Malzemesi ömür boyu tükenmeyen hikâyeci: Tarık Dursun K. | Duygu Özsüphandağ Yayman

Ekim 27, 2015

Malzemesi ömür boyu tükenmeyen hikâyeci: Tarık Dursun K. | Duygu Özsüphandağ Yayman

tarik-dursunBazı söyleşiler, soru sormadan başlar. Karşı karşıya oturursunuz, söyleşi konuğunuz gözlerinize bakar; zihninize yüklediğiniz onca yükü almaya başlar.

Bazı kişiler, yaşamınıza apansız girer. Daha ilk sohbette anlarsınız, o sizin ayrılmaz parçanız olacaktır. Hele ki o kişi yazar, siz de okursanız, kendisinin bunu bilmesine gerek bile yoktur.

11 Ağustos’ta kaybettiğimiz yazar, gazeteci ve sinemacı Tarık Dursun K., onunla tanışmayı aklımdan bile geçirmediğim bir zamanda girdi yaşamıma.

2001 yılının Aralık ayıydı. Çalıştığım dergi (İzmir Life) için Karşıyaka Çarşısı üzerine bir röportaj hazırlıyordum. Karşıyaka Belediyesi Basın Danışmanı Sedat Sözer’e uğramıştım. Sedat’ın dediğine göre tam zamanında gelmiştik. Çünkü Tarık Dursun K., belediyenin bir çalışması için oradaydı. Sedat, toplantı sonrasında bizi görüştürebilirdi. İstersek çarşı üzerine bir yazı bile yazardı. Biz istemesine isterdik de memleketin duayen edebiyatçılarından biri, öyle “Ha” deyince yazı verir miydi insana!

Belediyenin eski binasındaki o odadan hatırladığım ilk manzara, ağız dolusu gülen bir Tarık Dursun K. idi. Çocukluğunun bir bölümünün geçtiği Karşıyaka’nın çarşısı üzerine seve seve yazardı. “Bir hafta sonra arayın, yazı hazır olur. Telefon numaram şu…” dedi. O günden sonra ben, Tarık Dursun K.’dan sorumlu muhabir oldum. Bundan da hep mutluluk duydum. “Tarık Bey” zamanla “Tarık Ağabey”e dönüştü. Daktiloda yazdığı, sonra üzerinde kalemle düzeltmeler yaptığı yazılarını ya faksla gönderirdi ya da faks makinesinin bulunmadığı bir yerde (Foça’da) ise Kemeraltı’ndaki arkadaşı Foto Balım’dan almamı isterdi. Okuyamadığım kimi yerler olduğunda, “Sana teslim ediyorum, düzeltiver” derdi. Henüz otuzlu yaşlarının başında bir gazeteci olarak yüklendiğim ne büyük bir sorumluluktu… Hele onunla İzmir’in aynı semtleri üzerine kalem oynatmak, benim için ne büyük onur kaynağıydı! Karşıyaka yalısındaki evine, geçerken uğramak ise kısa pazar gezintilerinin en mutlu molaları…

Her ay yazı isteme bahanesiyle telefonda sohbeti ilerlettikçe, röportajlar yaptıkça, kitaplarını okudukça daha çok tanıdım, sevdim Tarık Ağabey’i. Ona eskinin İzmir’ini; gereksiz ayrıntıları ayıklanmış, geride kıssası kalmış bir belgesel film gibi anlattıran neydi? Günlük yaşamın, sıradan gibi görünenin, “Anlatmaya değmez” denenin içindeki şiiri, insanı şaşkınlığa uğratacak derecede sade ve vurucu bir tarzda söyleme ustalığı neredendi? Haydi, Tomris Uyar gibi soralım: “Senin hikâyelerinde kanayan, hüzünlü bir şey var. O nedir yahu?”

Usta’nın kendisi de, bu soruya verdiği, “Kendiliğinden oluyor” yanıtı kadar sade, dolaysız ve mütevazıydı işte. Gazeteciliği esas meslek belleyişi, senaryo yazarlığı ve yönetmenliği; seyyar köftecilikten otobüs biletçiliğine dek yüzden fazla işe girip çıkmışlığı da etkiliydi bunda. Pamuklara sarmalanmadan, kendi tırnaklarıyla hayata tutunuşu da…

Sait Faik, Memduh Şevket, Halikarnas Balıkçısı, Orhan Kemal, Kemal Tahir halen sağ iken bu devlerin arasında kendine yer bulabilmiş olması, veriyordu tüm yanıtları.

