Öykü: Hakkari günlüğü | Fatih Selvi

Aralık 26, 2021

Öykü: Hakkari günlüğü | Fatih Selvi

                                                          2 Mart 2010

Alnımı soğuğuna yasladığım bu pencere camının diğer tarafında bambaşka bir dünya var. Bir parmaklık ötede zaman süner, iklim değişir, yollar uçlarını yitirir. Güneş paslı ışıltılar bırakır gökten ve aceleyle tenhaya çekilir. Bu rutubetli mahzenin diğer tarafında; bu bodrum penceresinin Sümbül Dağı’na bakan irinli gözlerinden tiksinen dünyada, hep bağırtıyla dökülen aceleci, tuhaf sesler, karga ve tavuk seslerine karışır. Türlü pastel renklerle çizilmiş eciş bücüş yüzlerden bıkanlar camda katran gibi beliren bambaşka bir yüze varır: benim lanetlenmiş, parya yüzüme.

Sanki bir yamacın ucundan süzer şehir beni, lağım çukurunun nefti suyuna bakarcasına. Tek tribünlü stadı mütemadiyen dikizleyen bu pencere; bu büyük ve karanlık bodrum dairesinin güneşi görebilen tek penceresi, ahalinin; belli periyotlarla insan kurban ederek gazabından sakındıkları acımasız canavarın mağara ağzına benziyor ve onların son kurbanı benim. Organlarımı yavaş yavaş kemiren amansız bir hastalığın ayakuçlarımdan tepeme doğru yürüyüşünü akşam vakitleri hep bu pencerede takip ederim. Can verir, leşe dönüşür, minerallerime ayrışır ve hastalığın aynı ritmini tekrar sahnelemek için sabaha yekvücut açarım gözlerimi.

                                                           3 Mart 2010

Elleri kolları bağlı infaz edilip suya salınmış; gözleri balıklar tarafından oyulmuş ölülerle kaplı bir gölün dibine upuzun, buruk son bir nefes çekerek inmiş gibiyim günlerdir. Bu çürük, güneş geçirmez su, mahzenimin penceresinden bütün şehre sızıyor. Zift kokusuna ve rengine karışıyor sokaklar. Panikle evlerin çatılarına çıkmaya çalışan ve yükselmekte olan ölü suyun gazabından dehşete düşmüş şehrin zavallı insanları, ırmak gibi kabaran suyun üstünde şişen ve yüz üstü süzülen leşime bakıp tiksintiyle çeviriyorlar başlarını. Sıçanlar fışkırıyor lağımlardan; benim yeni dostlarım, çılgın bir parti hevesiyle çatılara tırmanıyorlar, taze et kokularına doğru. Duvarlarda salyangozlar gibi izler bırakarak yukarılara ilerliyorlar. Çatır çatır kırılan kemik sesleri, vahşice koparılan uzuvlar, iştahla yutulan insanların çığlıkları… Sonrasında gelişen engin sessizlik, bu kanlı Venedik turunun sonunu getiriyor. Domuza dönmüş sıçanlar, yuvalarına dönerken sular çekilmeye başlıyor ve bu ölü şehrin kalıntıları arasında kararıp kurtlanan leşimin göğsü yarılıyor. Kalbim kömür tozu gibi asfalta akarak ufalanıyor, hafif bir rüzgârla havaya karışıyor. Gökte kurşuni bulutlar çoğalıyor ve yağmurun egemenliğindeki finalin ferahlatıcı resitali…

                                                           5 Mart 2010

Boş ve karanlık odada volta atıyorum sessizliğe doğru. Doğmak üzere olan izmaritlerin kızarmış ucunda canlanıyorum. Masamda ve halılarda; kirli çamaşırlar, bulaşıklar, sigara külleri çoğalıyor. Bir kaçış planı yok, kaçılacak bir yer yok. Suskunluk: lüzumsuz bir bozuk satıh levhası, gururla dikiliyor dudaklarımda.

