Irmak Zileli: “Kapalıyız çünkü değişmek istemiyor, kendimizden şüphe etmekten korkuyoruz.”

Haziran 20, 2019

Irmak Zileli: “Kapalıyız çünkü değişmek istemiyor, kendimizden şüphe etmekten korkuyoruz.”

Söyleşi: Abdullah Ezik

Yazarımız Abdullah Ezik, Irmak Zileli ile son kitabı Bozuk Saat, edebiyat çalışmaları, günümüz ve edebiyatın güncel konuları üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.

Sanırım ilk olarak Bozuk Saat’in yazım sürecinden bahsetmekte fayda var. Zira öncelikle ON8 üzerinden bir blogda başlıyor asıl hikâyeniz. Ardından bu yazıları bir romana evirmeyi tasarlıyorsunuz. Nasıl gelişti bu süreç? Öncelikle blog fikri nereden çıktı ve yazılar nasıl romana evrildi?

Mart 2017-Şubat 2018 tarihleri arasında ON8 Blog’da yayınlanmak üzere kent meydanındaki bozuk bir saatin gözünden öyküler yazdım. Öykülerin romana evrilmesi ise ON8 Yayınevi’nden Halil Türkden ile Müren Beykan’ın bu fikri aklıma sokmasıyla oldu. Bozuk Saat’i tüm karakterleri birleştiren bir merkez olarak tahayyül edebilirdik pekâlâ. Hatta Bozuk Saat’in kendisi de bir roman kahramanı gibi düşünülebilirdi. Hikâye anlatıcısının iç dünyasına girdiği karakterlerin yaşadıklarından etkilenerek giderek değişmesi, dönüşmesi de bunları bir roman olarak tasarlamak için güçlü bir tutamak olabilirdi. Böylece Bozuk Saat’in blogda yayınlanmış 10 kadar öyküsünü bu gözle birbirine bağladım ve Bozuk Saat’in romanı için yeni karakterlerin nabzında yeni hikâyeler anlatma macerası başladı.

Romanınızda bozuk bir saat aslında tüm topluma ışık tutuyor. Oldukça derinlikli ve birçok konuya doğru genişleyen bir sembolizasyon söz konusu eserinizde. Saat etrafında toplumun tüm paydaşları irdeleniyor. Bana kalırsa uzun süredir Türk edebiyatında böylesine bir sembolizasyon söz konusu değildi. İyi bir örnek olarak yine Kemal Varol’un Haw’ında ana karakter bir köpekti ve onun üzerinden toplumun paydaşları birçok sembolizasyonla bir araya getiriliyordu. (Tabii bu iki eserin sembolizasyonları farklı olmakla birlikte.) Bu sembolizasyon, “bozuk saat” fikri ve etrafına öbeklenen karakterler (polisler, saray mensupları, toplumun alelade fertleri) nasıl ortaya çıktı?

ON8’in blogda yazma teklifi üzerine ne yazabilirim, ne tür bir köşe olabilir diye düşünürken toplumsal meselelere, günümüz dertlerine dair söz söyleyen bir şeyler yazmak istediğimi fark ettim. Edebiyatın siyasetle ilişkisi bıçak sırtı bir konu. Ülke siyasetini metne almak istediğinizde güncelin dar sokaklarına sıkışıp kalma tehlikesi var. Öte yandan bu hassasiyet; edebiyatçının toplumsal olandan kopmasına, içe kapanmasına neden olma riski de taşıyor. Önceki metinlerimde politik ve toplumsal olan, bireysel hikâyenin katmanlarında daha derinde gizliydi. Bireysel olanın da son derece politik bir hikâye olduğunu düşünmekle birlikte ON8 Blog’daki yazılarda toplumsal meseleleri, siyaseti biraz daha yüzeye yaklaştırabileceğimi düşündüm. Benim de pek çok vatandaş gibi olup bitenlere ilişkin söyleyecek sözlerim vardı. Bıraksanız içimi dökerdim yani. Fakat demin de söylediğim gibi güncele sıkışıp kalmak istemiyordum. Didaktikleşme ve yüzeysellik korkumun panzehri ancak öyküleme, yani edebiyat olurdu. Fikirler yine olayların, kurgunun içine gizlenmeliydi. Okura en etkili şekilde ulaşacak fikir bence olabildiğince örtük yollarla verileniydi. Hem son tahlilde benim düşüncelerimin kıymeti de bir yere kadardı. Sokağın sesinin yazarların fikirleri üzerinden değil de hikâyeler yoluyla duyurulması bana daha anlamlı göründü.

