz, sanki yarım akıllı olmuş.”

“Öyle yaşayacağına ölse daha iyi! Hiç olmazsa onun bunun ağzında sakız olmaz, kurtulur zavallı kadın!”

“Tövbe de kız! Yazık, çocukları var!”

“Kadıncağız gelin geldiğinden bu yana hasta… Kazma geçmez kayaları oyarak zar zor başını sokacak bir ev yaptı Osman. Gel gelelim bu arada Feride de iğneden ipliğe döndü…”

“He kız. Bacakları çili çirpi gibi kaldı zavallının…”

“Geri kafalıların yaptığı ilaçlarla da iyice kötüleşti.”

“Yoksulluğun gözü kör olsun! İçeri girip baksak ya, bu sefer bacısı bişi der, maazallah!”

“Git anam, ben eve gidiyom. Seyre gelmiş gibi dikilip durmayalım kapıda.”

“Bekleyin, ben de geliyom. Elden gelen bişi yok. Allah kolaylık versin Feride’ye…”

“Osman’a da… Zaten bacısı duymuştur. Gafasını sallayarak bir tafrayla gelir şimdi.”

“Öyle deme kız. Bacısıdır. Öyle tafralı mafralı göründüğüne bakma. Ablasının böyle olduğunu duyunca duramaz, palazlanarak gelir…” 

    Feride konuşmalara kulak verdikçe içleniyor, pencereden kalabalığı gören çocuğun ağlama sesi çoğalıyordu.

Kapının zembereği şangırdadı. İçeri sızan ışığın gölgesinde Ayşe’nin kafası göründü.

“Nôrüyôn bacım gız! Bu saçın başın ne böyle? Uy anam… Deli gibisin. Derdin ne bacım?”

………

“Derdin ne senin? Uy anam!.. Bu evin barkın hali ne böyle?”

Ayşe, yerdeki süpürgeyi bir kenara fırlatıp Döndü’yü kucakladı.

Feride, fersiz gözlerle ona bakıyordu. Dudağını kımıldatsa, ağzının dolusu kusacaktı. İsteğini işaretle anlatmaya çalıştı. Çocukları bir an önce kendi evine götürmesini istedi.

Ayşe, ne yapacağının şaşırdı. Döndü’yü kucağına alıp çıktı. Kapıyı da dışarıdan kilitledi. Meraklı kalabalığa da “Dağılın, dağılın,” derken çevresine bakınıyordu. Sek sek oynayan çocukların arasından Safiye’yi gördü. Yanına çağırdı. Yeğeninin elinden tutunca kalabalığa bakarak iç çekti.

“İbat’ın Halil’in ayısı oynuyo sanki! Sanırsınız burda seyir var! Kapının önünden dağılsanıza… Sizin hiç işiniz gücünüz yok mu? Gidin evlerinize…”

Ayşe hızlı adımlarla kendi evine doğru yürürken, kadınlar onun arkasından homurdanıyordu. O ise bu homurtulara aldırmadan sokağın köşesinden döndü, gitti.

Ayşe kapıdan çıkarken Feride sessizdi. Ağzı kımıldasa içinde ne varsa dışarı çıkmayı bekleyen hali bir türlü geçmek bilmiyor, aksine gittikçe çoğalıyordu.

 ‘Bu zıkkımı içerse bütün ağrıları geçer, bişiciği kalmaz’ demişti Düriye Bacı. Osman da ona güvenmiş, çocukların rızkından kısarak bir günlük yevmiyesini vermiş, alıp getirmişti el kadar şişeyi.  O da başına dikip içmişti hepsini birden. Ölmemişti ama onu bu hale getiren şişenin içindeki neyin nesiydi?