Konuşmak yok, dil: metalsi şiş organ. Mermer bir sessizliğin soğuk duvarlarına yaslıyorum kulaklarımı. ‘‘Hey! Orda mısın yalnızlığım?’’ diyor kulaklarım. ‘’Sana dönüşen her şey burada, bir dağın başına hayretle bakakalmış şehrin karbon döküntülü bir sokağında.’’ Duvarlar ve tavan aniden genişleyerek uzaklaşmaya başlıyor, yerçekimi hücrelerimden çekiliyor, yaşasın yükseklik! Böylesi yükseklikler, hep çalışılmış özgürlükleri çağrıştırırken irtifa kaybedip yatağıma çakılıyorum. Üzerime çektiğim örtü, ek bir deri katmanı gibi kaplıyor beni, kıpırdayamıyorum.

                                                           6 Mart 2010

Altı aydır Hakkâri’deyim. Dekorun geneline, martın çirkin soğuklarıyla çarpılan insanlar, çamurlu sokaklar, erimeyi unutmuş kar kütleleri hâkim. Doğalgaz olmadığından, karbondioksit bulutları gökteki her şeyi örtüyor. Kepenkler kapanıp duruyor, çocukların en büyük eğlencesi mobese kamerası taşlamak. Bazen gaz bombası kokan sokaklarda, ilaçlanan haşereler gibi kaçışıyor insanlar. Coğrafyanın akut batını bu şehir, ribaundu ve gerginliği. Ölümle kalımın baş döndüren dansı geleneksel bir halk oyunu. Oynuyoruz ha oynuyoruz, asit terliyor bedenler, her yeri saran, kanla zenginleştirilmiş toprağın kokusu.

                                                           10 Mart 2010

Uzaklarda, büyüdüğüm şehirlerde çocukluğum ve ilk gençliğim canlanıyor bazen. Odamda tatlı bir naftalin kokusu ve keskin bir köhneme paniği… Annemin verdiği ekmek parasının üstüyle metro alıyorum son kez ve dörtlü petit beurre, evde iki sümüklü kardeşimle bölüşüyoruz. Bir kıtadan diğerine köprüden kamyon kasasında taşınıyoruz ailecek bir İstanbul eylülünde. Köye giderken eski bir 302’de, Müslüm Gürses, meselesinden bahsediyor sigara dumanından boğulmak üzereyken bir minik ben. Babam elleri poşetli dönüyor bu son akşamda; bir kap karışık dondurma ve mandalina, sabah yine erkenden ev ev şofben satacak. Erzurum Garı’nda banklar üstünde bir güvercinin susuzluktan nasıl ağlayabileceğini düşünüyorum lise-1’de gayretle, kalbimde baloncuklar uçuşuyor. Biyoloji hocası babama oğlun barajı bile geçemez kehanetinde bulunuyor, üçüncü kattaki öğretmenler odasının açık penceresinden golü yapıyorum.

Zaman: tamahkâr patron; sinemasının önünde, işaret parmağıyla saatinin camını tıkırdatıyor. Burnuma evin akşam çayı vuruyor son kez, acıkmışım da. Annem, ekmek arası kaşar getiriyor. Uzaklardan Selim kasıtlı saçma bir soru soruyor, kızıyorum. Kızmayı da özler mi insan?

                                                           12 Mart 2010

Küçükken bize kepekli saçlarını taratırdı babam. Sonra saçları iyice beyazlayınca kepek sorunu kalmadı. Arkadan gördüğüm bütün gri kafalı adamlar ona benziyor epeydir. Boğazıma sıkışan o koca turpu yutmakta zorluk çekiyorum bu yanılma anlarında.

                                                           14 Mart 2010

Bu akşam görüntülü arama esnasında birkaç dakika sessizce, sadece ağladı annem, balmumu yüzüme baka baka. Yine de inatla yüzüme sersem bir gülümseme yapıştırıp öylece kaldım kaskatı, kör ve umarsız bakıyordum ekrana. Aklıma komik olaylar getirmeye çalışıyordum. Cehennemin dibi olsa giderim demiştim cesurca, uzayan mezuniyet sancılarından kurtulur kurtulmaz. Postu yere serdiğimi görmesini, duymasını istemiyordum.

