Nedim Gürsel’le buluştuğumuz gün | Feridun Andaç

Ocak 28, 2014

Nedim Gürsel’le buluştuğumuz gün | Feridun Andaç

feridun andac 10.tifNedim Gürsel’le Anadoluhisarı’nda buluştuğumuzda hava pusarıktı. Yeni romanı Yüzbaşının Oğlu’nu okuyup sonlamış, ondan önce geldiğim kafede romana dair şu satırları yazmaya başlamıştım:

Nedim Gürsel’in yeni romanı Yüzbaşının Oğlu’nu okurken, onun anlatıcı olarak gezindiği güzergâhları düşündüm bir ân. Bir gezgin, gönüllü/zorunlu sürgün olarak gittiği yerleri, yaşadığı mekânları, dilbağı kurup düşünsel duyarlığını çeşitlendirdiği ülkeleri/kentleri/yazarları/metinleri kendi yazı dünyasına taşıma yolculuğuna baktım oradan.

Başlayan, süren, dinmeyen bir sürükleniş… Bir yerde olamama, bir yere tutunamama…

Onun anlatı dünyasında bırakılmışlığın gizleri, kırılgan/buruk/ezgin bir çocukluğun derin izleri, yaşanan zamanlardaki derin yarılma nöbetlerinin sanrıları var.

Bir yerde durup, bir yere bağlanıp o huzursuzluğun kitabını yazacakken; hep gitmeyi seçmiş… Ve gittiği her yerde şimdi de yaşarken/şimdide yaşattığı geçmişle alışverişini, sorgulamasını hiç elden bırakmamış.

İlk yazdıklarından beri onu okuyan, izleyen biri olarak; onun artık yazarlık tutumunun sürüklenişlerini, yazma derdinin neleri içerdiğini iyi-kötü kavradığımı söyleyebilirim.

Zira onunla dostluğumuz yazı minvalinde başlasa da; Paris’te ve İstanbul’daki buluşmalarımızda iz bırakan şeylerden konuşmuşuzdur hep. Orada daha çok hayat, dünya, Türkiye vardır. Zaman zaman aşk ve kadınlar, kentler ve mekânlar…Ve bırakılmış çocukluğu… Buna çok dokunmasak da; babasının onu erken bırakıp gitmesi görünmeyen bir yaradır onda.

Nedim Gürsel fotoğrafıİki kardeşi büyütüp yetiştiren anne Leylâ Gürsel’i ben çevirilerinden tanımıştım. Sağ Salim Kavuşsak’ın da kapağına taşınan o aile fotoğrafına bakışlarım her uzandığında; Nedim’in mahzun bakışına, babası Orhan Gürsel’in hülyalı duruşuna, ağabeyi Seyfettin’in kendinden emin haline ve anne Leylâ Hanım’ın hayata sıkıca tutunma kararlılığına dalıp giderim.

Yüzbaşının Oğlu’nun okurken, bir fotoğraf karesine sığan bu dörtlü yaşamın izleri sıklıkla karşıma çıktı.

Buluştuğumuzda…

Nedim’le en son ne zaman buluştuk, hatırlayamadım bir ânda! İstanbul-Paris sürüklenişlerinden sıklıkla haberim olsa da, gezi yazılarından nerelere gittiğini izlerken hep karşılıkla söze durmuş gibi olurdum.

İşte o gün, sabahın pusarık havasında bir yolculuktan çıkıp gelmişçesine kafenin kapısını açıp içeri girdi. Kalemimi bırakıp, kalkıp gülümseyerek gelen halini kucakladığımda gözüme ilişen yüz çizgileri, saçları ve sakalındaki aklıklar bu ayrılık süresini anlatıyordu aslında!

Hiçbirimiz bıraktığımız yerde, zamanda, biçimde kalmıyoruz. Gene de yazıp edenler yazdıklarıyla  her ân birbirinin yanında gibidir.

Söze kaldığımız yerden başlıyoruz sanki…

Ona, en son yazdığım bir iletide Hatırla Barbara’nın bendeki izleri/etkilerinden söz etmiş, özellikle de onun Besançon günlerini anlattığı metnin yansılarını dile getirmiştim.

Piaf, Brel’den şansonlar eşliğinde okumak kesmiyor, kalkıp insanın bir ân trenle Alpler’den geçip Besançon’a gidesi geliyor.

Gürsel, bir kent anlatıcısı. Yerin dili, mekânın ruhu onun anlatıcılığında başat öğedir. Yüzbaşının Oğlu’nda da bu yanı öne çıkar. İstanbul/Beyoğlu, Anadolu’nun kışla kenti birer roman kahramanı olarak belirir. Zamanın döngüsündeki insan, onun taşıdıklarıyla var olmaya çalışan hali gelip anlatılarına siner. Özellikle de öyküde bunu başarıyla yansıtır. Bu bağlamda kurduğu öykülerindeki hikâye anlatıcısı tutumu onun metin kurma hünerini gösterir. Çünkü o, giderek yazan biridir. Bir yere/mekâna, ülkeye/kente, yazara/metne, insana giderek yazar. Bir yerde, belli bir zamanda duramama huzursuzluğu da bundandır.

Romanda, bir sorunsalı içselleştirip anlatmada düşünsel tözü ıskalıyor çoğu kez. Değiniyor, evet; ama çizdiği karakterin ruhuna yedirerek bunu vermekten sakınıyor. Elinden tutup onu bir yerde/mekânda kendi haliyle baş başa bırakıyor… Taşıdığı bırakılmışlık hali, kuşatıldığı evren onun sanrısına  dönüşüyor… Gürsel, oradan bakıyor kahramanının hayatına.

