Lale Tara: “Duygularım, düşüncelerim, alışkanlıklarım, saçım, başım, giysilerimle 70’li yılları sık sık ziyaret ediyorum.”

Mayıs 14, 2019

Lale Tara: “Duygularım, düşüncelerim, alışkanlıklarım, saçım, başım, giysilerimle 70’li yılları sık sık ziyaret ediyorum.”

Söyleşi: Serkan Parlak

Fotoğraf sanatçısı Lale Tara’nın aşk, sanat ve kentlerle bütünleşen 70’li yıllar atmosferinde; genç bir kadının kendini var etme serüvenini incelikle kurguladığı ilk novellası “Yağlıboya Babaanne” geçtiğimiz günlerde Oğlak Yayınları tarafından yayımlandı. Yazarla ilk novellasının ortaya çıkış süreci, sanat ve 70’ler üzerine söyleştik.

Köklü bir aileden geliyorsunuz. Büyükbabanız Mithat Cemal Kuntay. Geçmişe dönüp baktığınızda edebiyatla nasıl bir ilişkiniz oldu?

Mithat Cemal Kuntay’ın torunu olarak edebiyat dünyasının içine doğduğum için çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Torun olmanın verdiği gururla taşıdığım sorumluluğun farkındayım. Hem büyükbabam Mithat Cemal Kuntay Beyefendi hem de babaannem Naile Kuntay Hanımefendi’nin çok ufak yaşlarda edebiyat ve sanatla kurduğum ilişkinin oluşmasında katkıları yadsınamaz. Ben dünyaya geldiğimde her ikisi de rahmetli olmuşlardı. Ama onlardan geriye kalan her şey hayal dünyamda uçsuz bucaksız yolculuklara çıkmama vesile oldu. Onlara layık olmaya çalışıyorum. Annem Hale Kuntay gelin geldiği ‘Kuntay’ ailesinden ayrıldıktan sonra da ailemizin soyadını iftaharla ve severek taşımaya devam etti. Almanca ve İngilizce’den çeviriler yaparak sayısız kitap ve tiyatro eserini dilimize kazandırdı. Çok çalışkandı, ona daktilosunun tuşlarından çıkan sesler eşlik ederdi. Çocukluğum ve gençliğimde evimiz annemin içinde olduğu kültür ve sanat çevrelerinin sevilen sayılan pek değerli simalarıyla dolup taşardı. Büyürken bana sanat ve edebiyatla iç içe bir gençlik yaşatan aynı zamanda en yakın arkadaşım, akıl hocam, rol modelim olan canım anneme minettarım, onu çok özlüyorum.

Sizi fotoğraf sanatçısı olarak tanıyoruz. Fotoğraf-novella ilişkisi üzerine neler söylemek istersiniz?

Fotoğraf çalışmalarım sahnelenmiş, kurgulanmış fotoğraf kategorisine giren görsel öyküler. Gerçek olaylar değiller, bir fotoğraf yaratmak amacıyla kurgulanmış sahneler. Novellayı oluşturan yazılı metinlerde paylaştığım anlatılar kısmen düşsel, yer yer kuvvetini yaşanmışlıklardan alan, hayale bürünmüş sözsel öyküler. Sanat ve edebiyatın buluştuğu, birbirine göz kırpan hatta birbirini tamamlayan görsel ve sözsel anlatılarımın oluşum süreçleri birbirlerinden tamamen farklı.

Fotoğraf projelerinde anlatılan görsel öykünün oluşabilmesi için kafamda canlanan hikayenin kurgulanmasına yardımcı mekanlar, kostüm tasarımı, saç, makyaj, aksesuarlar, haftalarca süren araştırma ve hazırlık sürecinin ardından bir araya geldiklerinde kamera ekibi devreye giriyor ve çekimler başlıyor. En sonunda da yola çıkarken kurduğum hayalden görüntüler zincirine dönüşen görsel anlatı fotoğraf kağıdına basılarak paylaşıma hazır hale geliyor. A’dan Z’ye ekip işi. Yıllardır değişmeyen değerli bir ekiple ve onların sürekli yenilenen ekipmanlarıyla çalışıyorum. Aramızda oluşan görsel dil kurguladığım sahnelerin değerini oluşturuyor.