                                                           16 Mart 2010

Sürgün olarak tek kişilik bir hücre gezegene gönderildiğim apaçık. Bütün suçlarımın ve günahlarımın kefareti için bir bedel isteniyor. Dışarıda tanımlanamayan canlılar dolaşıyor, tanımlanamayan olaylar yaşanıyor, tanımsız tehditkâr bir hayvan türü olarak tecrit edilmişken, metamorfoza uğruyorum tekinsiz uzun gecelerin sonunda. Daha tehlikeli bir türüm artık bu son aşamada, biyolojinin yeni zaferiyim. Zaferler avuntusuz, ters giden bir kurulum denemesiyim ben, patlak bir deney tüpüyüm modernitenin uğursuz laboratuvarında. Bir denek boğuluyor betonlanan kuyusunda.

                                                           17 Mart 2010

Birkaç şipşak arkadaşlıktan sonra çevrem tenha bir çıkmaz sokağa dönüştü. Hücremin mühürlü florasına itelendim hızlıca. Bir tür doku uyuşmazlığı, doğal seleksiyon yani. Bu tanıma göre ininde kaybolmuş ucube bir türüm ben, diğerleri vadiye yayılmış çeşit çeşit mahlukat. Korka korka bakışıyoruz uzaklardan. Av ya da avcı yok, dostluk ya da düşmanlık yok. Sadece dev bir elekte sallandırılmaya boyun eğiliyor, o kadar.       

                                                           19 Mart 2010

Telefon hattım farklı gezegen tarifesinin ürkütücülüğünü taşıyor. Unutuluşun ezeli trajedisi perde açıyor kaloriferli kent sahnelerinde. Meşgul ve unutkan insan teorisini belliyorum her gün, günlerim böyle netameli geçerken. ‘’Zaten yokmuşsunuz,’’ diyerek avunuyorum, kendimi gömdüğüm bu çukurda, ‘’Küreği tutan el artık sadece benimdir, siz gidebilirsiniz.’’

                                                           22 Mart 2010

Hakkâri’deki ikinci ayımda, ev arkadaşım Bayram, ‘’Ben gidiyorum,’’ demeye tenezzül etmeden bir öğlen vakti eşyalarını toplamaya koyuldu ve aceleyle çekip gitti. Bugün, çöpleri karıştıran, Hindistan’daki kardeşlerine öykünen başıboş ineklerin dolaştığı şehrin tek caddesinde karşılaştığımızda, birbirimize bakmak bile yorucu geldi. İçimdeki bütün gurur ve öfke yataklarını zorlamama rağmen, dirençli kayıtsızlığıma bir mana getiremedim. Sonra anladım ki ben bir leşin gönüllü bekçisiyim, onda da leş kokan kafesinden kaçmış bir sakanın umursamazlığı var, hepsi bu.

                                                           23 Mart 2010

Bektaş ve Rafet geliyorlar bazen, hiçliğin başıboşluğunda yakaladıkları özgürlüğün tadına dadanıyorlar birbirlerine küfrede küfrede. Kişner gibiler, yabancısı oldukları bazı neşeli hallerin keşfindeki yabansı yapaylığı köpürtüyorlar akıllarınca. Karşılıklı tiksiniyoruz bu karşılıksız tutarsızlığın uzaklaştırıcı gücünden. Bu hücrede oda kiracılarım onlar benim, ücreti otlu peynir kokan terlerini odaya salarak ödüyorlar sadece. Çöp didikleyen kedilerin rahatlığıyla içeri süzülüyorlar, bulduklarını yiyip içip gidiyorlar, beni görmeden, dinlemeden. Bu da bir ödeme türü, güvelenmiş de olsa hayatın bir parçasını taşıyorlar hücreme. Çöp ekonomisi işliyor, hala işe yarayanlar alınıyor, gerisi öylece bırakılıyor. Onlar gidiyor, ben kalıyorum. Bir anda kapı kapanınca, başım dönüyor, gözlerimde kırık kıvılcımlar beliriyor ve bir titreme… İçeride beni bekleyen bir şey var.

