Öldükten sonra fotoğrafçı olmak | Şule Tüzül

Mart 16, 2015

Öldükten sonra fotoğrafçı olmak | Şule Tüzül

cameraEgosuz fotoğrafçı olur mu? Yani hem fotoğrafçı olup hem de fotoğrafları ile gururlanmayan, alkış beklemeyen, yaratıcılığıyla kendini Tanrı ile özdeşleştirmeyen, hele hele de fotoğraflarını kimseye göstermeden yaşayıp giden bir fotoğrafçı düşünebiliyor musunuz?

Yakından ya da uzaktan onlarca fotoğrafçı tanıyorum; egosundan yanına yaklaşılamayanına, egosunu üretim ve yaratıcılığına katkıya dönüştürenine, egosunu alçakgönüllülüğü ile gizleyebilenine tanıklık ettim ama egosu olmayanına hiç rastlamadım. Elbette egosu olmayan insan yoktur diyebilirsiniz. Aslında derdim de fotoğrafçıların egosu değil, buradan yola çıkarak şu sorunun yanıtını düşünmenizi istiyorum: neredeyse bir asırlık bir ömrünüz olsa ve bu ömrü 150 bin negatif fotoğraf çekerek geçirmiş olsanız, üstelik de fotoğraflarınızın çok iyi ve kendinizin de bir sanatçı mertebesinde olduğunuzun farkında/bilincinde olsanız, bu fotoğrafları hiç kimseye ama hiç kimseye göstermeden ömrünüzü tüketip gidebilir misiniz bu dünyadan? Bir insan başkalarına göstermeyecekse, birileri ile paylaşmayacaksa neden binlerce fotoğraf çeker ki?

Bir fotoğrafçıdan bahsedeceğimi sanıyorsanız da yanılıyorsunuz. Ancak öldükten sonra fotoğrafçı kimliğini kazanabilmiş olsa da, size bir dadıdan bahsedeceğim aslında. Neredeyse bir asırlık bir ömrü hep başkalarının evlerinde, çocuklara dadılık, yaşlılara bakıcılık ve hizmetçilik yaparak geçirmiş bir kadından bahsetmek istiyorum size.

Hikâye 2007 yılında John Maloof isimli bir gencin bir çalışma için eski fotoğraflar ararken, Chicago’da bir müzayede salonundaki satıştan bir kutu dolusu negatifi satın alması ile başlıyor. John, negatifleri ilk incelemesinde fotoğrafların iyi olduğunu fark ediyor ama hem çalışmasına faydalı olacak bir fotoğraf bulamadığından hem de negatiflerin bulunduğu kutu üzerinde yazan Vivian Maier ismine dair internette hiçbir kayda rastlamayınca kutuyu rafa kaldırıyor. Aradan yaklaşık iki yıl geçiyor. John, belki işe yarar bir şey bulabileceği umuduyla kutudaki negatifleri tekrar inceliyor. İnceledikçe bu kadar iyi fotoğrafların kime ait olduğunu çok merak ediyor. İnternet araştırmalarında yine fotoğrafçıya dair hiçbir bilgi bulamayınca iyice meraklanıyor ve bu işin peşine düşmeye karar veriyor.

Zar zor ilk ulaşabildiği bilgi Amerika’da bir adres ve telefon. Telefondaki ses John’a Vivian Maier’in eski dadıları olduğunu ve kendisinin iki gün önce vefat ettiğini, garajlarında bulunan Maier’e ait bir kamyon dolusu eşyayı atmak üzere olduklarını, eğer John istiyorsa gelip bu eşyalardan istediğini alabileceğini söylüyor. John duyduklarından şaşkın, Maier’in fotoğrafçılığı ya da fotoğrafları konusunda bilgi sahibi olup olmadığını soruyor telefondaki kadına. Kadın şaşkın bir sesle ne fotoğraflardan ne de Maier’in fotoğraf çektiğinden haberinin olduğunu söylüyor. Merakı büyüdükçe büyüyen John verilen adresteki garaja gittiğinde kutular ve bavullar dolusu negatif buluyor. Hayatı boyunca iş bulduğu evlerde kalarak, hiçbir dostu, arkadaşı ya da akrabası olmadan, kaldığı evlerde dadılık, bakıcılık ve hizmetçilik yaparak bir ömür tüketen bir kadının nasıl olup da bu kadar muhteşem fotoğraflara imza attığını bulabilmek için araştırmalarını derinleştiriyor. Maier’in çalıştığı evleri tek tek bularak o evlerde Maier’den kalan eşyaları yani içi fotoğrafla dolu başka kutuları da buluyor ve topluyor. Onu tanıyanlardan Maier’e dair o kadar az bilgi elde ediyor ki. Çünkü kimse yaptığı iş dışında onunla ilgilenmemiş, o da kimseye kendini anlatmamış. John en çok bilgiyi Vivian Maier’in fotoğraf arşivine bakarak sağlıyor, çünkü bu arşive Vivian Maier’in hayatına dair geniş bir belgesel çalışma da denebilir. 150 bin fotoğraflık bir çalışma! Bu fotoğraflara bakmak, Vivian Maier’in 83 yıllık hayatını adım adım izlemekle eşdeğer. Arşivde çok sayıda otoportre de yer alıyor. Görüntüsünün yansıdığı ayna ya da benzer bir yüzeyle karşılaştığında çekilmiş, onu hep boynunda taşıdığı Rolleiflex ile gördüğümüz, yaratıcılığını ve sanatçı yönünü her karede hissettiren, asla sıradan diyemeyeceğimiz otoportreler.