Böylece deneme değil, öykü yazmak istediğime; öykülerin ise sokağın sesine kulak veren öyküler olacağına karar vermiştim. Yazar olarak ben de bunu yapmalıydım; hazır, şekillendirilmiş düşünceleri kâğıda dökmek değil de, o sesi duymak, onlardan bir şeyler öğrenmek istedim. Bozuk Saat önce bir imge olarak geldi. Daha doğrusu köşenin ismi olarak. Aslında yine ahkâm kesme, didaktizme kayma ya da böyle algılanma korkumun bir panzehriydi bu isim. Bozuk Saat isimli bir köşenin iddiası “doğruyu gösterme” olamazdı sonuçta. Bozuk bir saat genellikle yanlışı gösterirdi hatta. Öte yandan günde iki kere de doğruyu gösterirdi. Okura alttan alta demiş oluyordum ki, okumakta olduğunuz cümleler yanlış da olabilir ama her bozuk saat günde iki kere doğruyu gösterdiğine göre… Hınzırca olduğunu kabul ediyorum.

Köşenin adının Bozuk Saat olmasının çağrışımıyla da zihnimde bir kent meydanında duran bozuk saat imgesi canlandı. Sokağın sesini yansıtan öyküler için sokağa çıkmak gerektiğini düşünmüş olabilirim. Kent meydanı ne de olsa her kesimden insanın, her türlü canlının geçip gittiği bir yer. Kimilerini dışarıda tutacak hiçbir elek yok.

Kent meydanındaki bir saatin gözünden hikâyeler anlatma fikrine tam ısınmıştım ki, Bozuk Saat’in insanların hareketlerini vermekle sınırlı olması beni rahatsız etti. Bozuk Saat’i bir dış göz olarak değil de, istediği vakit karakterin zihnini okuyabilen, duygularını görebilen bir iç göz olarak hayal etmek istedim. Hem böylece anlatının imkânları da genişlemiş olacaktı. Ayrıca toplumsal dertlere dokunan hikâyeler anlatmaya soyunurken bireyi unutma, bireyin kadrajını ihmal etme riskini de ortadan kaldırmış oluyordum. Toplumcu gerçekçiliğin kötü örneklerinin damarlarımıza saldığı zehir Türkiye’nin tüm okur ve yazarlarının damarında geziniyor ne de olsa. O yüzden olayların içindeki bireyi unutma, onun ruhsallığında bu olaylar nasıl yaşanıyor onu es geçme tehlikesine karşı anlatıcıyı bu şekilde konumlandırmak iyi bir fikir olacaktı. Keza yazar olarak bir olaya dışarıdan bakmak, eylemleri vermek bana hiçbir zaman yetmemiştir. O olayın içindeki insanın ruhunda ne olup bittiğiyle hep daha çok ilgilendim. Gerçeğin dışarıdan görünende değil, insanların kafalarının ve kalplerinin içinde olup bitende saklı olduğuna inanıyorum. Somut bir olay anlatırken de hikâyeye o kalbin ve ruhun kadrajından bakmak anlatıyı, gerçekliğe olan yorumumuzu derinleştiriyor. Böylece Bozuk Saat’in bozukluğunun empatik bir saat olmasından kaynaklandığı fikri doğdu. Karakterlerin doğuşu ise yazım sürecinde oldu. Yazarken kendimi Bozuk Saat’in yerine koydum ve etrafıma bakındım, gerisi geldi. Yani ben de Bozuk Saat’in nabzına girdim.

