Öykü: Kâğıttan kayıklar nereye gider? | Afet B. Bal

Haziran 15, 2021

Öykü: Kâğıttan kayıklar nereye gider? | Afet B. Bal

Ağlayarak uyandım. İçimde derin bir üzüntü. Yine aynı rüya. Yaş var mı diye gözlerimi yokladım bilinçsizce. Hiçbir şey yok, kupkuru. Oysa gerçekten ağladığıma emindim. Başucumda duran sudan birkaç yudum aldım. Saçlarım terden enseme yapışmış.  Pencereye doğru baktım ama en ufak bir ışık sızıntısı bile yok. Sabaha çok var daha. Uykuya devam edebilme umuduyla gözlerimi yumdum. Düşünmemeye çalıştıkça tam tersine rüyanın devamı gibi o günlere gittim.

Doğduğum ve çocukluğumun ilk yıllarının geçtiği şehir hatıraların sisli bulutları arasında da kalsa hâlâ ara ara kendisini hatırlatıyordu. Bazen de bu rüyayla, acı vererek. 20 yıldan fazla zaman geçmişti son gidişimin ardından

O zaman nenem hayattaydı. Herkesin Sakine Teyzesi olan, o okumamış ama çok zeki, akıllı, gerçek bir dindar, aynı zamanda da çok çağdaş fikirli bir kadın olan nenem. Ve dünyalar tatlısı, çocukları çok seven, karısının sözünden çıkmayan dedem. Arada koyuluklar kalmış gri saçları, seyrek sakalı yüreğinin tüm saflığını ve temizliğini ortaya koyan hafif mahcup gülüşüyle mahallenin çok sevilen Hacı Dayısı. Çocukları olmamıştı. Onların çocukları bendim. Bir de kiracıları olan Hafız Abi vardı. Köyden İmam Hatip Lisesinde okumak üzere gelmişti. Evlerimiz karşılıklıydı. Bahçesinde kocaman bir incir ağacı ve dut ağacı olan bir evdi bizimki. İncirleri bütün mahalleye yetecek kadar çok olurdu. Dut ağacı silkelendiğinde de tepsilerle komşulara dağıtılırdı. İki katlı evin yüksek bahçe duvarının üstünden sarkan mor salkımlar gözlerimin önünde. Hatta ablama aşık liseli bir gencin Mor Salkımlı Evin Güzel Kızı diye bir şiir yazdığını çok sonraları öğrendim. Çarşıya çıktığımız bir gün bir bahçenin demirlerinden sallanan mor salkımları görünce söylemişti ablam. Halbuki ben onları sümbül diye bilirdim o zamanlar. Dedemlerin evi de yine iki katlıydı, girişten ayrılan bir taş merdivenle üstü açık bir arka avluya çıkılırdı, çok şirindi. Avluda, bir kısmı yerde, bir kısmı dedemin yaptığı tahta kerevetlerde rengarenk çiçekler vardı. Canlı canlı, kulağına takma isteği uyandıran açıklı koyulu pembe küpe çiçekleri, yavruağzı, turuncu aslanağızları, kırmızı, beyaz, çingene pembesi sardunyalar, yıldız çiçekleri, mavili mine çiçekleri. Nenemin çok sevdiği ve gözü gibi baktığı bu çiçeklerin bir kısmı saksılarda, bir kısmı değişik boy ve renklerdeki teneke kutulardaydı. O renk cümbüşü ile teneke kutular birbirine o kadar yakışırdı ki. Üst kattaki iki oda kendilerine aitti, hem sokağa hem avluya bakan diğer büyük oda ise kiraya verilirdi. Ben doğduktan sonra annem gündüzleri baktıracak kimse bulamayınca onlar bakmayı önermişler. Annemin utanarak teklif ettiği para karşısında da kesin bir tavır alıp, “Bir daha böyle şeyler söylersen bizden bir destek bekleme, başının çaresine bak,” demişler.

