Kaçışlarımız, sığınaklarımız | Feridun Andaç

Şubat 11, 2014

Kaçışlarımız, sığınaklarımız | Feridun Andaç

feridun andac 10.tifRüyalarımız

Rüya bir kaçış, sığınıştır. Psikanalistler çoğunlukla böyle açıklarlar. Calderon ise; “hayat bir rüyadır” demektedir. Daha büyük bir rüya mı demek istemektedir, acaba? Bir yanılsama… İllüzyon… Biz, ancak, onu ölüm karşısında tanımlayabiliyoruz.

Oysa, tanımsız hayat yaşanmaya değerdir. Nerede, ne zaman, nasıl sonlanacağını bilmemek işte o illüzyonun en iyi yanı.

Sayrılar evinden çıkıp evinde dinlenmeye çekilen dayımı ziyaret ettiğimde, neşter yaralarının sızısı dinmemişti. Dile getiremese de, ölüme benzer bir bakış vardı gözlerinde.

Kapıyı zorlukla açan İğdebeli Hoca, sayrılık yatağına dönüp yorganına sarındığında soğuk terler dökmeye başlamıştı. Ellerini tuttuğumda bedenim ürpermişti; o çizgi çizen, renkleri bezeyen parmakların ruhu yitmişti. Son bir fısıltı gibi gelen sesine döndüm: “Ölüyor muyum acaba!?”

Dönüp geldiğimde, dayımın yitiminin ardından amcamın oğlunun da o rüya alemine göçtüğünün haberini vermişlerdi.

Annem, “öteki dünya” demekte ısrarlıydı.

Gene de, o acılı günde, tutup ona bir önceki günkü rüyamı anlattım. Çocukluğumdan beri inandırmıştım kendimi onun iyi bir rüya yorumcusu olduğuna.

Önüne açtığı haftalık dergide her zaman önce fal yorumlarını okuduğunu dillendiren dostumun; “insan gene de bir şeye inanmak istiyor,” demesini unutmuyorum.

İnanarak yaşamak… Bizi korkularımızdan ne kadar arındırır bilemem! Ama hayatı kavradığımız ilk andan itibaren bize yüklenen korkuların neredeyse teniminiz altında ikinci bir ben gibi bizi sarmaladığını söyleyebilirim. Bundan arınmak için hayata tutunma yolunu şöyle formüle etmeyi uygun bulmuşumdur hep, şu düşünceyi yineleyerek: sanat, hayatı ölüme karşı savunma biçimidir.

Peki, rüya bunun neresindedir derseniz; buna öyle kesinlikler içeren bir yanıt veremem! Çünkü, rüyayı bir bekleyiş/beklenti olarak görenlerden değilimdir. Yaşanan ânın etkileri/izleridir rüya. Bir yanıyla şunu da söyleyebilirim; hiçbir zaman gerçekleşmeyecek olandır aynı zamanda. Oradaki kuyuya (havuz da denebilir ya da mağara) taşıyabildiklerimiz farkında olmadıklarımızdır aslında.

bscap0050
“Yağmurdan Önce” filminden bir kare, Milčo Mančevski (1994)

Nerede, nasıl başladığının farkında olmayız; ancak yaşattığı karabasanları hissederiz o karanlık/ıssız boşlukta. Bu, bize dokunduğu, canımızı sarsaladığı ânda da uyanırız. Karabasanımız asıl bundan sonra başlar, farkında olmayız da bunun çoğunlukla.

Aynılaşmadan Yaşamak

Benzerimizi aramıyoruz. Uyumun ve ortak dilin peşindeyizdir çoğunlukla. Çağın yarattığı, günümüze taşıdığı yeni ilişkiler aracılığıyla ânı, zamanı paylaşmak; birbirimize iyi gelebilecek insan’ın arayışında olduğumuzu söyleyebilirim.