                                               24 Mart 2010

Küçük kızla abisi de uğruyor ara sıra, cama tıklıyorlar ve gülüyorlar. İki küçük dağ keçisi, avuçlarına bıraktığım parayı kapıp hızla uzaklaşıyorlar. Penceresi açık kalmış odamda uykuya daldığım bir öğle vakti dışarıdan bana güldüklerini işiterek uyandım. Bir idamlığın hücresini, hayvanat bahçesindeki bir gorilin kafesini merak eder gözlerle inceliyorlardı içeriyi. Uyandığımı görünce kıkırdadılar, sonra kaçıp gittiler, uzun zamandır da görünmediler. Kapımın önünden kaybolan iki çift ayakkabımı götürdüklerinden şüphelenmek istemiyorum.

                                                                       26 Mart 2010

Bugün banyodan çıktıktan sonra akşam karanlığında hareketli ağartıların yatak odası perdesindeki uçuşmalarını görünce korkuyla perdeyi açtım. İki polis ellerindeki feneri kamaşan gözlerime tutarak ‘’İyi akşamlar!’’ deyip ismimi, cismimi sordular. Bir haftadır benden haber alamayan ailemin hayatımdan şüphe edip ihbarda bulunduğunu söyleyerek kapıyı açmamı rica ettiler. Yarı giyinik bir vaziyette kapıyı açtığımda şok oldum. İki polis, bir sorumlu il sağlık müdür yardımcısı, bir ambulans görevlisi ve iki itfaiye görevlisi, ekip oluşturup beni kurtarmaya gelmişti. Meraklı gözlerle her şeyin yolunda olup olmadığını sordular. Onları savdıktan sonra telefonumun neredeyse bir haftadır kapalı olduğunu, iki nöbet arasındaki bu uzun sürede dışarı hiç çıkmadığımı ve hiçbir canlıyla bağlantı kurmadığımı ayrımsadım. Eve bir göz gezdirince duvar boyunca dizilen kola kutularını, halılarda gazete üstlerinde birikmiş ekmek kırıntılarını, boş puding kaplarını, günlerdir havalanmamış evi ele geçirmiş ağır iğrenç kokuyu, mutfakta çürümüş küflenmiş domates, salatalık artıklarını fark ettim. Zamanın akmadığı bir boyuta sığınmışlığın büyüsü de böylece bozulmuş oldu ve hiçbir şeye dokunmadan telefonu şarja taktım.

                                                           27 Mart 2010

Şehirden saatlerce uzaklıktaki telefon çekmez köylere çıkıyorum sık sık. Dev arı kovanlarına benzeyen yüzlerce mağaranın tepemizden dökülen kiniyle yıkanıyorum. Çatışma bölgelerinde sabahı ediyorum, yaralı askerleri hastaneye yetiştiriyorum. Helikopterle şehirler aşıyorum, mayına kaptırılmış bacaklar, beyni boşalmış kafalar, cesetlerin içinde merakla dolaşan mermiler, kalaşnikofla parçalanmış adaleler, delik deşik gövdeler görüyorum. Şehit olmuşların bembeyaz yüzlerinde arıyorum manasını tüm bu olan bitenin. Duran kalpleri yeniden attırma denemeleri yapıyorum acemi avuçlarımla. Elektrik teline değen bir kafanın çatlayıp yarılan yanık tabanında, her şeyden bir çıkış deliği buluyorum. Daha da yayılmak istiyorum bu coğrafyanın köylerine, nahiyelerine, dağlarına, kanyonlarına, türlü mezbelesine ve sakıncalı yollarına. Ensemdeki ölümün ensesinde çırpınıyorum, delilik! Yine de kaçışlar en olmadık varışlara ekleniyor, hücremi her anıma aktaran bir boyutun marifetiyle.