O, Orhan Kemal‘in öğrencisiydi. “Ustam” dediği Orhan Kemal’in İkbal Kıraathanesi’nin patırtısı, gürültüsü içinde dahi yazmasını düstur edinmişti. Öldüğü gün -tam da o saatlerde- Alsancak’ta yürüyordum. Yalnızdım, yapacak işim yoktu. Yakın Kitabevi’ne gidip yarım kalan öyküm (hadi Usta’nın istediği şekilde söyleyeyim; hikâyem) üzerine çalışmaya niyetliydim. Giderken de kendi kendime, Tarık Dursun K.’nın Orhan Kemal’den öğrendiği bu düsturu hatırlatıyor, kalabalıklar içinde hikâye yazabilme meziyetinin hoşluğunu düşünüyordum. Kitabevinin kafeteryasına oturdum, dosyamı açmadan internete bir bakayım dediğimde gördüğüm ilk haberdi: “Tarık Dursun K. vefat etti.” Demek Usta ile farkında olmadan vedalaşmıştım… Ona verdiğim sözü tutmak için 11 Ağustos’un o hüzünlü akşamüstü saatlerinde hikâyeme devam ettim.

Tarık Dursun K.’nın bende emanet duran kelimeleri vardı; onları okurlar ile paylaşmalıydım. Yaşamıma apansız sızan Usta ile Ağustos 2003’te yani ölümünden tamı tamına on iki yıl önce yaptığım söyleşi, aşağıdaki gibiydi. Ben sormadan o başlamıştı anlatmaya… Ne de olsa hayatlarımızın başına da sonuna da başkaları tanıktı, değil mi?

“Hemen ünlenmek için şiir yazdım”

“En sevmediğim şiir, şair olduğumu zannettiğim yıllarda yazdığım bir şiir… O kadar sevmiyorum ki bu sevmezlik, nefret boyutlarına kadar ulaşabiliyor zaman zaman. “İhtiyar Balıkçı” mıdır, “Balıkçının bilmem nesi” midir nedir? Adını da hatırlayamıyorum.

Ağımı seher vakti engin denize attım

…. dolu boşluğa hisli gözlerle baktım

Serin sabah rüzgârı saadetle sarhoştu

Şarkılar söyleyerek meçhul canana koştum

Bu şiiri yazdığımda yaşım 16 civarı falan… Ama 16 yaşında şiir yazmaya heves etmiş biri için bugün bile bilinmesi zor kelimeler var.”

Şiir yazıyorsunuz, sevmiyorsunuz, hikâyeleriniz değil ama şiirleriniz yayımlanıyor…

Dergicilikte düzyazıları sayfalara yerleştiriyorlar. Yazılardan arta kalan boşluklar için şiir lazım. Gerekli gereksiz birtakım adamların şiirleri çıkıyor… Edebiyata başlayan herkesin ülküsüdür, bir an evvel üne kavuşmak. Edebiyata başladığımız dönemlerde bu çok kolay değildi. Şiir yazıyorsunuz; önünüzde en azından beş kuşak var, hepsi de iyi şairler kuşağı. Hikâye yazıyorsunuz; Sait Faik sağ, Memduh Şevket sağ, Halikarnas Balıkçısı, Orhan Kemal, Kemal Tahir… Bunların arasında yer bulmak mümkün değil. Ya da bana öyle geldi.

Şiiri üne hemen kavuşmak için mi seçtiniz?

Evet. Ve hakikaten, şimdi niçin ve nasıl yayımlandı, ne demelerle beğenildi diye kuşkuya düştüğüm, dergilerde yayımlanmış şiirlerim var. Gerçi reddediyorum ama… Altında imzam olduğuna göre bana ait şiirler. Kendimi fazla suçlu gibi görüyorum ama neyse, önemli değil. Bunları yayımlayanlar arasında Yaşar Nabi de vardı.

Hikâyelerinizi yayımlamıyor ama şiirlerinizi yayımlıyor.