Yerdeki boş şişeye zar zor uzandı, aldı. Gözlerine yakınlaştırarak üstündeki yazılara anlam vermeye çalışarak, bir o yana bir bu yana evirdi çevirdi. Anlayacağı cinsten bir işaret yoktu şişenin üzerinde…

Ağrılarını dindirecek sandığı, o kadar para verip alınan acı suyun kendini ne hale getirdiğini düşündü. El kadar şişenin içinde ne vardı ki? Öldürmemişti ama süründürüyordu işte…

Derin derin nefes aldı, yaşadığına şükretti.

Az çok sayıları tanıyordu. Şişenin üstündeki yazılara tekrar baktı. Rakamların arasından 4 ile 0’ı tanıdı. İkisi yan yana olan bu sayıların kaç ettiğini düşündü, bilemedi. Bulanık gören gözlerle anlamlandıramadığı işaretlere sıkıntılı bakarken, tüm bedenine ıstırap veren dayanılmaz basınçlar duyumsuyordu. Takatsiz parmaklarıyla tuttuğu boş şişeyi kenara fırlattı. Başını ocağın yanındaki duvarın çıkıntısına yasladı, oturur vaziyette uyudu.

Kapalı göz kapaklarına vuran müthiş bir ışıktı gecenin en derin uyku saatlerinde onu uyandıran. Bu, kuvvetli bir ay ışığıydı. Gözlerini ovuşturarak başını yerden kaldırdı. Dolunay zamanındaki ışığın bilmem kaç katıydı ışık. Gözlerini kamaştırıyor, cama bakamıyordu. Biraz sonra gözleri duruma alıştı. Büyülenmiş gibi bakakaldı.

Ay büyümüş, bütün gökyüzünü kaplamış, beyaz ışığı ağaçlara, kireç badanalı duvarlara, başını yukarı kaldırarak uluyan köpeklerin gözlerine vurmuş, her yer parlıyordu.

Yüreği ağzına geldi. Seslice, “Aman Allah’ım, aman Allah’ım!” diyerek sarsak adımlarla cağa yaklaştı. Hâlâ midesi bulanıyordu. İbriğin ince sapını tek eliyle kavradı, başını geniş gövdesine yasladı, eğri ibiğinin ucuna yüzünü denk getirerek yıkadı.

Betonu çatlamış yarı topraklı zeminin yarıklarından yayılarak akan su bulanıktı. Akan suyun üstünden yansıyan ışıklar, kıvılcımlar halinde sağa sola saçılıyor, bir demet olup delikten dışarı akıyordu. Boşluğa doğru kayarak çıkan o ışık demetiyle beraber ruhu da bedeninden çıkmış, gözden kaybolmuştu. Daha doğrusu çıkıp giden tam da kendisiydi.

Cenaze evlerinde kadınların anlattığına göre, ruh bedenden çıktıktan sonra geri dönmezmiş.

Canını acıtırcasına elini kolunu çimdikledi. Gözlerini ovuşturdu, iki eliyle yüzünü kapattı. Yaşıyordu…

Karanlıkta kaybolmuş gibi haykıra haykıra ağlamaya başladı.

Daha sonra bunları; hiç kimseye, kardeşine bile anlatamazdı. Anlatsa, kardeşi direk ona, ‘Valla dedikleri kadar var. Sen iyiden iyiye delirdin. Bismillahirrahmanirrahim! Ay göğü kaplar mı gız?’ derdi. Havada asılı kıvılcımlar üzerinde sallanan ruhunu anlatsa… Neler söylerdi kim bilir?

    Ölmediğine şükrederken; insanın alnına ne yazıldıysa, elbet bir gün başına geleceği inancı, onu büyük bir kanıksamışlığa ve dinginliğe ulaştırmıştı.

Böyle düşünse de korkuları, üzüntüsü, iki sorgu meleği gibi omzuna abanmıştı. Ertesi gün biri ona öleceğini söylese bile heyecanlanmayacak, Ne yapalım, alın yazısından kaçılmaz. Allah hepinizden razı olsun diyecek, huzur içinde her şeye veda edecek durumdaydı yine de… Yalnız Feride’nin değil, çaresizlikten, yoksulluktan, salgın hastalıklardan, çocuk yaşta gelin olmak gibi birçok nedenlerden yaralanmış köylü kadınların, yaşama karşı tavrı buydu.