Söze önceki geceden başladık. O, açılmak için kahvesini ben de demli çayımı söyledik. Yayınevi, medya, insanlar…Ve ilkesiz halimizden konuşadurduk.

Yuzbasinin-Oglu_171880_1Yüzbaşının Oğlu : Bir Bırakılma Öyküsü

Romanı Gürsel’le konuşurken şu kavramlar üzerinde duruyorum:

*bırakılmışlık (çocukluk),

*kuşatılmışlık (aile/eğitim),

*otorite (askeri vesayet/siyasal erk),

*ikilik (bireysel/toplumsal hayatımızdakiler)

Bu eksende toplumsal eleştiri yanı ağır basan bir roman, Yüzbaşının Oğlu.

Kendi hikâyesini anlatan anlatıcı/kahraman, yaşadığı şimdi’den geçmiş’e uzanarak, yetişme koşullarını, ailesini, annesinin erken ölümü, asker babasının 27 Mayıs askeri darbesine uzanan serüvenini;  kendi yatılı okul günlerini, yasak aşkını yaşlılık günlerinde kızının isteği üzerine ses kaydına anlatır. Dahası, romanın kurgusu için böyle bir yöntemi seçer, Gürsel.

Sözünü ettiğim kavramlar çerçevesinde 1950’ler Türkiyesi’nden 2010’lara uzanan bir sürecin tanıklığını yansıtan kahramanın üzerinden bireyin yetişme öyküsüyle toplumun, bir anlamda Türkiye’nin çağdaşlaşma serüveninin kırılma noktalarının eleştirisini yapar romancı.

Yüzbaşının Oğlu, bir başyapıt değil kuşkusuz. Okurken, yer yer, bana: “ Nedim Gürsel bu romanı neden yazdı,” diye sorular da sorduran anlatının kuruluşu/kurgusu, metin içindeki edebî göndermeleri, çerçeve anlatıları anlatı oyunundan ziyade, metni çeşitlendirip katmansal bir boyuta taşımak için romancının tasarlama düşüncesinin açılımlarını göstermektedir.

Gürsel, romanını, konu/izlek bakımından özyaşamsal öğelerle beslediği gibi, anlatım tutumunu da edebî belleğiyle bezer. Gene de, Gürsel’in iyi bir hikâye anlatıcısı olduğu, ama romanda  aynı başarıyı gösteremediği kanısındayım. Düşünsel töz, duygusal ritm, dilsel şölen, anlatım yoğunluğu eksik. Ondan bu çizgide bir roman yazmasını beklemek bize sunduğu edebî birikimin kaçınılmazlığını gösterir kanımca!

Gerçi anlatıcı/metnin kurucusu her ne kadar altmışlarını aşan bir eski gazeteci/muhabirse de; onun bilgisi/bilinci/yaşadıkları/hatırlayıp ettikleri o anlatıyı bezese de; kıyıda duran asıl anlatıcı Nedim Gürsel, kahramanını çok _MG_3253 copyruhsuz çiziyor. Orada, asıl anlatıcı olarak bir ikilemi yaşıyor.

Evet, hayatın/ın bir “kahraman”ı değil. Ama çağının da birçok özelliğini yansıtan tipik bir kahraman (örneğin Peçorin vari biri) olamıyor… Olabilecekken olamıyor, olduramıyor bunu Gürsel.

Şunu mu demek istiyorum: Nedim Gürsel, iyi bir konuyu seçmiş, ama zenginliği olan, tipik bir karakter seçememiş/yaratamamış. Hatta, öyle ki, yer yer kendi gölgesi düşmüş üzerine.

Doğrusu, bu romanı okurken; Paul Eluard’ın şu tanımını bulmak isterdim: “Şiirdeki düşünce elmanın içindeki besin gibi saklı olmalıdır.”

Gürsel, burada, seçtiği yöntemle hep anlatan olmuştur. Oysa yaşatarak gösterseydi; yani, kahramanı şimdi’den geçmiş’e döndürmek yerine; geçmiş’ten bugün’e taşısaydı sanki Yüzbaşının Oğlu daha kanlı canlı  bir dönem romanı olurdu. Oysa, biz, burada birçok hayatın özetini okuyoruz.

Galiba roman yazmak uzunca bir zaman/sabır istiyor. Dura dinlene yazmak… Araştırmak… Yeniden yeniden yazmak…Arındırmak… Bir yere, bir şeye yetiştirmeden yazmak. Tembel, kolaycı okur istememek…

Yüzbaşının Oğlu’nun bitirir bitirmez Thomas Mann’ın Doktor Faustos’una başlayınca duraladım hemen. Bu okumayı göze almak için uzunca bir zaman yaratmalıydım. Çünkü, biliyordum ki; Mann, yan yatarak okuyan okur istemiyordu!

Bunları Nedim’e anlatmadım tabii ki… Romana dair çok başka şeyler konuştuk.

Bazı anlatıların yazılmak için belirli yaş dönemlerini beklediğinde hemfikirdik.

Roman, eminim ki bu yanıyla da ilginizi çekecektir, bir solukta okuyacaksınızdır. Yer yer gülerek, öfkelenerek, yazıksanarak…

Belki okurca kabul görecek, ama Yüzbaşının Oğlu’nun öyle “çok tartışılacak, çok ses getirecek” bir  roman olmadığını söylemek isterim.

Sanırım, size ne dediğimi daha iyi anlatabilmek için; Roberto Bolaño’nun Tılsım’ından söz etmem gerekecek sevgili okurum.

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (28 Ocak 2014)

Yorum yapın