Evet. Hâlbuki ben Yaşar Nabi’ye kendi adımı hatırlatmak için şiir yolluyordum.

“İlk telifim doyurdu, eğlendirdi, ısıttı”

Kaç yaşlarında başlıyor edebiyatla ilişkiniz?

Ankara’da ortaokul birinci sınıf öğretmenim Rüştü Şardağ idi. Bir ev ödevi verilmişti. Biz tahrir diyoruz, şimdi kompozisyon diyorlar. Ödevleri topladıktan sonra benim yazımı çekiyor. “Kim yazdı?” dedi. “Ben yazdım” dedim. “Gel, bunu oku” dedi. Tahtaya kaldırdı. Okudum. “Sen mi yazdın?” dedi; “Ben yazdım” dedim. “Sen yazmadın” dedi; “Ben yazdım” dedim. Zil çaldıktan sonra dışarı çıkarken beni çevirdi; “Sen yazar olacaksın” dedi. İnsanın öğretmeni öngörülü olabilir ama buna rağmen her “Yazar olacaksın” denen, yazar olmuyor. Keşke “Marangoz olacaksın” deseydi. Hep içimde ukdedir; marangoz olamadım, rende tutmayı beceremedim, çekiç, keser kullanamadım.

O yaşlarda başlıyor yani?

Ortaokul birinci sınıfta başlıyor. Orta bir deyip geçmeyin; o yıl benim matbu olarak adım çıktı. “T. Dursun Kakınç.” Çocuklar için çıkan, çok kaliteli bir dergi vardı; “Bin Bir Roman”. Onun özel sayısında yayımlandı, resimli. Aşağı yukarı sekiz sayfaydı. “Kanlı Tehdit”ti adı. İlk hikâyemden de ilk telif hakkımı aldım. Her yerde övünerek söylüyorum. On lira geldi, İstanbul’dan. O sırada Ankara’da oturuyoruz. Ağabeyimle Samanpazarı Postanesi’ne gittik. Ağabeyim dedi ki, “Parayı düşürürsün sen, iki buçuk lirasını bana ver.” İki buçuk liraya da “Cezayir Sevdaları” filmine gittik, gazoz içtik, pasta, pastiç yedik falan, geriye kalan 5 lirayı da annem aldı. O dönemde kapı önünden eşek yüklü kömür satıcıları geçerdi. Hiç unutmuyorum, bir çuval kömür aldık. Telif hakkı hem yedirdi içirdi hem eğlendirdi bizi hem de ısıttı.

Şiirden hikâyeye nasıl geçtiniz?

Başlangıçta hikâye yazmaya kararlıydım. Çünkü garip bir şey var toplumumuzda. Biz bir şey anlatmaya çok meraklıyız. Sabahleyin yolda gelirken Ali Rıza Bey’i görürsün. “Merhaba, nasılsın?” derken, “Ya, dün akşam ne oldu biliyor musun?” diye başlar. Türkiye’deki kadar birbirine hikâye anlatan ve bunu seven toplum yoktur. Farklılık yapayım; ben de yazan hikâyeci olayım dedim.

“İnsan, ayrıntılar toplamıdır”

Öykülerinizde hafızanız o kadar öne çıkıyor ki en derindeki anılarınıza iniyorsunuz. Çok güzel biriktirmişsiniz. Zor olmadı mı?

Zor değil. Bu kendiliğinden biriken bir sermaye… Ben o sermayeyi kullandım. Yalnız sermayeyi kullanmakla olmuyor, kuru kuru… Edebiyat aracılığıyla anlatılan, çok daha farklı… İşte orada ayrıntılara giriliyor. Bana sorarsanız zaten insan bir ayrıntılar toplamı. Önemli olan bakmak… Yalnız bakmak değil ama… Bakmak ve görmek. Gazetecilik mesleği, size baktırır ama baktığınızı görmenizi sağlar. Ben gazetecilikte hem içeride hem dışarıda hem mutfakta çalıştım. Teknik sekreterlik dâhil, yazı işleri, istihbarat şefliği… Hep birinci mesleğim oldu. “Hikâyeyi, romanı ne zaman yazıyorsun?” denirse, “Birinci mesleğin dışında kalan zamanda…” Ben buna hırsız zaman diyorum; zamandan çalıp yazıyorsunuz. Yirmi altı ay süren otobüs biletçiliğinde de çok iyi gözlemlerim oldu. Yetenek denen şeyin içinde galiba gözlemleme gücü de oluyor. Bellek bir gün size yardım ediyor.