 &

  Feride’nin annesi yoktu. İnsanların hep dilinde olan kader sözünün yankısı kulaklarından gitmiyordu. Yere yakın pencerenin dibine çöktü. Hayatın yükünü taşıyacak gücü kalmamış, her şeyi oluruna bırakan bezgin bir kadındı şu anda. Havasız kalan odanın içindeki rutubetli cağın kesif kokusu; burnuna geldikçe midesini bulandırıyor, yüzü bembeyaz kesiliyor, soğuk soğuk terliyordu. O kahrolası mide dertop olmuş, gelip boğazına takılıp kalmıştı.

Teriyle ıslanan içliğinin düğmesini açtı. İşaret parmağını boğazına kadar sokup kusmayı denese de bu işi beceremiyordu. En iyisinin, yine olduğu yere uzanıp yatmak olduğunu düşündü. Bacaklarını karnına doğru çekti, iki elini başının altına koydu, gözlerini kapattı.

Bir ara içi geçti. Çeşitli hayaller görüyordu. İki büyük taş üzerine uzatılmış kalasta, annesi upuzun hareketsiz yatıyordu. Annesinin bu görüntüsü, aslında onu en son gördüğü haliydi. Gözü yaşlı kadınlar; Kelime-i Şehadet getirerek soğuk bedenini sıcak suyla yıkarlarken, kalabalığın arasından eğildi, baktı. Bembeyaz teni vardı annesinin. Hâlâ süt dolu beyaz memelerini apaçık görüyordu. Kardeşi doğuncaya kadar fırsatını buldukça emerdi onları.

Sürekli ağlayan küçük bir çocuk sesi geliyordu arka tarafından. Onu sakinleştirmeye uğraşan kadınlar ne yaparlarsa yapsınlar, bir türlü susturamıyorlardı. O, ağlayan çocuğun kim olduğuyla hiç ilgilenmiyor, kulaklarını kapatarak yalnızca annesini seyrediyor, neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Gözleri dolu dolu, dalgındı. Kadının biri, onu derin bir uykudan uyandırır gibi sarsarak kolundan tuttu.

“Fadime gız… Şunu yanınıza alın! Tuhaf tuhaf bakıyo çocuk.”

Kalabalığın arasından kenara doğru çektiler onu.

Başka bir kadın kovayla sıcak su taşıyordu. Kovayı yere bıraktı. Ağlayan çocuğu kendi kucağına aldı. Kalabalığın arasından sıyrılıp geçti. Hareketsiz yatan annesinin başına dikildi. Dudakları titriyordu duaları okurken. Yıkamaya devam edilen cansız bedenin süt dolu memelerine baktı.

Eliyle kadınları iterek, “Şöyle geride durun azcık!” dedi. Acele bir şekilde sıcak suyla sabun köpüklerini arındırdı. Annesinin yanına getirilen çocuk, kardeşi Ayşe’ydi. Ayşe, annesini görünce heyecanlanıyor, çırpınıyordu…

Kendisi de annesinin yanına gitmek istiyor, o yana bir türlü yanaşamıyordu. Uzaktan onlara bakarken içinde acı bir heyecan duyumsadı. Kardeşinin, annesinin yanına varmak için bir iki yeltendi. Korkuyordu. Düşündüğünü yapamadı. Elleriyle gözlerini gölgeleyerek uzaktan kardeşinin hareketlerini izlemeye başladı. Parmaklarının arasındaki boşluğu büyüttü. Böyle yapınca Ayşe’yi daha net görebiliyordu.

Ayşe, annesini görünce ona doğru ani bir hamle yapıp, kucağında tutan kadının kolları arasında çırpınırken yere doğru sarktı. Annesinin katılaşmış memesinin üzerine kapandı, emmeye başladı, sustu. Çocuk, iştahla memeyi emerken başına toplanan kadınların ağıtlı sesleri göğe yükseliyordu.