John, 1926’da New York’ta doğan, çocukluğunda bir süre Fransa ve Avusturya’da bulunan, sonrasında tüm hayatını Amerika’da geçiren, sadece bir dönem 8 ay kadar dadılığa ara verip dünyanın birçok yerine, büyük olasılıkla fotoğraf çekmek için, yolculuklar yapan Vivian Maier’in, fotoğrafçılığı dışında oldukça sıradan görünen, hayat hikâyesini çıkarabiliyor. Ama onun fotoğrafçılığına dair soruların, özellikle de ömrü boyunca bir sokak fotoğrafçısı gibi çalışan, bulunduğu her yerde fotoğraf çeken bu kadının neden bu fotoğrafları insanlara göstermeden bir ömür boyu sakladığının cevabı halen bir sır olarak duruyor. Gerçi Maier’in eşyaları arasında bir fotoğrafçıya yazılmış ve fotoğraflarını değerlendirmesini rica eden kısa bir mektup bulunuyor. Ancak mektubun gönderilip gönderilmediği ve cevabının ne olduğu da meçhul. Ayrıca bu mektup ve Maier’e ait bazı ses kayıtlarından da (Maier kasetlere sesini kaydetmiş, bunlardan da kimsenin haberi yok) fotoğraflarının iyi olduğunun kendisinin de farkında olduğunu anlıyoruz. İyi de buna rağmen bir insan nasıl bu yeteneğini ölene kadar gizli tutar? Neden tanınmak istemez?

John Maloof, Vivian Maier ile ilgili çalışmanın sürdürülmesi ve arşivin değerlendirilmesi için önce MOMA (Museum of Modern Art) gibi büyük müze ve sanat kurumlarına başvuruyor. Ancak aldığı yanıtlar olumsuz oluyor. Araştırmalarını sürdürebilmek, Vivian Maier’i dünyaya tanıtabilmek, fotoğraf arşivinin MOMA gibi ülkenin önemli kurumları tarafından kabul görmesini sağlamak için profesyonel bir desteğe ve dolayısıyla finansmana ihtiyacı olduğunu fark ediyor. Bunun üzerine Amerika’da bazı galerilerle görüşerek Vivian Maier’in fotoğraflarının sergilenmesini ve satılmasını sağlıyor. Elde ettiği gelirle Vivian Maier’i dünyaya tanıtmaya çalışıyor. Bugüne kadar fotoğraflar dünyanın pek çok yerinde sergilenmiş ve sergilenmeye devam ediyor. Dilerim Türkiye’de de görme şansımız olur bu sergiyi.

Vivian Maier haberlerini Türkiye’deki fotoğraf çevreleri de son birkaç yıldır takip ediyor. Geçtiğimiz günlerde konuya dair hazırlanmış Vivian Maier’in İzinde (Finding Vivian Maier) belgeselini izledikten, o fotoğrafların arkasındaki ismin yaşamına yakın tanıklık edenleri dinledikten sonra bu yazıyı yazmaya karar verdim. Çünkü fotoğrafçı olsun olmasın herkesin bu belgeselden haberdar olmasını, izlemesini diliyorum. Onu herkes tanısın, ismini duymayan kalmasın istiyorum. Çünkü; Maier’in fotoğraflarına tekrar ve tekrar bakıyorum, hayatını ünlü bir sokak fotoğrafçısı kimliği ile değil de dünyanın bihaber olduğu bir dadı olarak geçirmiş olmasını, yapayalnız yaşayıp yapayalnız ölmesini kabullenemiyor insan.

Belgeselde, Vivian Maier’in çalıştığı evlerde bulunan anne baba ya da çocuklarla yapılan röportajlar var. İşverenlerinin çoğu onun yoksullukla özdeşleştiğine vurgu yapıyor. Belgeseli izlediğimden beri birçok sahne aklımda iz bıraktı ama Vivian Maier’e ait bir cümleyi hiç unutmayacağım. Yaşlı bir çift onunla yaptıkları bir konuşmada Maier’in hiçbir zaman sağlık sigortasının olmadığını ve hiç doktora gitmemiş olduğunu öğreniyorlar. Ona bundan hiç rahatsız olup olmadığını sorduklarında Maier onlara şu cevabı vermiş: “Fakirler ölmek için fazla fakirler.”

Yazdıklarım belgeselin ve onun hakkında bugüne kadar okuduklarımın kısa bir özeti. Belgeselde yer alan birçok ünlü fotoğrafçı fotoğraflarının ne kadar iyi olduğu konusunda hemfikirler. Bence fotoğraf tarihinin en iyi sokak fotoğrafçılarından biri.

John Maloof’un amacı onun ismini tarihe yazdırmak. Bu gidişle bunu başaracak görünüyor.

Şule Tüzül – edebiyathaber.net (16 Mart 2015)

Yorum yapın