Buna, özellikle hikâye kitabınız “Bahriyeli Çocuk”ta tanık oldum. İlişkilerden damıttığınız çok güzel, ince ayrıntılar var.

Bellek çok hain ve insanın beyninde çok bağımsız bir yapı… Bazı şeyler var, bellek kabul etmiyor. “Kimdi bu adam?” diye kendi kendinize soruyorsunuz. Bellek karar vermiştir; “Bu yaramaz, gereği yok bunun” diye. Ama bazıları var; çift saban sürer gibi, derin açılmış, unutamıyorsunuz. Onlar zaman zaman, Sait Faik’in meşhur hikâyesinde dediği gibi; “Yazmasaydım çıldıracaktım”. Size kendisini duyurup yazdırıyorlar.

La Fontaine hikâyesini biliyorsunuz, değil mi? Yanlış o! Kırk gün yaşıyor, ağustos böceği. Nerede kışa kalacak da, kar yağacak da, gidecek kapıyı çalacak, “Abi bana yiyecek”… Bir de onun devamı vardır. Kış kıyamet, lapa lapa, yollar kapalı, kapısı çalınmış karıncanın. Bir bakmış, kürkler içerisinde ağustos böceği. “Komşu”, demiş, “ben Paris’e gidiyorum da, bir isteğin var mı?” Karınca, “Orada” demiş, “bir La Fontaine var, o pezevengi görürsen…”

Çok farklı yaşamlara girip çıkmışlığınız var. Edebiyatınızda bunların da çok etkisi bulunuyor mutlaka. Ama bu işleri yapmak da yetmez; etkilenmek, o kişinin nitelikleriyle de ilgili değil mi? Bakıp görmek gibi…

Gözlem zenginliği gibi… Yüz küsur işe girdim çıktım. Ne yerinilecek, ne övünülecek şeyler. Seyyar köftecilikten tutun da devlet memurluğuna varıncaya kadar. Konak’ta altı ay bir arkadaşımızla bir iş yaptık. Jilet satıyordu arkadaş, ben de giyinmiş kuşanmış geliyordum; “Ver on tane bakayım, kardeş!” diye… Tüm bunların kendine özgü birikimleri oluştu, gözlemler aracılığıyla. Bu birikimleri her yerde kullandım. Bir kısmını hovardaca, bir kısmını tutumlu. Acaba hâlâ var mı, diye düşünüyorum. Hâlâ malzeme var.

“İzmirlilik, biraz da göçebe ruh demek”

Gazetecilik nasıl başladı?

Askerlikten önce 1949’da, Anadolu gazetesinde başladı. İzmir’in yetiştirdiği en iyi mizahçılardan ve hikâyecilerden Besim Akımsar, gazetenin yazı işleri müdürüydü. Sonra Milliyet’te beraber çalıştığımız Nevzat Kızılcan, istihbarat şefiydi. Beni polis – adliye muhabiri yaptılar. Otobüs biletçiliğini yirmi altı ay yapmıştım. Gazetecilik iyi bir meslek diye göründü bana. Anadolu başlangıç oldu ama üç büyük şehirdeki bütün gazetelerde -sağda olanların dışında- çalıştım. Ankara’da Ulus’ta çalıştım; Pazar Postası, Son Havadis. İstanbul’da Yeni İstanbul, Vatan, Son Posta ve Milliyet. En uzun gazetecilik çalışmam Vatan ve Milliyet’te… Milliyet’e üç defa girdim, çıktım. İki defa Milliyet Yayınları’nı kurdum ve yönettim. Şimdi söylediğimizde insana mizah gibi geliyor; sekiz büyük, sekiz küçük sayfa yapıyoruz. Geçen gün yüz kırk sayfa çıktı Hürriyet. Korkunç bir şey… Beni de Ali Gevgilili aracılığıyla Vatan’dan Milliyet’e transfer ettiler. 212 sayılı kanun vardı, onun en fazla sefasını ben sürdüm diyebilirim. İstifa ettim, para aldım; istifa ettim, para aldım. İki evi de iki istifayla aldım, tazminatlarla. Egelilik ya da İzmirlilik, biraz da eşittir maymun iştahlılık… Bir yerde sebat etmemek ve hep bir göçebe ruh içinde yaşamak anlamına geliyor. Milliyet’e üç defa girdim çıktım, iki defasında yayınlarının yöneticiliğini yaptım. Nasreddin Hoca’nın ünlü fıkrasındaki gibi. Eski Ay’ı ne yaparlar, kırpıp kırpıp yıldız yaparlar. Eski gazetecileri yıldız yapmıyorlar da köşe yazarı yapıyorlar. Uzun süre Dünya’da köşe yazarlığı yaptım, Milliyet’te yeni yayınlar köşe yazarlığı yaptım. Bunca işin arasında en sevdiğim iştir. Mesleğim dediğim iş… “Acaba Foça’da bir yerel gazete mi çıkarsam?” diye düşünüyorum.

