Julian Barnes’ın “Oklukirpi” ve “Zamanın Gürültüsü” romanlarında hukuk ve ironi | Zekiye Antakyalıoğlu

Ekim 18, 2019

Julian Barnes’ın “Oklukirpi” ve “Zamanın Gürültüsü” romanlarında hukuk ve ironi | Zekiye Antakyalıoğlu

“Gerçekleri konuşmak olanaksızlaştığında –çünkü anında ölüme götürüyordu-konuşmanın başka bir kılığa bürünmesi gerekiyordu” (Zamanın Gürültüsü)

“Ne var ki, tam adalet, salt intikamdan ne dereceye kadar ayırt edilebilirdi?” (Oklukirpi)

***

Çağdaş İngiliz roman yazarı Julian Barnes, yaşamın kurgusallığı karşısında en büyük avuntuyu kurguda/edebiyatta bulduğumuz ironisini tüm romanlarının merkezinde tutar. “Dostoyevski’nin bütün romanlarının adı Suç ve Ceza olabilirdi (tıpkı Flaubert’in tüm romanlarının, özellikle Madam Bovary’nin adının Duygusal Eğitim olabileceği gibi).” (2018, 75) diyen ve kendi yazdığı romanları Kayıp Zamanların İzinde ana başlığında, tek konu etrafında toplamış olan Marcel Proust gibi düşünürsek, son yazdığı romanın adı Tek Hikâye (The Only Story, 2018) olan Julian Barnes’ın tüm romanlarının da tek konusu olduğu genellemesini yapmak mümkündür: ironi.

Barnes romanında ironi hem araçtır hem de amaç, hem biçimdir hem de içerik. Barnes ironiyi sadece düz anlamıyla, yani “bir şey söyleme ama başka bir şey kastetme” olarak ele almaz. Barnes’ta ironi, kıvrak zekâ, ince espri, mizah, ima, şans, tesadüf ve belirsizliğin tamamını içerir. Bu ironi dalga etmez, acı alay/kinaye içermez, laf sokma veya dokundurma yapma amacı gütmez. Alçak gönüllü, anlayışlı ve samimi biçimlerde duyumsanır. Yaşamın kurgusallığı, kurgu ve gerçek kavramları, Julian Barnes romanlarında bellek, zaman, biyografi, yas, sadakat, tarih, adalet gibi konular üzerinden tekrar tekrar ve çok çeşitlilik içeren biçimlerde ele alınır. Kurguyla gerçeğin birbirinden ayrılmadığı ve bu kavram birliğinin yaşamın ironisi olduğu konusu üzerinde durulur.

Barnes, yaşamı genel ve özel bağlamlarda, biyografik, otobiyografik anlatılarla yoğurarak incelemiş bir yazardır. Tüm romanları geçmişle ve genel olarak yaşamla ilgili doğru/gerçek sayılan bilgilerin, asla metinlere sığdırılamayan, gösterenlerinden hep kaçan göstergelerden oluştuğu üzerinedir. Barnes romanları, metne sığdırılamayan şeyler üzerinedir. Bu şeyler ancak ironi düzleminde kavranabilir, dille ama dilin ötesinde, romanla ama romanın sonrasında. İroni, anlatıya direnen, hissedilen, ima edilen, derinde olandır. Barnes’ın “tek hikayesi” budur. Aşk Vesaire romanının başlığındaki gibi bir “vesaire” üzerinedir Barnes romanları, “vesaire” ironinin saklı olduğu, dile gelmeyen alandır.

Oklukirpi ve Zamanın Gürültüsü’nde ironi, hukukun kurgusallığı ve baskıcı rejimlerde işleyiş biçimi, birey ve toplum açısından incelenirken doğar. Her iki eserde tarihe, hukuk/birey ilişkisine tanıklık eden hikâyeler anlatılır, ancak asıl konu “vesairedir.” Kayıtlara asla geçemeyecek olan bu “vesaire” ancak edebiyatla ortaya konulabilir.

Genellikle postmodern metinler yazan Barnes, 25 yıl arayla kaleme aldığı bu iki romanında postmodern anlatı tekniklerinden uzak, gerçekçi roman yazımına yakın bir anlatı biçimi benimsemiştir. Her iki romanda (Stalin, Kruşçev, Gorbaçov, Çavuşesku gibi) gerçek kişilerin ismi geçer ve bağlamı, dönemin demir perde ülkeleri oluşturur.

