Öykü: Ahmakıslatan | Arzu Anlar Saraç

Ocak 30, 2022

Öykü: Ahmakıslatan | Arzu Anlar Saraç

Ayaklarımın dibinde duran 2,64 metrekarelik çukura gözlerimi dikmiş, birazdan oraya girecek olan kendi bedenimmiş gibi titriyordum. Yanımda dikilenler bu titreyişi kederimden sanıyor olmalıydı. Ama bu muazzam bir yanılgıydı zira bendeniz birkaç metre ötedeki büyük büyük dede Miktad Bey’in mezar taşına oturmuş gülümseyerek cenaze merasimini izleyen anneannem Şahnaz Hanım yüzünden titriyordum. Geçen yıllar onu epey yaşlandırmıştı. İki örgü yaptığı kabarık uzun saçları silme beyaza dönmüştü. Yüzündeki esrik ifade hiç değişmemişti.Aklımı çukurun içindeki nemli toprakta kımıldanan koyu renkli iri solucanlara vermeye çalışıyor, gözümü ona takılacak olan bir bakıştan sakınıyordum. Ne var ki Şahnaz Hanım havada süzülen bir poşet gibi ağır ağır yanıma doğru ilerliyordu. Ritmik titreyişlerim hız kazanmıştı. Başımın döndüğünü, öfkeden elimin ayağımın buz kestiğini hissediyor ama yerimde mıh gibi çakılmaktan başka bir şey yapamıyordum. O sırada ailenin erkekleri tahta tabuttan çıkardıkları narin bedeni, kıbleye karşı ebedi çukuruna yerleştiriyordu. Üzerine dokuz adet tahta konduktan sonra nihayet defin işini sonlandırıp kabri kapatabilirlerdi. Tüm gücümü toplayıp “Durun!” diye bağırdım. “ Kefeni açın, yüzünü son bir kez görmek istiyorum!” Şahnaz Hanım kalabalığın arasından iyice yanaşıp kulağıma fısıldadı;

“ Delimisin ayol! Aklını başına topla! ”

Onun tüylerimi ürperten sesiyle büsbütün titremeye ardından da katılarak ağlamaya başladım. Yanımda dikilenler bu içli ağlayışı yüreğimdeki acıdan sanıyor olmalıydı fakat bu yine muazzam bir yanılgıydı. Toprağa emanet edilen cenazenin son duası yapıldığı sırada çiselemeye başlayan yağmur herkesi kaçırtmıştı. Sadece ben taze kapatılmış mezarın başında dikiliyor, ahmakıslatanın altında kendi kendime konuşuyordum.

Bundan tam on üç yıl evvel benzer bir yağmurun altında tanışmıştım Şahnaz hanımla. Ülkenin en batısında turkuaz deniziyle meşhur bir memlekette,  sürekli işte olan anne ve babasının yokluğuyla büyümeye çabalayan yapayalnız bir çocuktum. Bir gün annem yüzü her zamankinden de düşmüş bir şekilde işten eve döndü. Babamla biraz tartıştıktan ve babam kapıyı vurup çıktıktan sonra şiş gözlerle yanıma geldi; 

“Çalıştığım şirket beni iki aylığına yurtdışına göndermek istiyor. Bu fırsatı kaçıramam. Seni anneannene bırakacağım! Başka çarem yok. Hazırlansan iyi olur.”

Daha önce sadece varlığından haberdar olduğum, şapkadan çıkan bir anneanne beni epey endişelendirmişti. Annemin onu hiç sevmediğini düşünmüştüm her zaman. Çünkü ne zaman onu sorsam öfkeden kızarmış bir suratla;

“ Zır delinin tekidir! Anlatsam ne olacak?” der ve konuyu noktalardı.

Ebediyet kadar uzun bir otobüs yolcuğunda konuşmakla zaten arası olmayan annem hepten susmuş yol boyu kâh kitap okumuş kâh hırsla tırnaklarını yerken uyuyakalmıştı. Birkaç kere de huzursuz uykusundan çığlıklar atarak uyanmış, diğer yolcuların cık cıklaması eşliğinde tekrar uykuya dalmıştı. Bu kâbuslarının, o otobüs yolculuğuna hiç çıkmamış, beni Şahnaz Hanım’a hiç bırakmamış olmayı dileyeceğinin alameti olduğunu yıllar sonra itiraf edecekti. Zaten zor olan hayatına benim bozulan psikolojimin ağırlığı da çökecek, biricik çocuğunu bu vesvese ve evhamlardan kurtarmak için koştururken düşe kalka ilerleyen evliliğinden de olacak, bunun için de son nefesine kadar bazen kendini, mütemadiyen de Şahnaz Hanım’ı suçlayacaktı.