Polis – adliye muhabirliği ilginç bir deneyim olmuştur.

Aaa, müthiş bir şeydi, malzeme toplamak için! Hangi mahkeme salonunun kapısından başınızı uzatsanız olağanüstü bir konu… Bir de Bekir Sıtkı Kunt, Ümran Nazif Yiğiter, Necati Cumalı, hep avukatlıktan gelmedir. Necati’nin en iyi hikâyesi sayılan “Susuz Yaz”, “Ay Büyürken Uyuyamam”, hep dava dosyalarından alıntı.

Gazetecilik çok dışa dönük bir iş, yazarlık ise içe dönük. Yazarken bireyselsiniz. Bunun dengesini nasıl kurdunuz?

Bu denge ya bilinçli ama pek farkına varmadan sizin tarafınızdan kurduruluyor ya da koşullar bizi öyle bir şeye yönlendiriyor.

Hikâyelerinizde hep parantezler var, konuşurken de bazı yerlere parantezler açıyorsunuz. Bu nedenle konuşurken de hikâyeleriniz devam ediyor sanki. O parantezler size özel galiba.

Benim keşfim olduğuma ihtimal vermiyorum. Güçlendirmek için mi, altını çizmek için mi, vurgulamak için mi… Demek ki okur olarak memnuniyet var.

(Son romanda bu çok açık ve seçik: Bir Marquez’de, bir Cemal Süreya’da, bir de bende var; sigarayı kim bırakırsa sigara sayıklıyor. Cigara içen de ölüyor, içmeyen de…)

Parantezler belki sizin sinemacılık yönünüzle de bağlantılı. Parantezler eşittir flash back’ler…

Göndermeler. Zannediyorum anlatılanı daha yoğunlaştırıyor, güçlendiriyor. Ama şimdi okura çok ilginç hatta şaşırtmacalı gibi gelen olgular vardır ki yazar onları bilerek yapmaz. Tabii garip bir şey. Yazar, Dr. Jeykll, Mr. Hyde gibi ikili. Yazar olan kişi başka, gerçek hayatta başka. Ama yazar kısmı her zaman baskındır. Ben üstelik ikizler burcundanım. Aziz Nesin ile beni yan yana oturtun. Bir olay olsun, Aziz Nesin yazsın, bir de ben yazayım. Nesin’inki mizah olur. Benimki olmuyor. Mizaha zorlasam da olmuyor. Siz baktığınız zaman mizahı görüyorsunuz ama mizahla uzak yakın ilişkiniz yoksa mizah kendini gizliyor.

Tomris Uyar: “Hikâyelerinde hüzünlü bir şey var”

Hikâyelerinizde daha çok hüzün var.

Onu, “Sağ olsun” diyeceğim geldi ama bu da bir mizah galiba; nur içinde yatsın, Tomris Uyar söyledi. “Senin hikâyelerinde kanayan, hüzünlü bir şey var. O nedir yahu?” dedi. “Niye bu kadar üstüne gidiyorsun?” Gitmiyorum tabii. Kendiliğinden oluşuyor zannediyorum.

