Keder gibi saklanmayan bazı şeylerin hikâyesi: Rıza Bıyık | Funda Dörtkaş

Temmuz 31, 2018

Keder gibi saklanmayan bazı şeylerin hikâyesi: Rıza Bıyık | Funda Dörtkaş

Kimsenin birbirini anlamadığı, zaten anlamak gibi, deneyimle ve duygulanımla beslenen bir çabasının olmadığı, karşısındakini suçladığı, nasıl öyle düşünürsün, neden böyle yaptın, hangi cüretle şöyle davrandın sorgulamalarıyla diğerini boğduğu günler. Ahenksiz. Uzun süredir hakikatimiz bu. İçinden geçip gidemediğimiz, kasvetinden uzaklaşamadığımız günlerin izini yoğun bir can sıkıntısı eşliğinde taşımaktan yoruldukça, hatırlamak istediklerimiz unuttuklarımızın ardında kefaretini ödüyor. Tuhaf biçimde, yakınmayla pişmanlık, imkânsızlıklarla nedenler arasında sıkışıp kaldığımız için mi bilinmez, hayatla uzlaşmaya pek yanaşmayan uyumsuzluğumuzun sonuçları hakkında düşünecek kadar bile zaman ayırmıyoruz kendimize. En çok kendimizi heba ediyoruz bundan sebep. Kalabalık. Her yer, her ân, her insan. Harcıâlem hayata yakıştıracağımız bir tanım bulamayalı epey zaman oldu çoğumuz için. Kendimize ait bir defter verilse elimize şu an, “seni” anlat deseler, “beni” anlatacak cümleyi defterle buluşturacak harflerin talihsizliği, henüz hangi dilin içinde var olup olmadığını bilmeyişimizden. Boş vermişlik desek değil. Önemsememek desek öyle de değil. Çaresizlik, o da tam karşılamıyor bu örselenmiş ve kırılgan hali. Buyurgan ve nezaketsiz kaygıların en nihayetinde varacağı sonucu şimdilik öngöremediğimizden, kederin alınganlığıyla giderek yalnızlaştığımızı söylemek mümkün sanırım.

“…Bazı şeyler değişmiyor galiba. İnsan ancak isterse. Yani diyeceksin ki şu benim kötü  huyum, bu tarafımı törpülemem gerekli… İnsanın kendisini değiştirmek için çaba harcaması gerek. Bunu kaç kişi yapabilir? Bence herkes yapamaz.

 Öyle mi?

 Evet.”

Betül Tarıman’ın Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan öykü kitabı Rıza Bıyık, “her şey böyle oysa” denen gerçeklerin kapısının eşiğinde, tam da fazlasıyla yalnızlaştığımız bugünlerde elinde bir defter tutuyor. Bana, size, bize ait bir defter; kalabalık içinde, kimse birbirini anlamazken, bizi bize anımsatmaya çalışan… İnsan hayatının küçük sokaklarındaki köşe başlarında geçmişi hatırlatan kitap, geçmişin tortusunda kaldıkça anlamıyla ağırlaşan yüklerden, önce “kendini” affederek kurtulmanın çarelerini arıyor, aratıyor. Hayatın hüzün ve incinmişlikle ödüllendirdiği yazgıya, yaşanmışlıklara, düş kırıklıklarına cesaretle karşı duramayan ya da sesini çıkarmak istedikçe sözü, ruhundaki boşlukta yankılanan insanları anlatıyor Rıza Bıyık. Değersiz hissedenlerin, o boşluğun kâh merkezindeki kâh kenarındaki varlığını görünür kılıyor. Hayata ödünç verdiklerinin hesabını soramayanların, değişmeyi kabullenemeyenlerin, bir ayağı kırık sandalyede oturur gibi hissedenlerin, aşktan korkanların, sevişmesiz tenlerini oradan oraya dolaştıranların, bedeni acıyla örselenenlerin sokaklarda, şehirlerde, evlerde, odalarda, duvar diplerinde, koridorlarda, pencere kenarlarında, kapı aralığında, sıktıkları dişlerinin arasında, kapattıkları gözlerinde, eti sertleştiren tuzun kokusunda, uykuya kapanan yorganın ağırlığının altında yaşadıklarını gösteriyor.

“Bazı şeyler keder gibi saklanmıyor” diyen Madam Marika’nın sitemiyle başlayan Rıza Bıyık, iki bölümden oluşuyor. Tıpkı hayatın eril ve zalim diline olağanmış gibi uyum sağlayışımızı işaretleyen adıyla kitap, iki bölümündeki öykülerle geçmişe dönmekle şimdiye varmak arasındaki uzun yürüyüşü tanımlıyor. Gölgeler, adından da anlaşılacağı gibi geçmişi yakınlaştırdıkça büyüten, unutturmayan ve izlerini kaybettirmeyen öykülerle ilerliyor. Yas Evinde bölümüyse, canı yananların, kendisine reva görülenlere ses çıkarmak istedikçe susturulanların, incitilen kadınların, hoyrat erkeklerin, suyun ve karanın birleştiği yerde hayatı yeniden başlatmaya çalışanların, ağızları birbirine karışarak konuşanların öyküleriyle tamamlanıyor. Gölgelerin geçmişi, Yas Evinde’nin şu ânıyla önce sırlanıp sonra çözülüyor. Birbirimize seslendiğimiz gürültülü ve büyük harflerin aksine her bir öykü, yakınlaştıkça duyulacak kısık bir sesle başlıyor.