Yolculuğumuzun sonunda çöl sarısı bozkırlarıyla meşhur bir başka memlekette iki katlı bir evin  kapısının önünde dikiliyordum. Yağmur ayaklarımın altında uzanan irili ufaklı yassı taşlardan örülmüş yola, ağır ağır çiseliyordu.  Annemden ayrılmak bir yana, zaten tüm yazı hiç tanımadığım bir şehirde hiç tanımadığım insanlarla geçirecek olmak midemdeki çakıl taşlarını zıplatıyordu. Kerpiç evin kocaman ahşap penceresinin önündeki ferforje korumalıktan hayal meyal bir gölge gördüm. Aynı gölgeyi gören annemin yüzünde vuslat sevincinden ziyade koyu bir hoşnutsuzluk belirdi.  Annem uzun yıllardır onunla görüşmediğine, tek torununun yüzünü dahi göstermediğine göre korkunç bir kadın olmalıydı bu Şahnaz Hanım. İki kanatlı kapı ağır bir gıcırtıyla açıldı. Diplerindeki beyazlarını saklayamadığı kınalı saçlarını iki örgüyle omuzlarına sallamış, güleç bir kadın belirdi karşımızda. Eni boyuna denk, cüceden hallice olan bu kadın hiç de beklediğim kadar korkunç görünmemişti gözüme. Sürmeli mavi gözleriyle beni baştan aşağı süzerek;

“Sen bizim küçük Efsun olmalısın he çitlenbik? Gözler de aynı ben.” dedi, sanki doğduğumdan beri beni tanıyormuş gibi.

“Füsun!” diye düzeltti annem bakışlarını annesinden kaçırarak.

“E hadi çabuk içeri girin, yağmurda kalmayın daha…”

“Benim acil dönmem gerek, sağ ol… Yani Füsun’a baktığın için. Biliyorsun başka çarem olsa… Ben haftada bir ararım, sen de üzme kimseyi.” diye art arda ve kesik kesik sıraladı cümleleri annem. Biz ne olduğunu anlamadan, aceleyle geldiği taksiye binip arkasında onu koşturan bir lanet varmışçasına kaçmıştı bile. Ben ve Şahnaz Hanım aynı terk edilmişlik hissiyle bir süre yağmurun altında sokaktan aşağı sallanan sarı taksinin ardı sıra bakakaldık.

O günü ve sonrasını anımsamak adına geçmişin gıcırtılı kapısını her araladığımda, buraya kadar her şey gayet netti. Adımımı o kapıdan içeri attığım andan itibaren ise tüm yaşananlar çocukça bir hayal gücü ile kurgulanmış bir cin peri masalı haline geliyordu her defasında. O andan itibaren anımsadığım tüm anılarım krem kahve tonlarında bir fotoğrafta gerçekle hayalin tutuştuğu büyülü bir kavgaya dönüşüyordu. Gerçek ve hayalin çatışması, büyük bir kırılma ya da yanılsama…

Şahnaz Hanım elimden tutup bir süre yaşayacağım eve doğru ilerledi. Giriş kapısı bizi evin içinden genişçe bir avluya yönlendiriyordu. Taş avlunun ortasında tepesindeki balığın ağzından su akan bir şadırvan yağmur damlalarıyla dolmuş taşıyordu. Pirinçten yapılmış olan balık, bir an kafasını çevirip gülümsedi.  Zamanla bu gülümseyen balığa ilk günkü kadar şaşırmadığımı fark edecektim. Avlunun bittiği yerde üzerinden yemyeşil sarmaşıkların uzandığı kırmızı kiremitle örülmüş yüksek bir duvar vardı ve hemen dibinde en büyüğü beni içine alabilecek genişlikte kızıl bakırdan yapılmış üç tane kazan duruyordu. Kazanların yanında bir çalı süpürgesi sırtını duvara dayamış öylece bekliyordu. Şahnaz Hanım beni evin içine açılan küf yeşili kapıya getirene kadar taş avludaki tüm çiçekleri ve şifalı bitkileri tanıtmıştı bile