Hikâyecinin dile çok önem vermesi gerektiği üzerinde duruyorsunuz. “Kelime ekonomisi” diyorsunuz…

O da var. Şairlerin dili bozma hakları, yanlış kullanma hakları var. Ama düzyazı yazarlarının, özellikle hikâyecilerin buna hakları yok. Sizin mutlaka bir kuyumcu gibi kelimeleri yan yana getirmeniz gerek.

Hikâyede de şiir gibi “fazlalık götürmez” yerler var mı?

Şiirsellik var anlatı biçimimde. O hâlâ şiiri bırakmadığımın kanıtı gibi gösterilebilir. Ama tabii kapalı bir şekilde… Aslında şiir yazmak güzel, keşke becerebilseydim, şair olsaydım.

Hikayede konuya önem vermiyorum, diyorsunuz.

Öncelikli değil. Şundan dolayı değil: An hikâyecisiyim. Öyle bir hikaye türü var mı? Var. En azından ben varım. Bir de geleneksel hikâye türü var. Ben o tür hikâye yazmadım desem yeridir. Ben bir de hikâyede şundan nefret ediyorum; “Aradan iki hafta geçmişti. İki yıl sonra Necati…” Bunlar bana göre kötü şeyler. İnsanın iyi yakaladığı zaman, içinde bulunduğu an çok önemli. Depremin en büyük özelliği, bütün vücudunuzu ve içinizdeki organları sarsar. Bir travma olur, bir şey çarpar size ama depreminki öyle değil. An hikâyesi de öyle.

Orhan Kemal ile iletişiminizin hikâyesi ne?

Ustamdı. Ben önce taşra hikâyeci adaylığı yaptım İzmir’de. Sonra baktım ki İzmir’de insan hiçbir şey olmaz. Çok kısır, bereketsiz bir toprak… İzmirlinin de edebiyata karşı ilgisi çok az. İlk gençlik yıllarımızda burada Yüksek Ticaret* vardı yalnız. Zannediyorduk; bir gün İzmir’de fakülteler, üniversiteler açılacak, aydın, okuyan, yazan, çizen insanlar yetişecek. İçinde yeteneği olan bir insanın bu taşra zavallılığından kurtulması lazım. Çetin Altan’ın dediği gibi; İstanbul’a gideceksin. Yayınevleri, gazeteler, yazarlar orada.

Orhan Kemal’i çok merak ediyordum ve çok sevdiğim bir yazardı. İşin ilginç tarafı ben Orhan Kemal Roman Ödülü Seçici Kurul Başkanıyım. Her seferinde diyorum ki, “Biz bir yanlış yapıyoruz çünkü Orhan Kemal, romancı olmadan çok önce bir hikâyeci…” Artık gelenekselleşen, ailenin yönlendirdiği bir şey…

İkbal Kıraathanesi’ne gittim, buldum. Garsona sordum, “Orada oturuyor” dedi. Baktım, bir şeyler yazıyor ama düşünebiliyor musunuz; İkbal, büyük bir kıraathane. Çay, kahve içiliyor, domino, kâğıt oynanıyor. O patırtı gürültü içinde adam bir şeyler yazıyor. Gittim, kendimi tanıttım. Onun için herhangi bir şey değilim. “Otur”, dedi. Sıcak, içtenlikle davrandı. Ben dayanamadım dedim ki, “Üstat, bu patırtı, gürültü içinde nasıl yazıyorsunuz?” (Ne yazdığını sordum, “Hikâye” dedi bana.) Söylediği cevabı hiç unutmayacağım: “Ben yazarım” dedi, “her yerde yazarım”. O bana bir çeşit düstur, yol, yöntem oldu. Ben de her yerde yazarım. Otobüste, uçakta, evde, yolda, otelde yazarım. Tabii burada şuna denk geliyoruz: Sizin yazar olarak yazacak ve söyleyecek bir şeyiniz varsa, onu her yerde yaparsınız.

“Romanımı Orhan Kemal tanıttı ama basmadılar”

Orhan Kemal’le bağlantınız sürdü mü?