Oklukirpi (1992) ve Zamanın Gürültüsü (2016) hukuk temasına baskıcı, totaliter, komünist ideoloji ve yönetim biçimleri üzerinden yaklaşır ve bu rejimlerin hukuka neler yaptığını, bireyi neye dönüştürdüğünü mercek altına alır. Hukuk hiçbir zaman sadece adaletle ilgili olmamıştır. Hukuk en saf haliyle bile aynı zamanda kurguyla, mantıkla, yorumla ve kelimelerle ilgili olmuştur.  Hukukun kelimelerle ve yorumla ilişkisi, yani metinselliği, onu kurguya ve dolayısıyla edebiyata bağlar.

Oklukirpi, konusunu Bulgaristan’da gerçekten yaşanmış olan bir dava sürecinden alır. Barnes, Oklukirpi’yi “Komünizm gibi, kendini her şeyin çaresi olarak gören bir rejimin kesinliği karşısında liberalizmin zayıf düşmesini konu eden politik bir roman” olarak tanımlamıştır (Guignery, 2006: 86).

Bulgaristan, 1949’da komünizmi benimsemiş ve komünist lider Todor Zhivkov (1911-1998) ülkeyi 1954’ten 1990 yılına kadar tek partili rejimle yönetmiştir. 1989 yılında Rusya’nın, Gorbaçov’un devrim niteliğindeki kararıyla, güdümlü ekonomiden serbest piyasa ekonomisine geçmesiyle birlikte birçok demir perde ülkesi gibi Bulgaristan da liberal demokrat sistemi benimsenmiş ve Zhivkov 1990’da istifaya zorlanmış, ardından da diktatörlüğü boyunca işlediği suçlar yüzünden tutuklanmıştır. O dönemde birçok devrik lider aynı süreçten geçmektedir ve aralarında sonu en ibretlik olanlardan biri Romanya eski başkanı Nikolai Çavuşesku’dur. Çavuşesku ve eşi, 1989 yılında askeri mahkemede 2 saat süren bir yargılama sonucu idama mahkûm edilmiş, kurşuna dizilmiş ve infazları televizyonlarda yayınlanmıştır. Mevkidaşı Çavuşesku gibi Zhivkov da tutuklanır. Tutuklandığında devrik bir lider olarak artık çok yaşlıdır. Kanser hastasıdır ve hastalığını dava sürecini sekteye uğratmak, kamu sempatisi kazanmak, ölmek üzere bir adam olarak merhamet uyandırabilmek ve cezasını hafifletebilmek için kullanır. Bu yüzden de pişman, korkmuş, zayıf bir görüntü sergiler.

O sıralarda Bulgaristan’a yolu düşen Julian Barnes bu süreçten çok etkilenir ve kendi kendine şu soruyu sorar: Ya Zhivkov zayıf yerine güçlü bir profille ortaya çıksa, merhamet dilenmek yerine cesurca yaptıklarının arkasında dursa ve hiçbir pişmanlık belirtisi göstermeseydi, ona yapılan bu suçlamalara oklukirpi gibi oklarını kabartarak karşı atakla cevap verseydi ne olurdu? Oklukirpi bu sorunun cevabı olarak yazılmıştır.

Romanda hikâyenin nerede geçtiği verilmez. Bir doğu bloku ülkesinde geçtiğini anlarız. Olaylar 1991 yılının Ocak ve Şubat aylarında görülen ve 45 gün süren yargılama sürecini ele alır. Yargılanan kişi ülkenin devrik lideri Stoyo Petkanov’dur. Onu yargılayıp ceza almasını sağlamak üzere görevli başsavcı ise Petro Solinsky’dir. Roman, bu iki kişiyi birbirinin alter-egosu gibi sunar. İsimlerinin baş harflerinin ters çevrilerek verilmesi ve birbirini çağrıştırması bundandır. Petkanov/Solinsky ikili karşıtlığı üzerinden komünizm/liberalizm, sağ/sol, totaliter rejim/demokrasi gibi siyasi, ideolojik ve ekonomik tartışmalar da merceğe alınır. Romanın görünür olan konusu, Petkanov ve Solinsky taraflarının temsil ettiği dünya görüşleri açısından dava sürecidir, yani hukukun ve siyasetin kendisidir. Savcı Solinsky, umut vadeden özgürlükçü ve eşitlikçi yenidünya düzeninin, geleceğin temsilcisidir. Petkanov ise geçmişin, yıkık komünist rejimin sözcüsüdür. Yargılama süreci televizyondan da naklen yayınlandığı için halkın büyük ilgisi vardır. Halk uzun yıllardır yaşadığı baskıların, komünist partinin uzun yıllardır işlediği insanlık suçlarının nihayet cezalandırılacağını görüp hak duygularını tatmin etmek ister. Sonunda Petkanov 33 yıl boyunca yaptığı zulümlerin cezasını çekecektir. Gün, adaletin tecelli edeceği gündür. Bu dava süreci Çavuşesku’ya yapılanın aksine tamamen sivil bir mahkemede geçer. Askeri mahkemenin oldubittiye getirerek zaten idam etmek istediği Çavuşesku’yu yargılama biçimi adil olmasa da halkın arzu ettiği kısasa kısas fikrini beslemiştir. Romanya’da Çavuşesku’nun kurşuna dizilmesi, saf adaletin intikam biçiminde tecelli etmesi gibi düşünülebilir. Ancak sivil mahkemede işler daha hakça yürümek zorundadır, daha medeni bir ülke olmak adına adil yargılama gerekliliği ülkenin benimsediği liberal demokrasinin bir gereğidir.  Devrik lider Petkanov bunu bildiği için mahkemenin ona sunduğu adil yargılama sürecini ve masumiyet karinesini yani “suçu kesinleşene kadar herkes masumdur” anlayışını kendi lehine çevirir. Petkanov hüküm sürdüğü yıllarda kimseye sunmadığı adil, şeffaf, tarafsız yargı süreci kendisine sunulduğunda başına talih kuşu konmuş olur.