“ Pelin otu olmazsa olmazımdır Efsunum. Pek şifalıdır. Bu da anason… Kötü ruhları kovmak için yakarız. Şurada gördüğün eflatun çiçekli bodur çalıya da lavanta deriz. Yastığın altına koydun mu üç gün uyutur adamı. Gebe kalamayan kadınlar için de şu sakız otu ile yaptığım bir şurup var ki civarda benden iyi kimseler yapamaz. Kırmızı güllerime gelince… Her iksire biraz onların yağından damlatırım ki tesiri güçlü olsun.  Sırılsıklam olduk iyi mi? Boşa ahmakıslatan dememişler bu yağmura!” sanki az önce ciddiyetle maharetlerini sıralayan o değilmiş gibi bir kahkaha patlattı. Sonra dönüp gözerimin ta içine uzun uzun baktı. Öz kızına olan hasretini giderircesine sıkı sıkı sarıldı bana. Kendini toparlayıp;

“A benim Efsunum, hadi gel seni kurulayıp karnını doyuralım !” dedi.

Giriş katında dev bir salon vardı. Tavanı kaplayan ardıç ağaçlarının zımparalanmış fakat doğal dokusunu kaybetmemiş gövdeleri, onları teğet geçen daha kalın ve kusursuz şekillenmiş dikdörtgen kalaslara sabitlenmişti. Burnumdan içeri hızla nüfuz eden çam kokusu genzimi yaktı. Kendimi bir ağacın içinde gibi hissettim. Duvarlar, aralarına saman taneleri karışmış beyaz kerpiçtendi. İki yan duvarda da irili ufaklı üzerleri dantellerle örtülmüş aynalar asılıydı. Tüm aynalar kızıl bakır çerçevelerin içine yerleştirilmişti. Duvarda üzerine yedi adet iri boynuzlu geyiğin, ormanın ortasındaki bir göletten su içişlerini betimleyen büyük bir duvar halısı asılıydı. Hemen altındaki sediri işaret edip oturmamı salık verdi Şahnaz Hanım. Köşedeki kuzineye altına yerleştirilmiş olan odunlardan atıp ateşi harladı. Kuzinenin ortasındaki kapağı açmasıyla oda mis gibi otlu börek koktu. İçimin ısındığını ve o sıcaklıkla birlikte tüm korkularımdan arındığımı hissettim. Sanki hep buraya aittim. Annem nasıl olurdu da bu kadını sevmezdi bir türlü anlam verememiştim. Belli ki annem babamın her daim şikayet ettiği soğukluğunu ve suskunluğunu Şahnaz Hanım’dan almamıştı.

Yatma vakti geldiğinde Şahnaz Hanım geceliğimi giydirip kucağına oturttu beni. Saçlarımı tararken geyikli duvar halısını dehşetle izleyen  gözlerimi farketmiş olacak ki:

“ Tak Tak dedemizden miras o halı bize. Sihirlidir ha. Kimileyin geyiklerin yerleri değişir, arada ormana saklanır birkaç tanesi. Annen sana Tak Tak dedenden bahsetmemiştir eminim. Ama ben anlatayım,”

Bir çocuğa anlatılamayacak kadar korkunç olan ve benim bugün hala pırıl pırıl hatırladığım aile yâdigarı o hikâyeyi anlattı. Şahnaz Hanım henüz küçücükken büyük dedesi ölmüş. O günden beri her seher vakti taş avluya gelip, balıklı şadırvanda abdest alır, iki rekât namaz kıldıktan sonra geldiği gibi bastonunun tak tak sesiyle kimseye görünmeden geri gidermiş. Onunla göz göze gelen ya da konuşan kişiyi de yanına alır, sırra kadem basarmış.

“ Ailemizde bazılarımız talihindendir bunu duyar, bazılarımız da ne yazık ki duyamaz. Benim talihim annenin laneti oldu. Bakalım sende de bende ki istidat var mı?” diye sanki çok sıradan bir şey anlatmış gibi gülümsedi.

O kadar yorgundum ki, korkmaya uyanınca devam etmeye karar verdim. Şahnaz Hanım anlattıklarının sonunu getiremeden yün yorganın kucaklayıcı sıcağında uykuya daldım. Kısa bir süre sonra ansızın bir sesle irkildim. Tak tak… Ardından su sesi ve yine tak tak tak tak… Güneş doğana kadar kafamı yorganın altından çıkaramadım. Şahnaz Hanım mavi gözlerini ışıldatarak odaya girip kuzinenin üzerindeki emaye çaydanlığın kapağını kaldırdı. Odayı mis gibi bir ıhlamur kokusu sardı.

“Duydum anneanne, tak tak dedeyi duydum.”

“Korktun mu peki?” diye sordu merakla.

“Hayır,” dememle yüzünde güller açtı.