Romanınızda sanırım asıl mesele olarak “zamanın kendisi”nden bahsedebiliriz. Her şey saatin ve dolayısıyla zaman olgusunun etrafında dönüp duruyor. Zaman mefhumu hakkında ne düşünüyorsunuz? Zaman parçalanmadan ileriye doğru mu akıyor yoksa her birimiz başka zamanların ve kırılmaların insanları mıyız sizce? Ayrıca sizce toplumumuzun zamanla bağı nedir? Tüm bu sorular sanırım modern edebiyatımızda Ahmet Hâşim’den itibaren çokça tartışılıyor. (Zamana yaklaşımımız, hangi zamana ve zaman dilimine ait oluşumuz…)

Saatler, günler, yıllar insanlar onları kurguladığı için varlar. Yani aslında gerçeklik olarak adlandırdığımız pek çok şey gibi zaman da bir tasarım. İnsanın dille, ona isim vererek var kıldığı bir şey zaman. Doğanın zamanı uydurmamız için bize verdiği bazı şeyler var sadece; doğanın döngüleri, mevsimler, güneş, ay… Buna zaman demek insan icadı. Bozuk Saat’e bu açıdan da bakabiliriz. Zaman, yaratıcısı insanın nabzından etkilenip onun duygularına, zihnine atlıyor. Çağrışımlarımızı kışkırtan bir ironi. Yani gerçeklikte zaman-insan ilişkisinde zaman, insanın algısına bağlı bir şey. Çok basit bir örnek, zamanın bazen çok çabuk geçmesi, bazen ise çok ağır akması… Zaman aynı zaman aslında ama insan onu nasıl algılıyorsa öyle akıyor. İşte bu roman da bir bakıma böyle bir ilişki kurduğumuz zamanın temsilcisi/yansıması saatin hikâyesi. Saatin insanın algılarından etkilenişi ve bozulması. Zamanın kırılmaları, bozulmaları, lineer akamayışı. Bozuk Saat de sürekli ileri doğru akamıyor. İnsanların duygularından etkilenerek ya yavaşlıyor, ya hızlanıyor. Hatta bir kişinin nabzında da sabitlenemiyor, bazen tek bir olayın içindeki karakterler arasında, bazen olaydan olaya zıplıyor. Biraz da hafızanın hareketlerine benziyor bu. İnsan nasıl hatırlar? Düz bir çizgi halinde mi hatırlar yoksa zamanın içinde serseri mayın gibi dolaşarak mı? Serseri mayın dememe bakmayın tabii, o serseriliğin de bir adabı var. Bir anı ötekini, öteki bir başkasını çağırıyor. Ama işte çağrışımın nereden geleceğini de bilemiyor insan. Zamanın akışı da çağrışımsal zihnin akışına benziyor biraz. Beklenmedik, sürprizli, geri dönüşlerle, yinelemelerle dolu. Bir yol/zaman kat ettiğinizi sanıyorsunuz, sonra bir bakmışsınız başladığınız noktaya geri dönmüşsünüz. Peki aynı insan olarak mı? Tabii ki hayır, o yolu/zamanı kat etmiş insan olarak. Yollar da zaman da hayat da hep ileri doğru aksaydı hayatın bize sonraki adımda ne getireceğini de rahatlıkla kestirebilirdik… İleri akışa inanmak, şablona inanmak demek. Hani bazı şablonlarla yapılan filmler vardır ya, biliriz hikâyenin sonunu. Hayat o filmlerden değil. Bir şablonu yok. O yüzden de kestirilemez.