2010 yılında İstanbul Modern’in fotoğraf bölümünde sergilenen ‘Masum Suretler’ adlı proje için kurguladığım hayalin görselleşebilmesi için ekibimle beraber iki haftalık bir süreçte yedi bin beşyüz kilometre yol yaptık. Oysa sözsel anlatılar hayal dünyamda her gün her an tek başıma, yüksüz çıktığım kurmaca yolculuklar. Binlerce kilometreyi anında kat edip bir yerden ötekine hoplamanın, bir sahneden başka bir sahneye geçerken zamanı hızlandırıp yavaşlatmanın keyfi bambaşka. Hele yolun sonunda sizi bekleyen Oğlak Yayınları varsa…

Kurguladığım “alternatif gerçeklik” içinde oluşan sözsel ve görsel anlatıların birbirlerinden beslenerek yol almalarını heyecanla izliyorum.

Novellanızın kapağı nasıl tasarlandı, bir hikâyesi var mı?

Sorunuzun cevabını ‘Yağlıboya Babaanne’ versin. Sayfa 62.

“Gencecik bir kızken yaşadığı kalp kırıklığını bahane ederek, ülkenin doğusundan kalkıp batısına, bu araziye gelip “Kertenkele” adını verdiği oyuncak fabrikasını kurmuş. Zora düştüğünde kuyruğunu bırakıp kaçan, sonra yakaladığı ilk fırsatta yeniden kuyruk uzatan kertenkele, bu özelliği yüzünden çocukluğundan beri Yağlıboya Babaanne’nin en çok sevdiği hayvan olmuş.”

Kitap kapağı için yeşil oyuncak kertenkeleyle çekim yapmak istediğimi bilen prodüktör Deniz Kunkut geçtiğimiz sonbaharda birlikte çıktığımız İsviçre yolculuğu sırasında tam da istediğim yeşil oyuncak kertenkeleyi Bern’de bir oyuncakçıdan alıp bana hediye etti. Kitap kapak fotoğrafının çekimini Digioneplus stüdyolarında fotoğrafçı kimliğime bürünerek Ali İhsan Haykır ve ekibiyle gerçekleştirdim. Çekilen görselin renk ayarını date-ist laboratuvarında Uğur Tokmak ile yaptık. Kapak tasarımını Oğlak Yayınları’dan Deniz Çorbacıoğlu yaptı. Sonuçta hayal ettiğim kapak gerçek oldu.

Peki kitabınızın adını nasıl belirlediniz, neden Yağlıboya Babaanne?

Gerçek yaşamda var olan bir sanat eserine verdiğim isim. O zamanki sevgilimin babaannesinin yağlıboya tablosu. Gördüğüm ilk andan itibaren ona ‘Yağlıboya Babaanne’ demeye başlamıştım. Geri kalan her şey hayallerimle birleşince öyküyü kurgularken çok keyifli bir süreci deneyimlemiş oldum. ‘Yağlıboya Babaanne’ nin yer değiştirdiğini duydum, artık koridorda asılıymış. Gidip yeniden görmem gerek.

Novellanız yedi bölümden oluşuyor. Her biri ayrı ayrı okunabileceği gibi aynı zamanda birbirini bütünleyen öyküler… Metninizi nasıl kurguladınız?

Yaşamımı da “Novella” gibi kurguladığımı fark ettim. Yedi öyküyü birbirine bağlayan veya ayrı ayrı okunmalarını sağlayan durum anlatıcı kadının duygu halleriyle ilintili.

Öyküler birbirini tamamlarken geçmiş-şimdi-gelecek de iç içe geçiyor. Anlatıcı genç kadının geçmişi koruma, kurtarma yollarından biri de bu, belleğindekileri söze dökmesi… Novellanın merkezinde yer alan genç kadın nasıl biri, bir kez de sizden dinleyelim?

İyi ki yaşıyoruz, iyi ki varız diyen bir ruh güzeli. Değiştirebileceği çok az şey olduğunun farkında. Kaybettikleriyle kazandıklarının arasındaki dengeyi korumaya çalışan, deneyimlediği olumlu şeylerin süresini uzatarak olumsuzlukları kısa tutma becerisini gösterebilen genç kadının kuvvetli bir belleği var. Yaşamın bütünüyle tek kişilik bir deneyim olduğunu düşünüyor.