                                                           30 Mart 2010

Bugün garip bir gündü. Damdan düşüp boynunu kıran bir adam için Geçitli’ye gitmemiz gerekiyordu. Ambulans Şoförünün yanında yola çıktım. Geçitli Köyü’nün bol uçurumlu, bol kıvrımlı yollarına sapmadan önce Zap’ın kenarında sakince uzanan anayolda ilerlerken, içime ani bir her şeyle vedalaşma hissi gelip oturdu. Hayatımın son gününe erdiğimi söyleyen sinyaller aldığım kanaatine vardım. Sanki dünya ile bağımı elinde tutan son iplik de kopuveriyordu. Vadesi dolmuş ve devrilmekte olan yaşlı bir çınar çatırdıyordu içerilerde. Motor uğultusu, Kürtçe ağıtlar ve şoförün sigarayı üflerken çıkardığı puflama sesi yavaş yavaş silindi kulağımdan ve mutlak bir sessizliğe boyun eğdi etrafımdaki bu pastoral görüntünün tüm ayrıntıları. Kanımın yavaşladığını ve nefesimin durağanlaştığını hissediyordum, ölüm zannettiğim kadar acılı ve trajik değil miydi yoksa? Korkunun beni zapt etmesini umarken kalbim sükûnetle, belirsiz bir tevekküle dolandı huzur içinde. Zaman, akışkanlığını yitiren bir damarın içinde pıhtılaşmış ve sonsuz bir duraklamaya takılmışçasına buharlaşıp etrafa yayılıyor gibiydi.

Bu kopuş hazırlığının ortasında babamla helalleşme isteğine kapıldım birden. Babam, aramamı pusuda beklercesine derhal telefonu açtı. Sanki bin yüz kilometre öteden minibüste beni içimden geçenlerle görüveriyordu. Anayoldan toprak yola saparken telaşsızca helalleşerek sonlandırdık bu tuhaf konuşmayı. Yüksek uçurumları seyrederek Zap’a bağlanan bir ırmağın yakın takibiyle Geçitli‘ye doğru tırmanırken, birazdan hikâyemi noktalayacak yerin neresi olduğunu saptamak için merakla kendime uçurum beğeniyordum. Azgın sular yamacın dibinde keskin siyah kayaları döverek aşağılara iniyordu. Türlü tepelerden karlı çamurlu virajlardan, çukur dolu yollardan geçe geçe Geçitli’ye yaklaştık. Minibüs bombalaması sonucu on dokuz kişinin öldüğü feci olayın mahalline yaklaştığımızda uçurumların, heyelanın failim olmayacağını kavramış, ancak etrafta tespit edilememiş bir bombanın patlamasıyla ertesi günü göremeyebileceğimi düşünmeye başlamıştım. O meşum yeri de geçtikten sonra yavaş yavaş bu veda sanrısının dağılıp gittiğini, hayatın bütün hapsediciliğiyle ruhumu beden kıskacına yerleştirip bana dilini çıkardığını hissettim.

Ölüm fikrinin, özgürlüğün estetik bir tonu olduğunu deneyimlediğim bu garip gün, şunu söylüyordu sanki: ölümden kaçarak, yani mutlak yalnızlıktan kurtulmak için yaşıyor ve bizi köleleştiren bu umutsuz serüvende sadece korkuyoruz. Ya ölüm özgürlüğün tek tanımıysa bu mutlak tutsaklıkta?

                                                           2 Nisan 2010

Sabah gözkapaklarım kauçuk bir panel gibi açılıyor zor bela. Yeni bir günü daha bitirmek mecburiyetini kavramaya başlıyorum. Yatak odamın kapısındaki tavan köşesini parsellemiş örümceğe günaydın. Uzun çelimsiz bacaklarıyla ağını turlaması ve pusuya yatması zamanını almıyor, sonra gizli bir köşede kurbanlarını bekliyor ölü sabrıyla. İkimiz de birer avcıyız aslında, ben de işi zamana bırakmadan kendimi avlamaya çalışıyor, kendimden kaçırıyorum. Hem ne fark ediyor ki av ya da avcı, örümcek de benim gibi sessizce bekliyor, yakaladığı sinekler de. Burada çatlayıp asidik özünü idrakime püskürten gerçek ortaya çıkıyor; ister sinek ol, zamanını uçup coşarak lezzetten lezzete koşarak geçir, istersen de bir örümcek ol kaskatı ve hareketsiz ister ağ ol ister kurban hepsi aynı yere varıyor. Zaman son sözü söyler, her şey büyük avcının sofrasındaki mezedir.