“ Kalk bakalım bugün büyük gün. Büyük teyzelerinle tanışacaksın! Değmeyin keyfime.” dedikten sonra ayağa kalkıp göbek atmaya başladı. Ellerimden tutup beni yataktan çekti. Neden yaptığımı bilmesem de Şahnaz Hanım’ın rüzgârına kapılıp ona eşlik ettim. Arkamı döndüğümde Şahnaz Hanım’ın kopyası üç kadın ellerini çırpıyor, neşe içinde dans ediyordu.

Gözlerimi belertmiş ansızın odada beliriveren bu üç kadına şaşkınlıkla bakan bana dönerek;

“Bunlar ablalarım Latife, Munise ve Kara!”

Boyu posuna denk bu üç kadın sessizce ve kocaman bir gülümsemeyle selamladı beni.Şahnaz Hanım beni salonun orta yerine oturttu. Üç büyük teyze bembeyaz bir çarşafı başımın üzerine gerdi. Şahnaz Hanım elindeki kepçeye gri sıvı bir madde koydu. Kuzinedeki ateşin üzerinde bir müddet bekletti.

Teyzeler gerdikleri örtüyü kıpırdatmadan etrafımda dönmeye, başka bir dilde bir şeyler mırıldanmaya başladılar. Şahnaz Hanım elindeki metal tasa kepçedeki erimiş kurşunu döktü.

“ Gözü olanın gözü çıksın! Daha sana bir şeycikler yapamazlar!” diye ekledi.

Olan biteni şaşkınlıkla ve keyifle izledim. Garip bir şekilde eğleniyor ve kendimi iyi hissediyordum.Tembihlendiğim üzere olan biten hiçbir şeyi haftalık telefon görüşmelerinde anneme anlatmadım.

Şahnaz Hanım oldukça tuhaf bir kadındı. Ama onu sevmemek mümkün değildi. Haftanın belli günleri tak tak dede namazını kılıp gittikten sonra birlikte taş fırına gidiyor, tabuta benzeyen adına tekne dedikleri genişçe ahşap bir leğende hamur yoğurup ekmek pişiriyorduk. Çoğu zaman ben de küçücük ellerimi tekneye sokup una belenene kadar oynuyordum hamurla. Civardan başka kadınlar ekmeğe geliyor, Şahnaz Hanım’dan bereketli elini onların teknesine de sokmasını istiyorlardı.  Mütemadiyen, insanlar kapısına gelip küçük şişelerde iksirler, şuruplar ya da macunlar alıyordu hayır duası karşılığında. Anneannemin bir büyücü ya da cadı olduğunu düşünmemin sebebi ekseriyetle avludaki kazanlarda çeşitli bitkiler ve garip sıvılarla kaynattığı iksirlerdi. Boyum kadar tahta bir kepçeyle daha önce duymadığım bir dilde sözcükler fısıldıyor, yerine göre bunu dolunayın altında ya da seher vaktinde yapıyor ama ne vakit eline o kepçeyi alsa gece kadar siyah bir kedi gelip ayaklarına dolanıyordu. Şahnaz Hanım beni haftada bir köyün sonundaki ormanlık alana götürüyor, çeşitli mantarları ve şifalı bitkileri öğretirken bir yandan da ecinniler, büyüler, tılsımlar, yıldızlardan, ölen yakınlarının ruhlarıyla nasıl irtibatta kalınacağından dem vuruyordu. Zaman onunla çok daha farklı akıyordu. Üzerimden çekingenliğimi ve sıkılganlığımı çekip almıştı. Birlikte geçirdiğimiz vakit ağzımda şeker tadı bırakıyordu. Onu çok seviyordum. Yalnızlığımın yarattığı boşluğu fazlasıyla doldurmuştu. Annem onun deli olduğuna ne kadar inanıyorsa ben de bir o kadar tersini düşünüyordum. Ta ki beni öldürmeye çalışana dek.

Annemin dönmesine günler kala ağır ve ateşli bir hastalığa tutuldum. Şahnaz Hanım elinden geleni yapıyor ama bir türlü ateşimi düşüremiyordu. Kaynattığı otlar daha da kötü hale gelmeme neden oluyordu. Bir ara tamamen kendimi kaybetmişim. Uyandığımda gecenin bir vakti taş avluda  sedirin üzerinde yatıyordum. Şahnaz Hanım kız kardeşleriyle beraber etrafıma undan bir çember çizmiş çemberin dışına da çalı çırpıdan başka bir daire oluşturmuştu. Devasa kazanda kötü kokulu bir şeyler kaynatıyorlar, etrafımda dönerken garip sesler çıkarıyorlardı. Karanlıktan mı bilmiyorum kız kardeşleri  korkunç görünüyorlardı. Soğuktan değil ama korkudan titrediğimi çok iyi hatırlıyorum. Şahnaz Hanım hararetle bir şeyler söylemeye başladı. Hala unutamadığım o sözleri git gide büyük bir haykırışa dönüştü;

“ Meşaleyi kaldırıyorum. Lilu, Lilitu, Lili. Ve insanlığı yakalayan fena olan her şeyi yakıyorum. Eriyin akın ve damla damla bitin.”