Yürekleri sevgi dolu, hesapsız kitapsız ilişki kurabilen insanlardandı onlar. Böyle ilişkiler geçmişte mi kalmıştı? Mahallede bizim gibi tayinle gelmiş ya da oralı birkaç memur ailesi, şehrin yerlilerinden aileler, çevredeki köy, kasaba ya da yakın şehirlerden gelip yerleşen, büyük kısmı yöreye ait bütün özellikleri gösteren sıcakkanlı, dost canlısı insanlardı herkes.

Komşular arasındaki ilişkiler ekonomik ve sosyal durumlardan etkilenmezdi. Birbirimize sarsılmaz bir güven duyardık. Evlerin kapılarının kilitlenmediği, çoluk çocuk herkesin sokaklarda olduğu, ihtiyacı olduğunda herkesin birbirinden bir şeyler alıp verdiği, dert ortaklığı yaptığı, hep birlikte kır gezilerine gidilen, o çekincesiz, katıksız bir hoşgörüyle kurulan ilişkiler. Dedemin köyden getirdiği tereyağı, peynir, yumurta gibi ürünleri sattığı küçük bir dükkânı vardı. Bol bol da veresiye defteri. Nenem arada kızar, “Hacı, veresiye verme artık demiyor muyum sana, sonra parayı isteyemiyorsun,” derdi. Dedem ellerini iki yana açar, omuzlarını kaldırıp, başını yana eğer, ne yapayım der gibilerden bir işaret yapardı. Peşinden de veresiye defterini eline alır uzun uzun inceler, sonra birden kafasını kaldırıp “Verirler be Sakine olunca verirler elbet,” derdi. Nenem dedeme kızınca biraz canım sıkılır, hemen dışarı kaçardım. Sokakta kimse yoksa ekmek kabından kırıntıları, küçük ekmek parçalarını toplar kapının yan tarafındaki karınca yuvasının önüne koyar, onların ekmekleri yılmadan usanmadan taşıyışlarını seyrederdim. Biraz abartıp da nerdeyse yere yatma pozisyonuna geçersem, nenem mutfaktan görüp, hemen kapı önünde oturmaya yarayan küçük hasır iskemlelerden birini getirirdi.

Sokaklar tamamen oyun alanıydı. Gece yarısı saklambaçlarında yol kenarlarındaki ısırgan otları bacaklarımızı dalardı. Ertesi güne bile geçmeyen kızarıklık ve yanmalar gece eğlencesinin bedelleriydi. İstop, yakan top, şimdi oynandığını görmediğim bir sürü oyun, hatta futbol bile oynardık yeri gelir. Hayat oyundan ibaret gibiydi. Kaygısız ve güzel günlerdi. 5-6 yaşlarındayken başka bir şehre taşınmamızın ardından sadece yazları gider olmuştum oraya.

Dedem öldüğünde ilkokuldaydım. Birlikte kâğıttan kayıklar yapıp leğende yüzdürdüğümüz, giymediği askıdaki pantolonlarının cebinde bile benim için mutlaka sevdiğim şekerlerden bulunduran, oyun arkadaşım sevgili dedem yoktu artık.

Dedeciğim, bir bacağını altına alıp, diğer bacağı dizden kıvrık vaziyette, sırtını sedire dayayıp oturur, ben de hemen yanına ilişirdim. Eve geldiğinde cebinde şeker var mı diye önceden kontrol etmiş olurdum. Yelek cebindeki köstekli saatin görkemi ise beni büyülerdi. Dedem oturup saati çıkardı mı hemen yanında biterdim. Saatin zinciri, kenarlarındaki çıkıntılar kocaman kadranındaki rakamlar, çizgiler muhteşemdi. Bayılırdım o saati kurcalamaya. Kurma yerini çevirmeye parmaklarımın gücü yetmez, ama her sefer o küçük metali tutup ileri geri çevirmeye çalışırdım. Bazen de her zaman cebinde taşıdığı sık dişli ince tarağı alıp uzun uzun seyrek beyaz saçlarını tarardım. Onlara güzelce şekil verip kafasına yapıştırdıktan sonra en sevdiğimiz oyunumuza sıra gelirdi.