                                                           3 Nisan 2010

Günlerimi bol keseden savuruyorum aynaya, orada kıvranan bir av görüyorum dehşetten gözleri yırtılan. Yalnızlığın değil, ölümlü olmanın değil, istediğin zaman ölememenin dehşeti bu. İrademin intihara yetmemesinden değil, hayatın dışına çıkmanın istem dışı olmasından doğan bir dehşet bu. Ölüme programlı bir bedenin ruhtan bağımsız bir planı olmasının dehşeti.

Şu aynadaki otuz yıllık suratın pörsümeye başladığı, kırışıklıklarının arttığı, saçlarımın seyreldiği gözlerimdeki ışıltının morardığı besbelli. Uzun soluklu bir çürümenin ve kokuşmanın adımları geziniyor bedenimde, ucun ucun ölüyorum ölüm sancısı çekmeden. Açlıktan karnıma kramplar düşene kadar kalkmadığım yatağımda ölüyorum, hücremde volta atarken, masada mısraları birbirine eklerken ve pencereye yanaşıp Sümbül’e bakarken ayakta ölüyorum, en çok da uykuda ölüyorum herkes gibi, bilip bilmeden ölüyorum.

Gece olduğunda servetimden bir gün daha eksiltmenin rahatlığı çöküyor üstüme. Koyu lacivert yıldızsız bir gök kaynaşıyor içerinin karanlığıyla, işte o zaman azılı hayaletleri andıran mısralar beliriyor zihnimde. Parmaklarımdan ziftleşen kanlar sızıyor kâğıda, yükümü hafifleten huzuru giydiriyorum hayaletlere. Sümbülün bulanık görüntüsünde sevdiğim yüzler çıkıyor ortaya hayal meyal. Fısıltılar duyuyorum, teselliler… Her yanımı saran bir pusun altında günlük döngünün son anı tıkırdadığında, uyku şefkatli parmaklarını gözkapaklarıma sürüyor usulca.

                                                           5 Nisan 2010

Nisan ayı hala gelmedi ama bugün doğum günüm. Küçük bir yaş pasta alıp pencerenin önüne yasladığım masanın bir tarafındaki Sümbül’e karşı oturdum. Hala karlı zirvesinde batmakta olan güneşin tutuşturduğu binlerce muma üfledim. Bir dilek tuttum içimden, güneş tamamen battığında geri bıraktım. 

                                                           6 Nisan 2010

Bir gün bu şehirden ayrılık vakti geldiğinde, sanmayın hücremin burada kalacağını. Bu dipsiz kuyudan, benliğimi içine çeken bu çamurdan kaçıp kurtulamayacağım. Bu yere doğru uzamış yalnızlık kulesinin en tepesinden düşüp parçalanmadan sanmayın dönebileceğimi.

Batık bir kalyonun rotasıyla döneceğim bir gün, İçimin kumunu boşaltmak için kafamı çarpacağım mezar taşlarına gece yarılarında. Grotesk bir heykel gibi gülünç ve cansız çehrem görünecek uzaklardan şehrin efsaneler tarafında. Hızlıca bir simge kondurma telaşı başlayacak kimliğime: çarşıda bir devekuşu paniği, cüzzamlı adamdan kaçış trafiği, billboardda aranan katil yüzü, midede gezen kırkayak hissi… Surlar öreceğim etrafıma, dikenli teller, şehrin tam göbeğindeki şatoma kurulacağım. Epey bir boşluğa sarılacağım soğuk taş duvarlar arasında. Sümbül’e bakacağım çok uzaklardan her sabah, dünyadaki son günüme kadar parlayacak zirvesine; Hakkâri’de bıraktığım gençliğimin şerefine…

edebiyathaber.net (26 Aralık 2021)

Yorum yapın