Sıçrayarak gözlerini açtı. Şaşkınlıkla nerede olduğunu bilemedi. Odanın içinde göz gezdirdi, evde kimse yoktu.

“Estağfurullah tövbe… Bu da neyin nesi yine… Allah’ım sen büyüksün!”

On beş yıldır aklından çıkmayan bu görüntü; her hastalığında, dalgın uyuduğu her gecede, aynı şekilde gözlerinin önünde sıralanıyordu.

Öğürdü, öğürdü.

Üst üste yaptığı bu hareketler onu rahatlatsa da odaya yansıyan ışıktan çıkıp, karanlık bir boşluğa gidiyordu. Gölgesinin ayak ucunda karanlıklara battığını görünce, buzlu bir şeye dokunduğunu sanıyordu. Sanrı olduğunu bildiği halde bir türlü bitmeyen bu hayaller onu korkutuyordu.

Bedenini dikleştirdi. Karşıda, ta dipte, yoğun karanlıkların ardında küçük bir aydınlık görünüyordu. Bütün dikkatini o yöne vererek baktı. Yine de bu aydınlığın nereden geldiğini kestiremedi. Başını geriye doğru çevirdi. Gecenin karanlığında; ne zaman yaktığını anımsamadığı, gaz lâmbasının isli şişesinden cama yansıyan fersiz bir aydınlıktı bu. Evet. Basbayağı aydınlıktı işte. Yanılmamıştı. Dudak kenarlarında belli belirsiz bir gülümseme oluştu.

Bembeyaz kesilen yüzünü, alnını, boynunu yokladı. Sıcaklığını hissediyordu. Katılaşmış omuzlarına iki eliyle sımsıkı sarıldı. Köşeye oturdu.

Sessizlik vardı. Sabahlara kadar vızıldayan ağustos böcekleri bile susmuştu. Kediler, köpekler de kıpırtısızdı ki sesleri duyulmuyordu. Her yana ölü toprağı serpilmiş gibi…

Sabah olmak üzereydi. Kızının ağlama sesiyle beraber kapının anahtarla açılma sesini duydu. Açılan kapının aralığından giren serin havayı içine çekti. Bedenini ürperti sardı. Bakışları kendiliğinden; yükseklere, suskun gökyüzüne, ileride hışırdayan ağaçlara çevrildi. Onların ötesindeki kızıl bir tepsi büyüklüğündeki yeni doğan parıltılı güneşe…

Neler olup bittiğini yavaş yavaş anlamaya başlamıştı. Duvara yaslandı. Gözyaşları yanaklarından dudaklarına doğru süzülüyordu. Yemenisinin ucuyla yüzünü sildi. O boğucu korku dağılmış, derin, geçici, ufak bir acı hissediyordu şimdi.

Oturduğu yerden kalktı, kapıya doğru yürüdü. Kızına sımsıkı sarıldı. Ve emzirmeye başladı.

Bütün bunlar aşı boyalı evde yaşanırken Osman hâlâ ekin tarlasındaydı. Yaya yürünürse tarlaya varmak iki saatten fazla sürüyordu. Ayşe’nin kocası Enver de Feride’nin durumunu anlatmak için onun yanına yaya yürüyerek gitmişti.

İşin çok olduğu aylarda, tarlada çalışan insanlar ekin biçme işi bitene kadar hasat başından ayrılmazlar, -aksi durumda ürünün bereketinin kaçacağına inanırlardı- olur olmaz durumlarda evlerine bile gelmezlerdi.

Osman, bacanağının anlattıklarını dinlerken ne yapacağını şaşırdı. Kaygılı gözlerle deste yığınlarına baktı. Baldızının; karısıyla, çocuklarıyla yeterince ilgilendiğini bilse de kaygılanıyordu.

“Durumu çok mu kötü? Ya çocuklar?”