Novellanızın temel meselesine genç bir kadının aşk, sanat ve kentler üzerinden benliğini oluşturma yolculuğu diyebilir miyiz?

Olabilir ve hatta bu çok uzun soluklu, hiç bitmeyecek gibi duran bir yolculuğun başlangıcı olabilir…

Arka fonda zaman olarak 70’ler akıp gidiyor. O yıllardan geriye kalan düşler ve tutkular mı gerçekten?

Evet ve hayır. Hayal ve gerçek el ele kol kola. Galiba hayal yüzdesi gerçekten daha yüksek!

Filmler, tablolar, heykeller, kıyafetler… 70’lerin kültürel atmosferi siz de ne gibi izler bıraktı?

Woodstock’tan dalga dalga yayılan müziğin yansımalarında geçen 70’li yıllar… Hair müzikali. Nilüfer ‘Dünya Dönüyor’ diye seslenirken Gilbert O’Sullivan, Clair’i tanıştırdı bizlere. Yaşamımdaki birçok ilkin bir arada veya peş peşe yaşandığı yıllardı. İlk aşk, ilk öpüşme, ilk ayrılık acısı, ilk konser, ilk uçak yolculuğu, ilk uzun tren yolculuğu, ilk müze ziyareti, ilk iş ve sonra hepsinin tekrarı… Duygularım, düşüncelerim, alışkanlıklarım, saçım, başım, giysilerimle 70’li yılları sık sık ziyaret ediyorum. O yıllarda oluşan dostlukları itinayla koruyorum. Şimdinin teknolojik imkânlarından da çok keyif aldığım için 70’lere geri dönerken yenilikleri de beraberimde götürüyorum.

Anlatıcı bir gezgin aynı zamanda… Bern, Zürih, Milano, Paris, İstanbul ve New York’a gidiyoruz. Sizin kentiniz hangisi?

Hepsinin bana verdiği ve benden aldığı hisler çok farklı. Bern ve Zürih melankolinin kol gezdiği şehirler… Çok değil, çok çok üzülürsem kısa sürede bu üzüntünün şehrin kalabalığına karışarak beni terk etmesi ümidiyle soluğu New York’ta alırım. Paris bana hep mesafeli davrandı, bundan da şikâyetçi değilim. Şüphesiz doğduğum büyüdüğüm, yaşamaya devam ettiğim, tutkuyla bağlı olduğum İstanbul’un yeri bambaşka! Benim kentim İstanbul!

Fotoğraf sanatçısı, edebiyatın tarafına ilk romanıyla yeni bir dünya getiren Lale Tara’nın bir günü nasıl geçer?

Evimin etrafında yürüme mesafesinde tercihlerimden oluşan bir üçgenin içinde yaşıyorum. Yıllardır edindiğim ve kopmak istemediğim alışkanlıklarıma son bir yıldır, öğleden sonra saat üç ile yedi arası yazdığım öyküler eklendi. Şu veya bu nedenden yazı yazdığım saatleri ertelemek zorunda kalırsam o günü atlayıp bir sonraki gün devam ediyorum. Her sabah aynı saatlerde aynı kafede çay içerek güne başlarken bir önceki gün yazdıklarımı gözden geçiriyorum. Çekim yaptığım günler dışında güneş battıktan sonra evden çıkmam. Geceleri mutlaka yeni metinler okurum. Yegane lüksüm yalnızlığımı ve düşlerimi koruyabilmem…

İlk romanınızın okuyucularda devamı gelecek beklentisi yarattığını düşünüyorum. Masanızda neler var, önümüzdeki günlerde sizden neler okuyabiliriz?

“Yağlıboya Babaanne” ile bana edebiyat dünyasının kapısını aralayan Senay Haznedaroğlu’na önümüzdeki ağustos ayının son haftasında yazmakta olduğum yeni novellayı teslim edeceğime dair söz verdim. Kitabın adını bir tek Senay’la paylaştığım için basılıp paylaşıma sunulana kadar gizemini korumasını istiyorum.

Yazar kimliğimle yaptığım ilk söyleşi için size ve Edebiyat Haber ekibine çok teşekkür ederim…

edebiyathaber.net (14 Mayıs 2019)

Yorum yapın