“Sakineee bize bir leğen su getir hadi!” diye seslenir neneme. O da hiçbir şey söylemeden hangi leğeni istediğimizi bilir, büyük mavi leğene yarısına kadar su doldurup getirir. O arada biz çoktan defterden kopardığımız kâğıtlarla kayıkları yapmaya başlamış oluruz. Leğenin içine o kayıkları yerleştirmek ise ayrı bir keyif. Onları gönlümüze göre bildiğimiz ya da sadece adını duyduğumuz şehirlere göndeririz. Gönderirken de o şehirlerle ilgili hikayeler anlatırız, bazen de uydururuz.

“Bunu nereye gönderelim kızım,” der dedem, kayığın birini eline alıp.

“Samsun’a,” derim. Oranın denizinden, limanından, insanlarından, tanıştığı sevdiği akrabalarımızdan bahseder dedem. Sonra Atatürk’ün bindiği vapurun Samsun’a nasıl vardığını, yolda atlattıkları fırtınaları, zorlukları anlatır. O sırada kayık elimizde sulara çarpa çarpa, ine kalka ilerler.

“Sonra dedeciğim,” derim, “şimdi nereye gönderelim?”

“İstanbul’a,” der.

 Aslında daha sormadan bilirim cevabını. Dedem en çok İstanbul’a göndermeyi sever kayıkları. Yolda yunuslar eşlik eder kayıklara. Atlaya zıplaya etrafında dolaşır, beraber yolculuk ederler bir süre. Gençlik yıllarında çalışmak için birkaç kere gidip, geri dönmek zorunda kaldığı bu şehrin onun için önemli olduğunu hissederim. Gözlerindeki güzel hayale biraz buruk gülümser. Boğazı, yemyeşil ormanları, eşi benzeri görülmemiş kocaman camileri, karşıdan karşıya geçmek için bindiği vapuru, kıyılardaki güzel evleri, martıları, vapurdaki satıcıları, güzel giyimli insanları, denizdeki irili ufaklı diğer gemileri, tekneleri, küçük motorlu kayıkları anlatır.

“Vapur iskeleye yanaştığında acele etmeyeceksin, adımlarına çok dikkat edeceksin, inerken çok dikkatli atlayacaksın,” der. Sonra yolları, çarşıları anlatır. Öyle kalabalıktır ki, dünyada bu kadar insan mı var diye şaşarsın, der. Hikayeler uzun olduğunda bazen başımı dedemin dizlerine koyar, gözlerimi kayıktan ayırmadan öyle dinlerim. Nenemin hiç sesi çıkmaz böyle zamanlarda. Oyunumuza hiç karışmaz ama bizi dinlediğini hissederiz.

Başında beyaz yaşmağıyla ya pencere tarafında mutfak olarak kullanılan bölümde yemek hazırlığıyla uğraşır, ya da namazını kıldıktan sonra karşımızdaki diğer sedire oturup tespih çeker. Arada biraz şamatayı artırırsak “Lâ ilahe illallah,” diye sesini bir iki sefer yükseltir, biz dedemle bakışıp gizlice gülüşürüz.

İlk kayıklar mutlaka Samsun’a ya da İstanbul’a gider.  Sonra Ordu’ya, İzmir’e, Antalya’ya, ya da aklımıza gelen başka liman şehirlerine göndeririz onları. Her giden kayıkla birlikte oralarla ilgili bildiklerini duyduklarını anlatır, hikâyeler her sefer değişir. İstanbul’la ilgili hikayeler kadar coşkulusu yoktur ama. O zamanlar nerden bilecektik ki dedeciğimin hastalığının son demlerinde bir umut ameliyat olmaya o aklında kalan şehre gideceğini, bunun da son günleri olacağını.

