Öykü: Hani çok canlar yakacaktı | Melisa Parlak

Ağustos 20, 2020

Öykü: Hani çok canlar yakacaktı | Melisa Parlak

Yankı ile yıllar sonra anneannemin cenazesinde karşılaştık. Ne küçüklüğümde okumayı öğrenmemiş halimle ters tuttuğum ve harflerine anlam veremediğim kitaplarda ne de yıllardan beri okuduğum, sayısını bile bilmediklerimde o gün yaşadığım hayal kırıklığının tarifi yoktur.

Küçüklük demişken biz İzmir’den taşınana kadar tüm çocukluk anılarımda Yankı’yı hatırlarım. Aslında sayıca çok değil bu anılar. Ailelerimizin bir araya gelişi belki de iki elin parmağını geçmez. Nasıl ki bir izin derinliği sürekliliğinden değil de o anki şiddetinden kaynaklanırsa onun benim belleğimdeki yeri de böyleydi.

Annemin teyzesinin torunuydu. Akrabanın bir tonu. Çok değil, benden iki yaş büyüktü. Amerikan tıraşı sarı saçları biz oyun oynarken, şımardığında ya da bir şeyi istemediğinde kısacası kafasını her sallayışında sağa sola zıplardı.

Hele o boncuk mavisi gözler. Ben ne zaman sakarlık yapsam ya da onun gülesi gelse o masmavi gözleri kısılır, bana gözlerinin içiyle gülerdi. Büyüyünce çok canlar yakacak dediler. Yakamadığı her halinden belliydi o akşam anneannemin evinde karşımda otururken.

Biz İzmir’den taşındıktan sonra yıllarca haberi gelip durdu. Çoğunlukla başarıları hakkında haberlerdi bunlar. Yetenekli bir piyanist olmuştu. Benim yıllardır görmediğim, neye benzediğini bile bilmediğim birine çocukluğumdan kalma ve bir gün azalarak tükenmesi ümidiyle beslediğim hayranlık ise tüm boş vakitlerimi süsler olmuştu.

Sahne ışığının piyanoyu aydınlattığı bir salonda tek seyirci ben oluyordum hayalimde. O ise tüm cazibesiyle piyanoya doğru yaklaşıyordu. Atletik bedenini kaplayan dar, ceketinin yakaları satenden bir frak yakışıklılığına asalet katıyordu.Tek seyircisini selamladıktan sonra taburesine oturuyordu ve kaslı kollarıyla benim için Shostakovich çalmaya başlıyordu. Sarı saçları tıpkı çocukluğumuzdaki gibi ahenkle dans ediyordu bu kez kendi çaldığı bir parçayla. Arada bana bakarken içi gülen parlak mavi gözlerini doya doya seyrederdim.

Anneannemin ölüm haberini alınca ilk uçakla İzmir’e geldim. Cenaze evindeki ilk akşamdı. Herkes şaşkındı ve gözler yaşlıydı. Ben dahil. Koridordan geçiyordum ve portmantodaki eski yeşil ev telefonu çaldı. Zırrrrr…Zırrrrr….

Annesinden bir gün olsun ayrılmamış olan bekar dayım elinde sümüklü bir mendille rahmetlinin salondaki duvarda asılı tozlanmış çerçevedeki siyah beyaz fotoğrafına bakıyordu. Koltuktan zıpladığında çevirmeli eski telefonlarının bu çekilmez sesini beklemediği anlaşıldı. Ağlamaktan helak olmuş, sesi kısılmıştı. Sümüklü mendilini tuttuğu eliyle bana yanımdaki telefonu gösterdi. Kırmızı ve şişmiş gözleri yalvaran bakışlarla açmamı rica etti ağzını bile açmadan. Telefonu açtım ve ruhsuzca ‘Alo’ dedim.

Leonard Cohen’den Dance Me To The End Of Love parçası tadında bir “Alo.” geldi hattın öbür ucundan. Uyuştum. Devam etti.

“Merhaba. Ben Yankı. Yoldayım. Gelirken bir isteğiniz var mı diye aramıştım.”

“Şeyyy… Bir şey lazım değil. Sağol.”

“Hazal, sen misin? Sesini duyduğuma sevindim. Birazdan görüşürüz.”

Elim ayağım boşaldı. Yılların hayali Yankı. Beni hatırlıyordu demek. Kimsenin görmeyeceğini bilsem kocaman gülümseyebilirdim oracıkta. Acaba nasıldım? İyi görünüyor muydum? Cenaze evi burası. Tabi ki berbattım. Dayıma baktım. Annesine dalmıştı. Hemen tuvalete koştum. Aynaya baktığımda gördüğüm göz altlarında iki battal boy mosmor çöp torbası. Dudaklar renksiz, kuru ve çatlamış. Üst baş zaten perişan. Birazdan görüşürüz demişti. Nasıl bir süreydi bu bahsettiği acaba? Uzun bir “birazdan” olması için dua ettim. Hayır. Yıllar sonra beni böyle görmemeliydi. Çok hafif makyaj yapsam? Azıcık renk gelseydi yüzüme. Allah’ım sen affet. Neler düşünüyorum cenaze evinde. Anneanneciğim kusura bakma. Sen gittin ama biz kaldık burada. Çok değil, birkaç gün sonra herkes şunu söyleyecek arkandan nasılsa: “Hayat devam ediyor.”