Ancak Petkanov’u mahkum etmek isteyenler -özellikle savcılık makamı- için büyük bir sorun vardır. Bir siyasi lider 33 yıl boyunca ülkenin tüm kurumlarını ele geçirmiş, medyayı baskılayıp, anayasayı parti ideolojisine göre yeniden yazmış, asker, polis ve yargıyı kendi partisinin faydasına kullanmışsa işlemiş olabileceği suçların dökümünü yapmak çok zordur. İşlenen suç sayılamayacak kadar çok olunca hukukun işi zorlaşır. Bu suçlar detaylı bir liste haline getirilip yüksek sesle okunsa dahi kulağa inandırıcı gelmez, abartılmış hissi uyandırır. Halk, Petkanov’un muhalif gördüğü kişilerin (kendi kızı dâhil) ortadan kaldırılmasından, haksız yere sürgün veya hapsettiği onca kişiden, yaptığı onca hukuksuz eylemden, devlet kaynaklarını kendi menfaatine kullanmasından sonra hak ettiği cezalara çarptırılmasını bekler. Oysa aynı halk, onun baskıcı yönetimi boyunca ses çıkarmayarak, sindirme politikalarına korkuyla boyun eğerek Petkanov ve arkadaşlarının işlediği tüm suçlara ortak olmuştur. Ancak hukuk toplumları değil, kişileri yargılar. Ceza kişilere verilir. Bu yüzden şimdi, rüzgâr tersine döndüğünde halkın gözünde katil, yalancı, dolandırıcı, hırsız ve canavar bir figür olarak görünen Petkanov aynı zamanda bir günah keçisidir. Hiç kimse masum değildir. Rejim değiştiği anda eskiden “normal” sayılan şeyler “suç” sayılmaya başlanır. Bu açıdan bakıldığında davanın politik bir dava olduğu, liberalizmin komünizmi mahkûm etmek istediği gerçeği netleşir.

Bir kişiyi adil yargılayabilmek için hukukun sağlam delillerle temellendirilmiş makul şüphe oluşturan somut suçlar bulması, bunları belgelerle ispat edebilmesi gerekir. Petkanov diktatörlüğü boyunca işlediği hiçbir suçun delilini ortada bırakmayacak kadar akıllı bir adamdır. Herkes onun,  kimlerin ölümünden mesul olduğunu bilir ama tüm deliller karartılmış, evraklar ortadan kaldırılmış, şahitler susturulmuştur. Şahitlik edebilecek olan, o evrakları bizzat tahrip etmiş kişiler de, tesadüf bu ya, bellek kaybı yaşamaktadır. Başsavcı Solinsky elleri kirli bir diktatörü yargılayabilmek için temiz ellerle işe koyulmak zorundadır. Halka umut verebilmek ve geleceğin hukuk anlayışının adil olacağı mesajını verebilmek için örnek teşkil etmek zorundadır. İşte bu idealizm, Solinsky’nin elini kolunu bağlarken Petkanov’un elini güçlendirir. Romanın başından sonuna biz Petkanov’un korkusuzca başsavcı Solinsky’e kafa tutuşunu, onunla dalga geçişini, onunla kedinin fareyle oynadığı gibi oynadığını görürüz. Mahkeme günü gelip çattığında Solinsky evinden “oklukirpi eldivenlerini” giydiği söyleyerek ayrılır. Normalde sanığın savcıdan korkması gerekirken, savcı sanığın oklarına karşı korunma ihtiyacı duyar.