“Meraklanacak bir şey yok. Çocuklar iyi. Feride bacımı da bi gör diye geldim.”

Hafiften kuzeyden gelen rüzgâr esiyordu. Köpekli Dağı’nın üstü kararınca yağmur yağardı. Beş on yılda bir de olsa, sel bile gelirdi.  Olmamış değildi, eskiden olmuştu. Osman o zaman çocuktu daha ama aklı eriyordu. Yine bugünler gibi ekin biçme zamanıydı. Ekin tarladayken yağmur yağmış, biçilen başaklar toplanmadan küflenmiş, çiftçinin bir yıllık emeği hiç olmuştu o yıl…

Bunları düşünürken yüreğine inceden bir sızı daha girdi.

Tırpanla biçtiği ekinler, bir çizgi halinde öylece duruyordu. Yağmurun bugün yağmaması için dua ederek cılga yaptığı desteleri topladı, bir kenara yığarak birkaç küçük tepecik yaptı. Olası sert esen rüzgâr sapları savururdu. Dirgen, anadut, atkı yabası, tırpan gibi aletleri bir araya topladı. Hepsini sap yığınlarının üstüne yerleştirdi. Eşeğin sırtına binip evin yolunu tuttu.

Ay ışığı vardı. Biçilmiş bir tarladan geçip, kestirmeden sağa saparak yola çıktı. Uzak tarlalarda yanan ateş kümeleri görünüyor, yemek kokuları esintiyle ona kadar geliyordu. Acıkmıştı. Burnuna gelen koku, bulgur pilavı kokusuydu. Her öğün aynı şeyi yese de bu koku açlığını tetikliyordu. Yorgundu. Eşeğin sırtında yaylandıkça, nerdeyse gözkapakları kendiliğinden kapanacaktı. Uyumamak için kendini zorluyor, arada bir gelen köpek sesleri onu ayık tutmaya yetiyordu.

Çok geçmeden kavak ağaçlarını, bir iki koyun ağılını, damları, yeni doğacak güneşin ışıkları arasından görmeye başladı. Hemen yolunun üstünde küçük bir çeşme vardı. Çeşmenin suyu iplik gibi aksa da kıyısında küçük göletler oluşmuş, kurbağalar zıplıyordu. Bozkırın sessizliğinde çıkardıkları sesler, bedenlerini bin kat artırırcasına ötüyorlardı.

Eşeğin sırtından indi. Uykusunu kaçıracak kadar su çarptı yüzüne. Cebinden mendil alırken, yere kâğıt para düştü. Bacanağının koyduğunu anlayınca duygulandı. Olduğu yere çöktü. Kurbağa seslerinin arasında öylece bitkin oturuyordu. Dokunsan nerdeyse ağlayacaktı. Kalktı, eşeğine bindi, yola koyuldu. Yürümek istemeyen hayvanı iki diz hareketiyle hızlandırdı.

Sessizlikte tek tüze yankılanan değirmenin tok sesi duyuluyordu. Başlarını yere eğmiş atlar arabaların çevresinde duruyor, unlarını alma sırasını bekleyen insanlar ellerinde boş çuvallarla ortalıkta dolaşıyorlardı.

Osman kan ter içinde kalmış, semerin sertliğinden bacak araları ağrımıştı. Üzerinde rengi kaybolmuş beyaz bir gömlek, belinde bezden bir kuşak, üst tarafı geniş, paçası dar, boyu kısalmış bir pantolon vardı bacağında. Ayaklarında, soğuk kuyu denilen kara lastik ayakkabı; toz ve samanla kaplıydı. Sarı sıcakta kasketi yüzünü gölgelese de bozkırın güneşinde kavrulmuş, kasketin dışında kalan saçları, burnu ve gözleri tozdan kararmıştı. Kalabalığa kendini fark ettirmeden yanlarından geçti. Köye yaklaşmıştı.

“Dahhh!” dedi, iki bacak hareketiyle eşeği hızlandırdı.