Hızlıca yüzümü yıkadım. Yanaklarıma birer çimdik attım. En doğalından allık. Aynanın önündeki ince rafa baktım. Yağlı bir arko krem. Rahmetli anneannemden. Parmağımın ucuyla çatlamış dudağıma biraz sürdüm. Kremin yağının kaldığı parlayan parmak ucumu kirpiklerime götürdüm. Uçlarına biraz. Kirpikler de tamam. Saçıma tutturduğum para lastiğini çekiverdim ve saçlarımı çok az ıslattım. Uçlardan yukarıya doğru mıncıklayarak saçımın dalgasına şekil vermeyi denedim. Olduğu kadar. Tuvaletin kapısını tıklattı biri. Çıkmadan son bir kez dönüp aynaya baktım. Vakit kaybetmeden sifonu çekip çıktım.

O ‘en anlamlı birazdan’ geldi çattı sonunda. Zil çaldı. Önce otomata bastım. O yukarı çıkana kadar saçımı az daha düzeltmeyi umuyordum. Kapıyı açtım. Kahretsin! Saçımı düzeltemeden buradaydı. O muydu? Yok yok o olamaz. Bu karşımda duran kambur adam yanlış gelmiş olsa gerek. Cenaze evine yanlış gelinmez diye düşündüm. Yoo gayet de olur öyle şeyler, insanlık hali. Belki de anneannemin bir tanıdığıdır diye düşündüm. Aslında dikkatli bakınca gözleri Yankı’nın mavi gözlerini andırıyordu biraz. Karşımda duran kaba saba çirkin adamın buruk tebessümünde, gözlerinin içinde tanıdık bir gülüş gördüm. Hayat ne kadar zalimmiş o an anladım işte. Hangimize daha az zalimdi, sadece ondan tam emin olamadım. Yankı Cohen’den şaşkınlığıma kayıtsız kalamayıp teyit edercesine bir sesleniş geldi:

“Hazal?”

“Yan-kı?” dedim güçlükle. Değilim dese mutlu olacaktım ama ne yazık ki ve besbelli oydu.

Sarıldı bana. Kapı eşiğine dair en son hatırladığım burnuma gelen keskin ve ekşi bir ter kokusuydu. Terlemiş miydi biraz? Biraz mı? Yakıştıramıyordum.

İçeri geçti. Salondakilerle selamlaştı. Sarıldılar. Mırıldanmalar. “Başımız sağ olsun, dostlar sağ olsun”lar. Sonrasında sessizce oturdu boş bulduğu bir yere. Ayaktayken de bir o kadar kısa sayılırdı. Kendimi ona bakmaktan alıkoyamıyordum. Kamburuna ve diğer tüm kusurlarına. Çocukluğumuzdaki, hayalimdeki gök mavisi gözleri saydamlaşmış, akı kızarmış halde duruyordu yuvalarında. O güzelim Amerikan tıraşı kesilmiş altın sarısı saçlar yıllara yenik düşmüştü. Yerini sönük bir kumrala bırakmıştı, yer yer dökülmüştü ve dipleri yağlıydı. Tiksindim. Kim bilir kaç gündür yıkanmıyordu? Hele o suratındaki derin çukurlara ne demeli? Sivilce miydi yoksa su çiçeği izi mi?

Basketbol topu yutmuşcasına koca göbeğiyle, bedenine orantısızca büyük ayakları ve kaba saba elleriyle karşımdaydı işte yılların hayali. Bodur bodur parmakları yaprak sarmasıyla biber dolması arasında kararsız kalmıştı belli ki. Ona terlik getirdiğimde fark ettiğim peynirli cips kadar yoğun ayak kokusu ise burnumun direğini bin parçaya böldü.

Salon bunaltıcı bir havasızlıktaydı o an ve içimde; kime, neye öfkelendiğini anlayamadığım bir volkandan yükselen o kızgın lavların sıcağında boğulacakmışım gibi bir hisse kapıldım. Geçen yıllara öfkelenmiştim. Bana gerçek olamayacak kadar güzel hayaller kurduran ve hiç utanmadan karşımdakinden tüm güzelliğini alan acımasız yıllara.

Yankı bana döndü ve sararmış çarpık dişlerini gösteren bir gülümsemeyle

“Kaç sene oldu görüşmeyeli. Neler yapıyorsun?” diye sordu.

Ona dair tek hayranlığımın resitalleri olarak kalacağından emindim artık. Piyanonun tuşlarına basan dolmalık biberleri görmezden gelmek şartıyla.

Geldiği şu halle çok canlar yakmadığı belli. Belki de bir tek benim canımı yakmıştır.

edebiyathaber.net (20 Ağustos 2020)

Yorum yapın