Her şeyin kesin cevabı ve her sorunun kesin çözümü olduğunu düşünen bir ideolojik sistem olarak deneyim kazanmış ve yıllarca hüküm sürmüş komünizm, hiçbir şeye net cevabı olmayan, göreceliğe boyun eğen toy liberalizmi küçümser. Petkanov gerçekleri ortaya çıkarma ve suçluyu cezalandırma hevesiyle hareket eden Solinsky ile dalga geçer. Ona göre Solinsky’nin başsavcılığını yaptığı bu mahkeme tarafsız değildir. Petkanov’un suçlu olacağına en başından hükmetmiş ideolojik bir mahkemedir. Petkanov dava sürecinin sonuna kadar kendine atfedilen suçları inkâr eder, bu davanın taraflı yapıldığını, delil ürettiğini söyler. Petkanov’a göre bu dava, kapitalist ülkelerin, dış güçlerin bir oyunudur ve aslında bu oyuna gelenler vatan hainidir. Petkanov ülkeyi yönettiği süre boyunca ne yaptıysa vatanı, milleti için yapmıştır. Ufak tefek kusurları olmuşsa da milletinin vicdanında affedileceğini bilmektedir. Mahkemede bu yüzden Solinsky’nin sorularına cevap bile vermez, bunun yerine televizyon yayını için gelen kameraya bakarak kendi monologlarını yapar, 33 yıllık muhteşem icraatlarını anlatır, mahkemeyi aşağılar. Kısaca, seyirciye oynar.

Gittikçe çaresizleşen Solinsky, Petkanov’u görevi kötüye kullanma ve evrakta sahtecilik suçlarından yargılamaya başlar. Delil niteliği taşıyan belgelerle Petkanov’a atfedilen bu suçlar ise o kadar komiktir ki bu suçlamalara Petkanov bile gülüp geçer. Halk, Petkanov’un çok daha ağır suçlar işlemiş, elini onlarca insanın kanına bulamış bir canavar olduğunu düşünür. Solinsky ise tüm bu suçların işlendiğini bilse de delil bulamamaktadır. Dişe dokunur bir delil bulamadığı için dava Petkanov lehine ilerlemeye, halk bu durumdan rahatsız olmaya, Solinsky’nin de stresi artmaya başlar. Halkın baskısı gittikçe artmakta, sabrı tükenmektedir. Halkın intikamını ancak kısasla, yani işlenen onca büyük suçun aynı büyüklükte bir ceza verilerek tatmin yaratacağını bilen Solinsky daha fazla küçük düşmemek için sahte belgeleri delil olarak göstererek Petkanov’u birçok kişinin ölümüne dolaylı sebebiyet vermekten mahkûm eder. Adaletin tecelli etmesi gereken mahkeme salonu bir tiyatro sahnesine dönüşür. Herkes ona biçilen rolü oynar ve dava sonuçlanır. Solinsky, Petkanov’un 33 yıllık diktatörlüğü boyunca kullandığı yöntemi aynen tatbik eder, Petkanov’u itham ettiği suçu bizzat kendisi işleyerek davayı sahte bir başarıyla sonuçlandırır. Petkanov, sadece, 7 yıl iç sürgün cezası alır.

Amaca giden her yol mubah mıdır?  Hukuk bu yolda kullanılabilecek bir koz mudur? Sık sık yoldaşı Çavuşesku’nun başına gelenleri düşünüp dertlenen Petkanov aslında şanslıdır çünkü sivil bir mahkemede yargılanmakta ve kendini savunma hakkı ona verilmektedir. Aldığı bu ceza elbette halkı tatmin edecek bir ceza değildir. Yaptığı her şey, göz göre göre yanına kar kalır. Öte yandan Solinsky yozlaşmış bir sisteme karşı gelen ve umut vadeden yeni sistemi kendi elleriyle yozlaştırmış, suçladığı kişinin suçunu bizzat işlemiş, hukuku kendi lehine eğip bükmüş bir kişi olarak başarı duygusundan ziyade benlik yıkımı yaşayan, kendine güvenini yitirmiş, ailesinin gözünden düşmüş bir kişi olur. Petkanov ona güler ve bu davadan kimin galip çıktığını sorar. Solinsky, Petkanov’a dönüşmüştür. Petkanov’un ruhu onu ölene kadar rahat bırakmayacaktır. Roman, kimin kimi mahkûm ettiğinin belli olmadığı ironisiyle biter.