Oyunun sonuna yaklaşınca bazen sorarım.

“Dedeciğim, bu kayıklar babamın olduğu yere de gider mi?”

“Belki gider kızım, kim bilir,” der. Ama gözlerinin dalıp, çok hüzünlendiğini gördüğüm için bir şey demem çoğu zaman. Ben kendim seçerim içlerinden birini. Bu da babama gitsin, derim içimden. Belki orada bizden haber almak ister, biz ona bir kayık gönderirsek, o da belki rüyama gelir… Bir tane kayığı ayırdığımı bilir dedem. Sormaz bu nereye diye!

Dedemin o yürekten, ölçüsüz, her türlü nazımla oynayan sevgisi, benimle birlikte çocuk olan halleri bambaşkaydı. Nenem ona göre daha kural koyucu ve evin hâkimi idi. Ufak tefek, epey toplu o küçücük kadının otoritesini sorgulamak kimsenin aklına gelmezdi. “Birisi seslenince hı demeyeceksin kızım, efendim diyeceksin,” derdi. Temizlik ve yemekle ilgili konular kesin kurallara bağlanmıştı. Dedemin namaz saatlerini bile titizlikle takip ederdi.

“Hacı namazını kılmadın hâlâ, kaçırma şu namazları diyorum sana,” der, dedem de “yemek saati geldi “ya da” dükkanda işim var,” gibi bahanelerle atlatırdı onu.

“Bir şey olmaz Sakine yatsıda kaza yaparım,” derdi sonra. Nenem mahallede çarşafa bürünür ama kendince daha resmi gördüğü bir yere ya da çarşıya gideceği zaman mutlaka pardesüsünü giyer, eşarbını takardı. Yemekler yer sofrasında yenilirdi. Bayılırdım o sofrada yemek yemeye. Yere gri beyaz çizgili sofra bezi serilir, üzerine de yuvarlak alçak tahta sofra konurdu. Sofra bezini peçete gibi dizlerimizin üzerine çekerdik. Sabah kahvaltısında mis gibi taze tereyağı ve çift sarılı yumurtaların yanında yemeyi en çok sevdiğim şey kuymaktı. Nenemin o kuymağı yapışını izlemek de ayrı bir keyifti. Tavaya önce tereyağını koyup eritir, sonra sıcak suyu koyar, peşinden yavaş yavaş mısır ununu ekleyip karıştırırdı. En son ise uzayan peyniri koyar, biraz karıştırıp sonra kendi haline bırakırdı. Bazen de önce mısır ununu yağda biraz çevirip, suyu sonra koyardı. Tereyağı üzerine çıktığında ise kuymak tamamdı. İlk lokmaları dilim haşlanarak yedikten sonra sakinleyip yavaş yavaş tadını çıkarmaya başlardım. Dibi tutan bakır tavayı kazımaya ise bayılırdım. Nenem ve dedemle birlikte evin diğer sakinleri Hafız Abi ve karısı Ayla da çok hoşlanırlardı kuymağa olan düşkünlüğümden, şakalar yapıp gülerlerdi. Bir yaz geldiğimde Hafız Abiyi evlenmiş bulmuştum. Okulu bitirip çalışmaya başladığı için evlenme zamanının geldiğini söylüyorlardı zaten bir önceki sene. Ayla uzun kara saçlı, kara gözlü, mahzun duruşlu bir kızdı. Uzun kiracılıktan sonra evin oğlu olarak benimsenen Hafız Abi karısını da oraya gelin getirmişti. Ben gittiğimde onlar da çok mutlu olurlar, evimiz şenlendi, derlerdi. O zamanlar bana büyük görünen Ayla aslında epey küçük yaşta evlenmişti. Bir gün Ayla’yı avluda bir köşede ağlarken gördüm. Sesiz sessiz gözyaşı döküyordu. Yavaşça yanına oturdum, kınalı ellerini tuttum.