Teknolojinin köleliğindense, onun sağladıklarıyla birbirimize erişebilmek bir yol. Ama her şey değil. Çünkü, bir ruh hapishanesi yaratmak da köleleştirir insanı. Ötesi vasatlık iklimi. Ki, çekip alır sizi hemen içine.

Ve her dönüşme hali, hayatınızı çözümsüz kılar aslında.

Evet, tek bir pencereden içeriye bakmak sıkıcı. Dışta olmak yaşamın nabzını hissetmektir. Görmektir, yol aldığını hissetmektir.

Yas evinin önündeki kalabalığa bakıyordum. Erkekler kargalar gibi bir orda bir buradaydılar. Ettikleri sözler de öyle. Başımı kaldırıp apartmanın balkonlarına baktım. Kadınlar dallara tünemiş yalnız sığırcıkları andırıyorlardı. Yas cıvıltıları vardı aralarında. İçli, derindi bakışları. Bir de pencerelere suretleri yansıyanlar vardı ki; hayatın asıl ürküntüsü sanki oradaydı. Gidene el sallama cesaretleri bile yoktu. Onlar için hayat iki ayrı ırmakta akıyordu.

Neden Bu Bağlanış?

Yas evlerinden dönünce, masamda yarım bıraktığım kitaplara döndüm: İslâm’la Bir Yaşam (Nasr Hamid Ebu Zeyd), İslâm’ın Hastalığı (Abdelwahab Meddeb), Muhafazakârlık (Philippe Beneton). Doğu yolcuğumdan dönünce, gördüklerim alabora etmişti beni. Giderek daha çok muhafazakârlaşıyoruz. Toplumun birçok kesiminde bir bırakılmışlık, güvensizlik duygusu egemen. Bu da, giderek, ardından hiçleşmeyi; umarsızlığı getirdiği gibi, geleneksel yaşama biçimlerinin kopup parçalanmasına dayanamama durumları da kapanıp gettolaşma vari alanlarda yaşamayı kaçınılmaz kılıyor. Eriyip yok olan orta sınıfın Anadolu genelindeki çözülme hali ise bu durumu körükleyen başka bir gerçeklik.

iffet_duygularindan_arindirilmis_siyaset_ve_toplum_h15098Gezi sonrası akrabalarımın yas evlerinde gözlediklerim de 1960’ların Türkiyesi’nin modernleşme eğilimini öylesine çabuk terk ettiğimizi çıkarıyordu karşıma. Yoksullaşan, sınıfsızlaşan halk dini bir bağlanma (inanç biçimi değil, ya da dindar olma istemi), aidiyetini orada arama biçimi olarak alıp kümeleşen birtakım cemaatlerde veya gruplarda kendini ifade etme yolu olarak görüyor. Ekonomik çöküntü, toplumsal arenada var edilemeyen sosyalleşme mecraları (ki, bunun içinde sokak kültürünün, mahalle kavramının yerle bir edilmesi de vardır) insanları kendi başlarına bırakarak sürüklenişlerinin yönsüzlüğünde giderek tutuculuğa, var olanı muhafaza etmeye yönelttiğini gözlüyoruz.

Doğrusu, Mısırlı İslambilimci entelektüel Ebu Zeyd’in kendi öyküsünü, dolayısıyla Mısır’ın yakın tarihinin seyrini okurken sıklıkla kendi ülkemizin gerçekliğine döndüm.  Tıpkı orada olduğu gibi, bizde de, “yaygın bir dinsellik kendisini dolaşıma sokma eğilimindedir.”

Parçalanan, çözülen hayatlarımızın bizleri sürüklediği açmazlar/umarsızlıklardır aslında bir yere/bir şeye tutunma ihtiyacını doğuran.

Bir toplumda “inanç” başka şeydir, “dindarlık”/”sofuluk”/”muhafazakârlaşma” başka şey.