Oklukirpi işlediği suçlar sayılamayacak kadar fazla olan bir liderle hesaplaşırken hukukun çaresiz kaldığını anlatır. Hukuk ideale göre şekillenip somut delillerle ve sağlam dayanaklarla, bağımsız ve tarafsızca işleyecek olursa bu, Petkanov gibilerin lehine bir durum olur. Çünkü Petkanov gibiler zaten tüm kurumlara baskı kurdukları için arkalarında aleyhlerinde kullanılabilecek bir belge bırakmazlar. Ancak sırf böyle bir liderle intikam duygularıyla hesaplaşmak için Çavuşesku gibi onu göstermelik bir mahkemede mahkûm edip kurşuna dizmek de yirminci yüzyılın medeniyet anlayışıyla uyuşmaz. Roman adil yargılamayla böyle bir liderin hak ettiği cezayı alıp alamayacağını ironik biçimde sorgular. Liberal demokrasinin hukuk sistemi, komünist rejimin hukuk sistemine göre daha mı adildir? Petkanov yargılama sonucunda suçlu bulunur ama okurun vicdanı da, Petkanov’u o cezaya çarptıran Solinsky de rahatsızdır, hak duygusu tatmin edilmez. Solinsky halka yeni sistemin vaat ettiklerini başarıyla ispat edemez. Yeni gelen alternatif sistemlerin önceki sistemlerden ne ölçüde iyi olacağı sorusu Barnes’ın şüpheci bakışı altında cevapsız kalır.

Zamanın Gürültüsü, ünlü Rus besteci Dimitri Shostakovich’in yaşam öyküsüdür. Yine gerçek bir hikâyeyi konu eder. Bu kez bir yargılama süreci yoktur. Yargılama süreçlerine diktatörün neden hiç ihtiyaç duymadığı sorusu bir kişinin deneyimleri üzerinden ele alınır. Stalin döneminde yaşamış olan besteci, totaliter rejimin baskılarına maruz kalmış ve tüm yaşamını bu sistemde bir birey ve sanatçı olarak hayatta kalma mücadelesi olarak yaşamıştır. Totaliter sistem, hukuku diktatörün veya ayrıcalıklı olan bir grup yöneticinin (Komünist partinin) lehine çalışan bir aygıta indirger. Hukuk siyasi iktidarların, mutlak güce sahip kişi veya grupların amaçlarına hizmet eden bir konuma indirgenirse adalet tanrıçası Themis’in gözlerinin bağı açılır, terazisi yanlış tartmaya başlar ve kılıcı sadece iktidarın faydasına kullanılır. Temelleri kaypak zemine oturtulmuş hukuki sistemlerde sağlam dayanak bulunmadığı için hukukçunun kıvrak zekâsı, yorum yeteneği gibi özellikleri askıya alınır. Hukukçu, vereceği hüküm veya yapacağı savunma ona önceden sipariş edilen bir piyona indirgenir. Mutlak güç kimdeyse, yasa sadece ona hizmet eder. Totaliter rejimler, hukuku kendi faydalarına, siyasi, ideolojik programlarına göre eğer ve bükerler. Bunu yapabilmek için de devletin Althusserci değişle ideolojik ve baskıcı aygıtlarını sonuna kadar kullanırlar. Sovyet Komünist rejimi bunun en bildik örneklerinden biridir. Sadece bir grubun ayrıcalıklı olduğu bir sistemde hukuk o grubun menfaatine çalışan bir aygıtsa bu sistemde bireysel hak ve özgürlük yok demektir. Çünkü hukuk yoktur. Oklukirpi’nin Petkanov’u da ülkesini böyle yönetmiş, hukuksuz davranmış bir liderdir. Bu kez Barnes aynı duruma lider açısından değil, birey açısından, hukukun varlığı değil, yokluğu açısından yaklaşır.

Hukukun olmadığı veya tarafsız/ bağımsız işlemediği bir düzende birey fikirlerini özgürce paylaşamaz, eleştiri yapamaz, ona dayatılan haksız bir uygulamaya karşı duramaz. İtaat etmezse söyleyeceği her söz, atacağı her adım suç olur ve suçun tanımını mutlak güce sahip olanlar yapar. Bu sistemde bireyin yaşamı aralıksız biçimde hissedilen korku ve endişeyle sürer. Sürekli korkan, yaşamından endişe eden, söyleyeceği her sözü tartmak zorunda olan birey onursuzca yaşamaya mahkûm edilir. Korkak kişi onursuz davranmak zorunda olan kişidir. Dürüst olamayacağını, dürüst olursa sürgün edileceğini, hapsedileceğini, ortadan kaldırılacağını, vatan haini ilan edileceğini bilir. Oklukirpi’de halkın, aslında susarak Petkanov’un tüm suçlarına ortak olduğunu, göz yumduğunu ve masum olmadığını ima eden Barnes, Zamanın Gürültüsü’nde Shostakovich şahsında bu duruma anlayışla yaklaşır:

“Bir korkak olmak kolay değildi. Bir kahraman olmak, bir korkak olmaktan çok daha kolaydı. Bir kahraman olmak için, sadece bir an cesur olmanız gerekiyordu; silahı çıkardığınızda, bombayı attığınızda, detonatöre bastığınızda, tiranı ve aynı zamanda kendinizi ortadan kaldırdığınızda. Ama bir korkak olmak ömür boyu sürecek bir kariyere girişmekti. Bir saniye dinlenemezdiniz. Kendiniz için özürler bulmanın, bocalamanın, ürkekçe davranmanın, kıç yalama zevkiyle yeniden tanışmanın ve düşmüş, iğrenç karakterinizi yeniden sergilemenin gerekeceği bir sonraki durumu öngörmeniz gerekiyordu. Bir korkak olmak kararlılığı, direnci ve değişimi reddetmeyi gerektiriyordu, ki bu da onu, bir bakıma, bir çeşit cesaret haline getiriyordu.” (Z G, 165)

Shostakovich’in ironisi tam da burada yatar.  Tüm yaşamını onun adına verilmiş kararlara itaat ederek, oklukirpilerin arasında, ona verilen emirlere uyarak yaşamak zorunda kalmış bir sanatçıdır. Kendisini kirpilerin oklarından böyle korumaya çalışmıştır. Ülkesini çağdaşı Stravinsky veya Nabokov gibi terk edip özgürlükler ülkesi Amerika’ya yerleşmeyi tercih etmemiştir. Bir başka çağdaşı olan Rus şair Osip Mandelstam gibi baskıcı rejime karşı çıkıp ideallerinden, bireyselliğinden vazgeçmeyerek kahramanca karşı savaş vermeyi ve bu uğurda ölümü göze almayı da tercih etmemiştir. Romanın başlığı Zamanın Gürültüsü, Osip Mandelstam’ın hatıratı olan ve 1924’te basılan kitabın adından alınmıştır. Yani romanda hiç konu edilmese de, anlatı boyunca adı hiç geçmese de Mandelstam’ın ruhu, Shostakovich’in tam zıttı bir figür olarak romanın içinde kol gezer. Baskıcı bir sistemde, “kahramanca davranış” ne demektir sorusu üzerine düşünülür.

Roman, hukukun olmadığı bir sistemde birey ve sanatçı olarak var olmanın ne olduğu üzerine bir sorgulamadır. Bu haliyle hem George Orwell, hem de Franz Kafka romanlarına yakın bir distopya fikriyle beslenir. “Zamanın gürültüsü,” bireyin sürekli maruz kaldığı baskıcı rejimin kısılmayan sesini imleyen bir metafordur. Shostakovich ise bir müzik adamı olarak bu sese maruz kaldığı halde beste yapmaya devam eder. Bireyselliğini ve yaratıcılığını borçlu olduğu şey ise ironidir. İroni göründüğü şey olamama halidir. Shostakovich görünürde Stalin’in tüm emirlerine itaat eden sistem yanlısı bir komünisttir, korkağın tekidir ama aslında öyle biri değildir, onurludur. Bunu içten içe bildiği sürece benliğini parçalanmaktan kurtardığını düşünür. Sürekli endişe içinde, paranoyak nöbetler geçirerek, onuru sürekli test edilerek, emirlere itaat ederek yaşadığı yaşam ise travmatiktir.