“N’oldu, nenem mi bir şey söyledi?” dedim.

“Yok ara sıra karışır bana ama ona kızmam, öğretmek için bir şeyler söyler bilirim,” dedi.

Meğer annesini kardeşlerini özlemiş. Konuştukça başka şeyler de çıktı ortaya.

“Ben hiçbir şey bilmeden evlendim. Babama kasabadaki okula göndermesi için bir yıldır yalvarıyordum. Dinlemedi. Hiç haberim yokken göstermişler beni Hafız’a, o da beğenmiş, tamam demiş. Evlenmeden kısa süre önce söylediler bana bu durumu.  Bir anda hiç tanımadığım birinin karısı oldum. İlk düğün günü gördüm onu. Hafız Abin iyidir, beni sever bilirim ama hiç göstermez utanır.”

Nenemin ölümü epey sonraydı. İnsanın hiçbir şeyi ertelememesi gerektiğini acı bir şekilde göstermişti bana. Kendi hayat telaşım içerisinde o çok sevdiğim insanı ihmal etmiş, birkaç yıl gidememiştim ziyaretine. En son telefonla konuşmamız bir anneler günündeydi. Ben de yeni anne olmuştum o zamanlar. Telefondaki heyecanı, mutluluğu, sesinin titreyişi bugün bile aklımda. Çok heyecanlandı diye Ayla almıştı telefonu elinden. Tam o yaz gitmeyi planlarken bir gün telefonda ölüm haberini almıştım. Sofrada yemek yerken bir anda kuş gibi uçtu gitti demişti Ayla. Benim de içimde, çok derinlerde bir tel kopmuştu o anda.

Yıllarca rüyalarımda beni ağlatan o yarayı belki biraz iyileştirebilirim diye sadece adını duyduğumda bile içimi titreten o şehre gitmeyi defalarca düşündüm. O sokakları, orada kalan birkaç kişiyi görürüm hiç olmazsa dedim ama içimdeki sızı, oraları boş ve terkedilmiş görme korkusu buna engel oldu. Sadece rüyalarımda gördüm gittiğimi.

Her seferinde aynı rüya. Oturduğumuz mahalleye geliyorum, korka korka yürümeye başlıyorum. Yokuştan aşağıya inerken başlıyor korkum, etrafa komşuların evlerine bakıyorum, bahçelerdeki ağaçları görüyorum, buralar değişmemiş diyorum. Denize doğru inen sokaklarda oynadığımız günler aklıma geliyor. Ara sokaklara korkarak bakıyorum geçerken, değişmiş mi acaba diye. Bizim sokağa geldiğimde ürküntüm iyice artıyor. Nenemin evine zorlukla bakabiliyorum.  Sanki bir el başımı tutup zorla çeviriyor oraya doğru. Pencerelere baktığımda sokakla aynı hizada olan evin içini görüyorum. Bazen mutfağın ışığı yanıyor içerde. Nenemin ölmüş olduğunu biliyorum ama yine de bazen mutfakta görüyorum onu. Ama öldü o diyorum, içeriye iyice bakıyorum, sonra da ağlaya ağlaya zamanında oyunlar oynadığımız sokaklarda dolaşmaya başlıyorum. O yürek paralayıcı ağlama beni uyandırıyor sonunda.

Uyuma çabamın boşa olduğunu anlayınca gürültü etmemeye çalışarak kalktım yataktan. Bu defa gözlerimde gerçekten yaş var. Mutfakta kendime ılık bir süt hazırlayıp salona geçtim. Az önce gördüğüm rüyada ilk defa evin bir kısmını yıkılmış olarak gördüm. Biraz değişmiş de olsa bir kısmı hâlâ duruyordu.

Hafız Abinin karısı Ayla evin içindeydi. Hafif bulutlu kara gözleriyle o kadar üzme kendini der gibi bakıyordu bana. Belki de diyordu…

edebiyathaber.net (15 Haziran 2021)

Yorum yapın