Bazı yazarların birinci kitapları yapışmıştır kendisine. Yaşar Kemal dediğinizde karşınızdaki adam gülümser ve “İnce Memed, değil mi abi?” der. Benim o kadar yaygın bir ünüm yok ama Tarık Dursun K. dediğiniz zaman, “Denizin Kanı” derler. Önce senaryoydu. Bodrum’a gittim, sünger avcılarıyla konuştum, malzeme topladım, geldim, yazdım. Sansür reddetti. Romanını yazdım, Orhan Kemal’e verdim. “Gel” dedi. Remzi Kitabevi’ne gittik, bir iki yayınevini dolaştık. Hep beni öven sözlerle tanıttı. Hiçbir yayınevi de “Denizin Kanı”nı basmadı. Beş altı dile çevrildi. Borç harç kendi hesabıma bastırmayı düşündüm. O sırada Oğuz Akkan, Cem Yayınevi, “Ne demek ya, ben basarım senin kitabını” dedi.

Anadolu gazetesinde sinema eleştirmenliği de yapıyordum, ek para alayım diye. Eleştirmeciliği uzun süre sürdürdüm. İzmir, ilk gençlik yıllarımın geçtiği dönemlerde tipik taşra… Tiyatro yok, bir şey yok. Tek eğlence yeri barlar ve sinemalar. Kaç sinema varsa hepsine giderdim. Çocukluk yıllarımda sevmediğim sinemalar vardı. Onlar, o dönemin deyimiyle “aşki filmler” oynatıyorlardı. Genelde western filmlerine gidiyordum. Sinemada insanı ister istemez içine alan, etkileyen, yoğuran ve başka bir yapıya dönüştüren bir his var. Sinemadan şu alanda yararlandım: Sinemanın beklemeye tahammülü yok. Romanda da bunu denedim, zannediyorum oldu da.

Filme çekilen eserleriniz için nasıl çalıştınız?

TRT ile çok iyi çalıştık. TRT’nin öbür kanallara benzemeyen dürüst yanı vardır. Telifiyle anlaştığınız zaman paranız anında gelir. “E, para bu kadar önemli mi?” E, emek harcıyorsunuz ve karşılığını almak zorundasınız. TRT’de benimle, sağda olan insanlar da çalıştı ama hiçbir zaman etik dışına çıkmadık. Benim bulduğum rejisörlerden biri Yücel Çakmaklı. “Denizin Kanı”nı düşünebiliyor musunuz? MHP’li, TKP’li, CHP’li vardı, Yugoslavya Komünist Partisi üyesi vardı. Pek de güzel bir dizi oldu. Yücel, bir de “Bağrı Yanık Ömer’le Güzel Zeynep”i çekti. Ahmet Mekin çok eski arkadaşım, olağanüstü oynadı. Onun da devamını yazdım; “Ona Sevdiğimi Söyle”. Almanya’da yaşayan Türkleri ve namus konusundaki tutumlarını inceledim. O yedi yıl içinde ahlak anlayışı değişmiş, batı yontmuş, törpülemiş. Memduh Ün çekti, Özcan Deniz’in de ilk filmi.

Hem yönetmenlik hem senaryo yazarlığı yaptınız. Yönetmenliğe, yoğruldunuz da mı geldiniz?

A tabii… Osman Seden dâhil birçok yönetmene asistanlık yaptım. Ahmet Mekin, “Ben sana peştamal kuşandıracağım” derdi. Kalfalıktan sonra ustalığa peştamal kuşanmak var ya geleneksel olarak… Yani rejisör yapacak. Dediğini de yerine getirdi. Parayı batırmamak için (çünkü borç harç yapacağız filmi) sağlam konu arıyoruz. “Mike Hammer çekelim” dedik, bütün “Mike Hammer”ları ya çevirmiş ya yazmış Kemal Tahir. Kemal Tahir’e gittik. “Abi paramız yok ama bunu yapmak istiyoruz” dedik. “Yap yeğenim” dedi, “para mara istemez”. Mike Hammer filmi yaptık, para kazandık bayağı. Sonra vurdulu kırdılı film isteği geldi. Ben hep vurdulu kırdılı filmler yaptım.

“Abdi İpekçi’nin siparişiyle çocuk yazarı oldum”

Çok yönlülüğünüz içinde bir de çocuk yazarlığınız var.