Sabah olmak üzereydi eve vardığında. Karısı solgun yatıyor, baldızı Ayşe de çocukların yanında oturuyordu. Bacanağının anlattığına göre -ona kanyaktan söz etmemişti- aklından geçenlerin olduğu belliydi. Bir kenara fırlatılmış kanyak şişesini gördü. Hemen alıp baktı. İçi boştu.

“Hepsini birden mi içmiş?” dedi, baldızına.

“He enişte. Ben de sonadan annadım. Yüzüme aygın baygın bakıyo, başını yerden kaldıramıyo, hiç konuşamıyodu.”

“Ee, Ne yaptın ona? Ne yedirdin içirdin?”

“Ha bire kusuyodu. Bir tas ayranı zor içirdim.”

“Yorulmuşsundur. Çocuklar uyuyor. Sen de evine git, dinlen biraz. Enver tarlada kaldı. Ben gidince, sana zahmet olacak ya… o zaman gelirsin çocukların yanına…”

Ayşe evine gitti. Osman Feride’ye ne yedirip içireceğinin şaşkınlığıyla bir tas tuzlu ayran daha yaptı, içirdi.

Kadın bitkin görünse de hareketleri normale dönmeye, kanyağın tesiri de geçmeye başlamıştı. Öğle olmak üzereydi.

Çoktandır banyo yapmamıştı Osman. Ocağın yanında tezekler vardı. Güğümü ocağın üstüne yerleştirdi. Tutuşturacak kadar gaz döküp yaktı.

Isınan bir güğüm suyla perde arkasında yıkanırken, cağın içinden akan sabunlu su kahverengiye dönüşüyordu.

Yıkanmış temizlenmişti. Karısı da iyi görünüyordu. Temiz giyeceklerin, evde olmanın hazzını duydu. Ocakta ateş vardı nasılsa. Patatesli yemek pişirmeye koyuldu.

Çoluk çocuk pişen yemekten yerken, gözlerini kendinden kaçıran karısına baktı.

“Nasılsın? Şimdi daha iyisin her halde…”

“Allah’ıma bin şükür, iyiyim.”

Kadın, dolu gözlerle kocasına bakarak mahcup bir sesle devam etti.

“Benim yüzümden sen de işinden gücünden kaldın.”

  “Öyle deme… çok meraklandım. Bütün suç bende. Eşşek kafam. Bu zıkkımdan bi kaşık iç, iki kaşık iç demeden gittim. Bu meretin hepsini birden içeceğin hiç aklıma gelmedi. Nerden bilirdim böyle bişey yapacağını? Ah Feride!” der ken, sesinde kabulleniş, hatta sevgi yüklü dokunuşlar vardı.

  “Hadi doktora gidelim! Enver para koymuş cebime.”

  “Sağ olsun ama yok yok… Şimdi iyiyim! İşler bitsin hele…”

  “İş biter mi he kadın? Hâlâ ağrın varsa gidelim!”

  “Ağrım yok da hâlâ bulantım var. O da geçer herhalde…”

  “Tamam öyleyse, idare ederim diyosan eğer, üç beş günlük iş kaldı tarlada. Sonra Ankara’da iyi bir doktora gideriz.”

  “Öylesi daha iyi olur…” dedi Feride.

 Osman, Feride’nin daha iyi olduğundan emin olunca tarlaya gitme hazırlığına başladı. Pişirdiği patatesli bulgur pilavını, bir testi suyu, bir bakraç yoğurdu, iki baş soğanı heybesine koydu. Yaşlı eşek zor yürüyordu zaten. Yolculuk zahmetli olacağa benziyordu. Güneş batmadan yola çıktı.

Feride, kocasını uğurlarken hava serinlemeye, yağmur zamanı değildi ama bulutlar kararmaya başlamıştı.

 Bütün gece ince ince aralıklı yağan yağmur cama vurdu… vurdu…

edebiyathaber.net (30 Eylül 2021)

Yorum yapın