Roman üç bölümden oluşur ve “Bütün bildiği bunun en kötü zaman olduğuydu.” cümlesiyle başlayan her bir bölüm Shostakovich’in mutlak güç tarafından sınandığı ayrı bir kriz anına odaklanır. İlk bölümde Shostakovich’in operası Lady Macbeth of Mtsensk dönemin yandaş medyasının en güçlü sesi olan Pravda gazetesinde burjuva, batı yanlısı, modernist ve formalist bir eser olmakla itham edilir. Bu opera, müzikten çok karmaşadır. Gazete “Müzik değil karmaşa” manşetiyle çıkar. Son iki yıldır Moskova, Leningrad, New York, Arjantin ve İsviçre’ye kadar her yerde büyük beğeni toplayan bu opera bir anda kötülenmeye başlanır. Bunun tek sebebi ise Stalin’in operayı izlemeye gitmesi ve beğenmeyerek yarısında salonu terk etmesi, hoşnutsuzluğunu alenen belli etmiş olmasıdır. “Stalin beğenmediyse mutlaka bir sebebi vardır” diye düşünen yandaş yazarlar o andan itibaren Shostakovich’i zalimce eleştirmeye başlarlar. Bu yazılar eleştiri olmaktan ötedir. Zira yazılarda yapılan burjuva, batıcı, formalist gibi ithamlar aslında Shostakovich’in hayatı için tehdit teşkil eden ciddi ithamlardır. Stalin birine muhalif damgası yapıştırırsa o kişiyi ortadan kaldırmak için “Lidere suikast girişimi” türünden asılsız ithamlarla sürgün veya idam etmesi çok bildik bir yöntemdir. Shostakovich, en hafif haliyle bile, artık beste yapmasına izin verilmeyeceğini, Ulusal Besteciler Birliği üyeliğinin düşeceğini, sorgulamaya çağrılacağını bilir. Geceler boyu apartman koridorunda asansörün yanında, elinde valiziyle onu almaya gelmelerini bekler. Evinde beklemez çünkü gizli polis geldiğinde karısı ve yeni doğmuş bebeğini korkutmalarını istemez.

Bir sanatçı böyle bir durumda ne yapmalıdır? Ne yapabilir? Eserini savunma yoluna gidebilir. Karşı bildiri yayınlayabilir. Bu tür bir kahramanlık yapmanın sonuçlarına katlanır. Mandelstam gibi ömrü sürgün kamplarında geçebilir. Ancak ölümü göze almak bile çare değildir. Zira sistem sadece suçlu bulduğunu değil, onun tüm ailesini de ortadan kaldırabilir. Aynı zamanda ölenin ardından onun tüm yaşam hikâyesini yeniden yazıp onu hain de ilan edebilir. Shostakovich kendi ölümünü ve ölümsüzlüğünü korumak, kendi yaşam hikâyesine sahip çıkmak için sessiz kalır. Kendini savunmaz. Bekler. Dördüncü senfonisini geri çeker. Yıllar içinde uslu durduğu için bu olay unutulur. Ama Shostakovich, hayatı boyunca, bir daha opera yazmaz.

İkinci bölümde ilk olayın üzerinden 12 yıl geçmiştir. Shostakovich artık 42 yaşındadır ve rejimin tescilli bestecisidir. Eserleri dünya çapında başarı kazanmıştır ve Stalin onu komünist sistemde yetişen sanatçıların ideal bir örneği olarak el üstünde tutar. Bir gün Shostakovich bizzat Stalin tarafından aranır ve New York’ta yapılacak olan, Stalin’in finanse ettiği barış konferansında Sovyet Rusya’yı (yani Stalin’i) temsilen konuşma yapmasını ister. Bu bir rica değildir. Shostakovich çeşitli komik mazeretler öne sürerek oraya gitmemek için elinden geleni yapar. Stalin kabul etmez. Oraya gidecek ve kendi elinden çıkmamış, onun eline tutuşturulmuş, rejimi öven bir metni okuyacaktır. Bu metinde Shostakovich’in hayranlık duyduğu Stravinsky vatan haini olarak betimlenir. Sovyet Rus komünist sistemi göklere çıkarılır. Sistem lehine yapılan sansürler ve yasaklamalar övülür. Shostakovich tek kelimesine katılmadığı bu metni okumaya mahkûm edilir. Bunu okumak demek inandığı tüm değerlere ihanet etmek demektir. Shostakovich Amerika’ya gider, etrafı Stalin’in adamlarıyla sarılıdır. O anı hayatı boyunca yaşayabileceği en kötü, en utanç verici an olarak belleğine kazır. Tek tesellisi o gün orada onu dinleyenlerin, Shostakovich’in o metni inanarak okumadığını, orda sorulan sorulara mecburen sistem yanlısı cevaplar verdiğini ve bütün durumun ironiden ibaret olduğunu anladıklarına olan inancıdır.