Torunlarım için yazdığımdan çok öncesine dayanıyor bu. Milliyet Yayınları’nı kurduk. Başına geçip yönetmeye başladığımızda Abdi İpekçi dedi ki; “Ya çocuklar için de bir şeyler yap Tarık!”

Sipariş üzerine mi gelişti?

Evet. Sipariş dediniz ama kaliteden ödün vermeyen, siparişi dört dörtlük yerine getiren bir adamımız vardı: Fazıl Hüsnü Dağlarca. Ben ona dedim ki, “Çocuklar için şiirler yazar mısın?” “Ne olacak?” dedi. “Kitap yapacağım” dedim. İki ay sonra çağırdı, gittim; harika çocuk şiirleri… Bir yazar arkadaşımıza masal sipariş ettim. Gitti gelmez, oldu almaz. Programa da almışız. Ben oturup yazdım. “Deve Tellal, Pire Berber İken”, aşağı yukarı 36 baskı yaptı. Hâlâ yapıyor. Yani benim çocuk yazarlığım hasbelkader.

Her yazarın baskın olduğu türler vardır ya, sizin için hikâyecilik…

Çocuk yazarlığı, göz ardı edilmemesi gereken bir edebiyat türü. Hiçbirimiz, ben de dâhil, anlı şanlı çocuk edebiyatının ünlü imzaları, hiçbirimiz çocuk edebiyatının ne olduğunu bilmiyoruz. Kahramanı çocuk da… Başından birtakım şeyler geçerse zannediyoruz ki çocuk romanı yazdık. Bence değil. En fazla titizlenilmesi gereken dal. Çocuğun belli bir kelime dağarcığı var. Ondan dışarı çıkarsanız itici geliyor, anlattığınız her şey.

Sizin eserlerinizde İzmir sanki bir kahraman, başkahraman gibi…

Ne güzel kahraman ama! Kahramanın kanlı canlı tutulmasının bir tek nedeni var; eski İzmir hâlâ sağ. Ama eski Karşıyaka, Bayraklı, Bornova yok. Kimliği ve kişiliği son derece belirgin ve güçlü bir kent, İzmir. Lahmacunun en az olduğu kenttir. Kendine özgü yiyecek kültürü var. Ama biraz tembeldir, biraz uzaktan bakar. Annemin deyimiyle söyleyeyim; biraz güredir. Ama buna rağmen Eşrefpaşa yokuşundan sağa sola; Topaltı’na, Namazgah’a, Tilkilik’e, Agora’nın olduğu yerlere gittiğinizde görürsünüz; eski İzmir hâlâ yaşıyor. O kent ayakta duruyorsa anılar da ayakta duruyor. Her gelişimde eski mahalleme giderim, Alireis Mahallesi’ne. Aval aval da bakarım. Oradan bir profesör çıktı. Sinema tarihinin ilk profesörü, Alim Şerif Onaran. Ağabeyim şair A. Faruk Kakınç. Hadi ben de çıktım, diyelim. Şair Mustafa Şerif Onaran… İsmet Pirinççi belediye başkan yardımcısıydı. Bir de anıt bir adamımız vardı, Şerif kardeşlerin babası, kunduracı Şerif Usta. Evler, sokaklar kalmış, her şeye rağmen. İnsanlar gitmiş. Daha doğrusu insanlar yer değiştirmişler. Doğulular gelmişler ve zapt etmişler.

Eski İzmir’in bütün gelenekleri yaşıyor. Kapı önünde oturuyorlar. Güneydoğu’dan ve Doğu’dan gelmiş olmalarına rağmen. Şehir o kadar kişilikli ki sizin kültürünüzü reddederken kendi kültürünü empoze edebiliyor.

Son zamanlarda neyle meşgulsünüz? Yeni bir kitap var mı?

Elimde iki düzyazı kitabı var. Biri, “Dünya Düzdür”. Öbürü de, “Atım Kaçtı, Ben Vuruldum”. Kitap Fuarı’na yetiştiriyorlar. Bir ekimde var Dolmabahçe’deki fuar, bir de ünlü TÜYAP Fuarı var.

*Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okulu

Duygu Özsüphandağ Yaymanedebiyathaber.net (27 Ekim 2015)

Yorum yapın