Moderniteyi yakalayamamış, kendi modern çağını yaratamamış toplum hep taşır bir şeyleri bir yerlerden. Bir tür “kargo ulus”tur bunlar. Kendinde olmayanların ardındadır sürekli. Ekonomilerinin büyük bir bölümü buralara akar. Üretmeden tüketmeye dönüktür her şey. Bu da, bir süre sonra, bir tür, “zihinsel kramp”lar yaratır. Bir zihnin bulanması serüveni de işte bu süreçte başlar.

Gene yas evinden çıkıp uğurlama yerine, camiye gittik. İğretilik/bırakılmışlık burada da vardı. Eşikte, Cuma fetvasına kulak verdim. Korku yağıyordu her sözcükte. İnsanı tedirgin eden şeyler üfleniyordu adeta kulaklara. Ve insanlar,  bilmedikleri dilde söylenenlere inanmış gibi yapıyordular. Çünkü anlamıyorlardı söylenenleri, ama iç geçirerek, huşu içinde belki, dinlemiş/anlamış gibi yapıyorlardı. Bu nasıl bir “öteki”leşmeydi? O mabede adım atınca başlıyordu aynılaşma, çıkınca başkalaşıma uğruyordu herkes.

Kılınan cenaze namazı da bir geçiştirmeydi adeta. Oysa, insan, sevdiği birinin yitimini böyle mi uğurlardı? Ona son veda böylesi iğretilikle mi yapılmalıydı? Gömütlüğe varınca, değişmeyen iğretilik ve bırakılmışlık orada sürüyordu. Kutsayıcı, özen gösterici hiçbir ritüel yoktu.

Ebu Zeyd’in sorguladığı hayat tarzı inananların inancı değil, bu yapma/uygulama, bilme/öğrenme, kudsiyetin ritüellerini yaşadığı çağın koşullarına göre modernize etme…Dini bağnazların elinden kurtarma çabasıydı onunkisi. Ortaçağ engizisyonunu baş eğmemek için sevdiği yurdunu terk etmek zorunda kalıyordu sonunda…

Çözülen Ne Peki?

Suyun yüzeyine bakıyoruz yalnızca. “Sahihlik” duygusunun çok ötesindeyiz. Yabanlık asıl burada/n başlıyor.

Toplumsal bağlılıklarımızı sağlayan aidiyetimizi  tanımlayıp kökenlerimizi geçmişten şimdiye taşıyan ne varsa inkarımızda ya da unutuşumuzda. Geleceği kurmak gibi bir derdimiz yok üstelik.

“Meskene bağlılık” bir yer/barınak, mülkiyet tutkusu gerekliliğidir olsa olsa.

Oysa yaşam bir yer, coğrafya, ülke, tarih, kültüre bağlılıktır asıl aidiyetimizi  ve zorunluluklarımızı belirleyen.

Bu bilinç aşısının çok uzağına düştüğümüz kesin.

Modern bir çağda yeni zihin kuşatması yaşıyoruz. Bir tür kendi aidiyetlerimize göre kabileler yaratıyoruz. Orada üretileni genel kılma ya da görme huyumuz var.

Yazılan kitap, çekilen film, yapılan müzik, çizilen resim, sahnelenen oyun  o kabilecilik anlayışının yansımaları olarak çıkıyor karşımıza çoğunlukla.

Sanatın bütün disiplinlerinde yereli, bölgeseli oluşturamadığımızdan ulusallıktan evrensele gidilebilen yolun söylemini kuramıyoruz.

Bilme, öğrenme merakını çıkarıyoruz çoğunlukla hayatımızdan. Karşımıza çıkan her “yeni”de başka bir “ben”e bürünüyoruz. İlkesizlik, köksüzlük böylece kendine mecralar yaratıyor.

Çokseslilikten uzağız. Aynılaşma derdindeyiz. Oysa, melez güzeldir, renklidir, çeşitliliktir, yaratıcılıktır. Bırakın, bir toplumda elbette farklı sesler/renkler olacaktır. Bu dayatma niye? Bu fikir zaptiyeliği, bu faşizan eda neden?

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (11 Şubat 2014)      

Yorum yapın