Üçüncü bölümde bir 12 yıl daha geçmiştir. Stalin ölmüş yerine Kruşçev geçmiştir. Shostakovich artık yaşlı bir bestecidir. Yaşayan en önemli sanat adamlarından biri olarak rejimin kutsadığı bir konumdadır. Ödüllere boğulur. Ancak bu sefer de Kruşçev ondan Stalin’den farklı ve yumuşak politikalar benimseyen yeni yönetimin destekçisi olduğunu göstermesi için Komünist Partiye üye olmasını ister. Elbette bu yine bir rica değildir. Ömrü boyunca, Stalin döneminde bile, siyasetten uzak durmuş ve partiye üye olmamayı başarmış olan Shostakovich şimdi bu son sınavında yine değer verdiği bir özelliğine ihanet eder. Partiye üye olur ve bu son eyleminden sonra ironinin artık onu kurtarmayacağını, ruhunun tamamen ele geçirildiğini, tüm yaşamını onursuzca yaşadığını düşünür ve büyük acı duyar. İroninin de sınırları vardır ve Partiye üye olurken attığı imzayı ironiyle açıklaması mümkün değildir.

Shostakovich yirminci yüzyılda yaşamış en önemli bestecilerden biridir. Baskıcı sistemde, hukukun yokluğunda maruz kaldığı onca şeye rağmen müziğiyle ölümsüzleşmiş, bunu başarmış bir sanatçıdır. Biz romanda kişi olarak Shostakovich’in yaşadığı travmatik olayları, onun kriz anlarını, onurunu nasıl kaybettiğini, bunun ağırlığını nasıl yaşadığını, kısaca zamanın gürültüsüyle nasıl başa çıktığını öğreniriz.

Gürültü biz dinlemeyi tercih etmesek de duyduğumuz sestir. Zamanın gürültüsü, kulak onu duymak istemese de duymaya maruz kaldığı rahatsız edici sestir. Baskıcı sistemin canavar sesidir. Shostakovich senfonilerinde bu gürültüye rağmen müziği sanata çevirmeyi, kaosa müzikle karşılık vermeyi başarmıştır. Onun müziğinde saklı olan ironi budur. Bugün bizim severek dinlediğimiz müzik artık kimsenin kulak asmadığı Stalin ve onun gibilerin gürültüsünü alt etmiştir. Romanın sonunda Shostakovich’i yaşlılığında tüm yaşamı boyunca korumaya çalıştığı benliğinin parçalanışına ağlarken görürüz. Kimin kahraman, kimin korkak olduğu ironisi orada öylece durur.

Oklukirpi’deki ironi kimin kimi mahkûm ettiği sorusunda yatar. Herkesin canavar olarak gördüğü diktatörü mahkûm etmek isteyen yargı onun yöntemlerine başvurur, kirlenir. Sivil, adil, tarafsız, insan hak ve özgürlüklerine önem veren yargının korkunç suçlar işleyip örtbas etmiş bir tiranla hesaplaşırken düştüğü zafiyet belki yargıya başka çare bırakmaz. Zamanın Gürültüsü’nde kimin kimi mahkum ettiğinden doğan ironi bir bestecinin senfonilerinde, o sanatçının benliğinin parçalanışı pahasına müziğe dönüşür. İnsanları birer sinek gibi ezen, Kafkaesk böceklere dönüştüren canavar sistemden geriye kuru gürültü kalırken, Shostakovich ölümsüzlükte var olur.

Her iki roman da ibretlik konular üzerinedir. Hem hukukçu için, hem de edebiyat okuru için. Julian Barnes ise ibretlik konuları romanına taşısa da bize ahlak dersi vermez. O, bir edebiyatçı olarak bizi şahit kılar ve sadece ironinin sağlayabileceği buruk bir gülümsemeye davet eder. Zira “ironiye sırtınızı dönerseniz, pıhtılaşıp acı alaya (sarcasm) dönüşür” ve “acı alay, ironinin ruhunu yitirmiş halidir.” (Z G, 183)  Çünkü acı alay, Barnes’ın anladığı şekliyle, asaletten, insan vicdanına, aklına, haysiyetine inançtan ve umuttan yoksundur, “yıkıcı ve sabotajcının dilidir, oysa ironi, zamanın gürültüsü pencere camlarını kıracak kadar yükselmiş olsa bile, size değer verdiğiniz şeyleri muhafaza etme gücü verebilir.” (Z G, 93)

Kaynakça

Barnes, Julian. Oklukirpi. Çev. Serdar Rıfat Kırkoğlu. İstanbul: Ayrıntı, 2006.

Barnes, Julian. Zamanın Gürültüsü. Çev. Serdar Rıfat Kırkoğlu. İstanbul: Ayrıntı, 2016.

Guignery, Venessa. The Fiction of Julian Barnes. Londra: Palgrave, 2006.

Proust, Marcel. “Dostoyevski.” Edebiyat ve Sanat Yazıları. Ed. Mehmet Rıfat. Çev. Roza Hakmen. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2018.

Zekiye Antakyalıoğluedebiyathaber.net (18 Ekim 2019)

Yorum yapın