Kuytuda, kalabalık sokaklarda, çöp yığınlarında kalanları suretlerde saklananlarla yüzleştiren Rıza Bıyık, gündelik hayatın dilini de dönüştürüyor. Öykülerin tamamlanmaması (ki yazarın isteyerek tercih ettiği düşünülebilir) bu dönüşen dili okurun devam ettirmesini sağlıyor. Öykülerin sonunda, kitabın kendisine uzattığı deftere ne yazacağına okurun karar vermesini istiyor Betül Tarıman. Böylelikle hem anlatısını hem anlatısını çevreleyen dili, sınırlandırıcı niteliklerden ve zorunluluklardan uzaklaştırıyor. Zamanın ve mekânın temsilini anımsayışlarla biçimlendiriyor*: Bu anımsayış geçmişin imgelerine sahip. Olayların insan zihninde bıraktığı iz, yaşanmışla yaşanacak olana bir neden yüklüyor. Geçmiş zamanın yazgısıyla kavranan anımsayış, şimdiyi ise gelecek olanın yazgısıyla beraber bekleyişe dönüştürüyor. Betül Tarıman, bu diyalektiği -hayatın döngüsüne atıfla- şehirler, ülkeler, yazarlar, yönetmenler, filmler, müzikler, isimler, konuşmalar arasında sürekli yürüyerek, dolaşarak, giderek ve dönerek tamamlıyor. Tekrarlanan kelimeler, cümleler ve seslenmeler iki farklı uzamın –oluş ve boşluk- yüzeyinde öykü karakterlerinin sözünü yankılatıyor. Rıza Bıyık, öykülerindeki iç sesle düşünürken sadece karakterlerinin değil okurun da bilinç akışına odaklanıyor. Söylen(e)meyenler öykülerdeki farklı nesneler aracılığıyla söze dönüşüyor: Heykeller, krepon kâğıtları, fotoğraflar, aynalar, danteller, çarşaflar… Anlatının zamanı, geçmişi ve şimdiyi nesnelerle de bütünleştiriyor. Nesneler, anlatının gereksinimini karşılayacak şekilde birer varlık-mekâna evriliyor.

Dilin ve imgelerin hareketli yapısını her öyküde farklılaştıran Betül Tarıman, karakterlerinin ruhsal ve bedensel dönüşümlerini cümlelerindeki yinelemelerle belirginleştiriyor. Yazarın aynı zamanda şair olmasının, öykülerdeki şiirselliği, cümle yapısını (kimi cümleler kurallı bir yapıdayken kimi cümleler yapısı kırılarak parçalı biçime dönüştürülüyor), harflerin kullanımını (başlangıç veya bitiş gözetmeksizin büyük/küçük harf kullanımındaki farklılıklar) ve imgelerin dizilimini etkilediğini söyleyebilirim. Dolayısıyla tıpkı Deleuze ve Guattari’nin dilin kaçış çizgileri** olarak belirttikleri sessizlik, kesintisizlik ve bitimsizlik Betül Tarıman’ın öykülerinde sıklıkla kullanılıyor. Öte yandan anlam ve ses yine Deleuze’ün çokluk, fark, yineleme kavramlaştırmasını hatırlatacak biçimde, öykülerde yazardan bağımsız olarak, öykü karakterlerinin anlatıcı seslerinde bir oluş haline dönüşüyor.

Rıza Bıyık, hayatları boyunca ilhamını zamanın gereklerinden, beklentilerinden alan, çoğunlukla kendinden yoksun, varlığından kederli, hayatı kabullenirken dalgın, yaşarken hüzünlü insanların öykülerini ruhun ve bedenin inkâr ettikleriyle anlatıyor. Bazen yıllar sonra dile gelip itiraf edilenleri bazen yıllar boyu sır olup saklananları hayatın çürüyen taraflarına ve ikircikli yanlarına ekliyor. Henüz bitmemiş, son noktası konulmamış öykülerin okuru karşıladığı deneysel uzam, gitmek arzusunda olup da gidememeyi kedere yoranların sesini taşıyor.

“Her gün gözlerini çıkarıp masaya koyuyorlar, ellerini etajerin üzerine bırakıyor, ayaklarını kapıda, kendilerini sokakta buluyorlar idi efendim. Bunların hiç mi ağaçları, hiç mi kuşları görmeye hevesleri, merakları yoktu. Ben yıllarca bunu düşündüm: değişmeyi kabullenmeyen insanları.”

* Ricoeur, Paul. (2016), “Zaman ve Anlatı 1”, Çev: Mehmet Rifat-Sema Rifat, Syf. 38-40, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları.

** Deleuze, Gilles-Guattari, Felix. (2001), “Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin”, Çev: Özgür Uçkan-Işık Ergüder, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları.

Funda Dörtkaş – edebiyathaber.net (31 Temmuz 2018)

Yorum yapın