Ardından etrafımdaki çalı çırpıyı ateşe verdi. Kocaman bir ateş çemberinin içinde kaldım. Şahnaz Hanım uzun beyaz elbisesinin içinde, kabarık kınalı saçları dağılmış bir şekilde çıplak ayakla çılgınca dönüp duruyordu. İşte şimdi annemin bahsettiği o deli kadını apaçık görüyordum. Korkudan ve bitkinlikten yerimden kımıldayamıyordum. Bilincimi kaybetmek üzereydim. Son hatırladığım şey Şahnaz Hanım’ın etrafımda dönen kız kardeşlerinin ürkütücü görüntüsüydü; bir hayalet kadar beyazlardı.

Müthiş bir gürültü ve baş ağrısıyla kendime geldim. Şahnaz Hanım geyikli duvar halısının altında sakince kahvesini yudumluyordu. Annem çılgınlar gibi bağırıyor, öfkeden titriyor ve es vermeden konuşuyordu;

“Umarım bu çocuğa o aptal masallarını anlatmamışsındır. O gerçekle hayali ayırt edemeyecek kadar küçük! Hani bırakmıştın bu işleri? Benim neler yaşadığımı bilmiyorsun sanki. Senin yüzünden deliriyordum.”

Şahnaz Hanım elindeki kahveyi sedire bırakıp, boğazını temizledi;

“Orada dur bakalım. Efsun senin gibi değil. Âlem-i misale karşı büyük bir yeteneği var. Teyzenleri bile gördü ayol. Hepimizden daha akıllı…”

“Anne! Teyzemler öleli yirmi yıldan fazla oldu. Üçü de şizofrendi. Senin gibi! Bunu bir sen kabullenemedin.”

Duyduklarıma inanamıyordum. Yataktan heyecanla fırlayıp;

“Ama ben onları gördüm; Latife, Munise ve Kara teyzeler.”

Annemin yüzü daha önce hiç görmediğim kadar beyazladı, gözlerini belerterek bir bana bir Şahnaz Hanım’a baktı. Ağzı kocaman açıldı ama kelimeler bir türlü çıkamadı. Beni kucakladığı gibi arkasına bile bakmadan hiddetle dışarı yöneldi. Şahnaz Hanım gözlerinde hüzünlü bir pırıltıyla bana sessizce veda etti.

Bu onu son görüşüm olacaktı. Evde bir daha adı hiç anılmadı. Yaşadığım her şeyi anneme anlattım. Anneannemin doğruyu söylediğine onu ikna etmeye çalıştım. Ama bu çabalarımın sonu uzun süren bir psikolojik tedavi süreci oldu. Genetik olarak şizofreniye yatkın olduğum söylendiğinde annemin hayal kırıklığını yüzünde okudum. Doktorlar o yaşta bir çocuğun soyut düşünme becerisinin henüz gelişmediğini ve gerçekle hayali olanı birbirinden ayıt etmesinin mümkün olmadığını söyleyip durdular. İkna oldum. Geçmiş dediğimiz şey belleğimizde tutunmaya çalışan, eğilip bükülebilen ve asla gerçekliğine güvenemeyeceğimiz anılardı ne de olsa. Küçücük zihnimde Şahnaz Hanım’ın evinde yaşanan o olayları, tabi onun da hayalperestliğiyle bambaşka algılamıştım. Sonuçta ben de yalnızlığını aynalarla konuşarak gidermeye çalışan bir çocuktum. Yalnızların en büyük dostu hayal güçleridir zira. Şizofrenimi olmasa da hayal gücümü ve mavi gözlerimi Şahnaz Hanım’dan almıştım. Çocukça sanrı ve yanılsamalarımdan kurtulup, gerçekle afaki olanı ayırt edebiliyordum artık. Kendimi çok güçlü hissediyordum. Ve bir deli olmadığıma emindim. Ta ki on üç yıl sonra yine bir ahmakıslatanın altında,  Şahnaz hanımı bizzat kendi cenazesinde görene dek…

edebiyathaber.net (30 Ocak 2022)

Yorum yapın