“Bozuk saat” aslında ilk olarak sarayda kendisine yer bulur, ardından sarayın dışına çıkarılır. Kısacası çevresi, insanları başlı başına değişir. Bununla beraber çevresindeki insanlar, onların hayatları arasında da sürekli bağlar kurar, yeni örgüler meydana getirir. “Bozuk saat”in sarayla toplum arasındaki bu gidiş gelişini, değişimini nasıl yorumlarsınız? Onun iktidar/saltanat merkezinden yönetilen/toplumu oluşturan asıl paydaya olan serüveni nasıl meydana gelir? Onun gerek iktidarla gerekse toplumla ilişkisi nedir?

Bozuk Saat, sarayın bahçesindeyken orada tek bir nabız var. Hükümdarın nabzı. Bu nabız öyle bir nabız ki öteki duyguların ortaya çıkmasına izin vermiyor. Bu otoriter nabız nedeniyle Bozuk Saat bu tek hikâyeye mahkûm. Fakat hem Bozuk Saat o sıra kendi bozukluğunun başkalarının nabzından etkilenmekten kaynaklandığını bilmiyor, hem de ona bu etkilenme sonucu o insanların nabzına atlayıp hikâyelerini anlatabileceğini söyleyebilecek bir yazardan yoksun. Çünkü toplumla, halkla, sokakla bir bağı yok. Sarayın içinde bir yazar yok, yazar da sokakta.

Bozuk Saat bir hikâye anlatıcısı. Saltanatın hüküm sürdüğü ve sarayın duvarları içinde kalan bir hikâye anlatıcısının sesi ne kadar çıkabilir? Hayatla, sokakla, insanla arasında yüksek duvarlar olan hikaye anlatıcısı, anlatma yeteneğinin de farkına varamıyor. Belki hikâye anlatma ihtiyacı bile duymuyor… Dolayısıyla zulmeden, zorba bir hükümdarın bahçesindeyse eğer bu anlatıcı, varoluş nedeni olan hikâyeciliği keşfetmesi, gerçekleştirebilmesi için o duvarları aşması, kent meydanına gelmesi gerekiyor. Bozuk Saat ötekinin sesini, duygusunu, ruhunu, aklını duyabilmekle, başkalarının hikâyelerine, acılarına bakabilmekle ilgili bir roman. Bunu yapabilenin bozuk bir saat olması ve kent meydanında duran bir bozuk saat olması önemli. Sarayda kalsa bozukluğu hiçbir işe yaramayacaktı. Tıpkı sanatçı gibi, öteki hikâye anlatıcıları gibi. Sarayda durunca yeteneklerimiz ne bizim ne de başkalarının işine yarıyor.

Kişisel hayatlarımıza bakıldığında hep bir yanımızın aksadığı, işlerin tam olarak yolunda olmadığı görülür, gerek maddi gerekse manevi boyutta. Sanırım saatteki bozukluğun da bir yanı buna işaret ediyor, en azından ben öyle yorumluyorum. Benim için saat, aksaklıklarıyla insanlığımızın aksayan yönlerine işaret ederken bu sizde nasıl bir karşılığa bürünüyor? Romana bugün baktığınızda bu bozuklukta ne görüyorsunuz? (Bana kalırsa öyle bir roman ki her bakışımızda bozukluk kendini çoğaltmış ve niteliğini değiştirmiş olabilir.)

Hani böyle hiçbir şekilde kendini “bozmayan” insanlar vardır. Ne olursa olsun, karşıdan ne gelirse gelsin etkilenmez. O kendi çizgisini kendi duruşunu korur. Bu ilk başta olumlu bir özellik gibi gelir kulağa. Bazen gerçekten de hayranlık uyandırıcıdır ve işe yarar olduğunu kabul etmek gerekir. Fakat bir insan hiç bozulmadan, hiç etkilenmeden, hep aynı, hep düzgün kalamaz. Burada sahici olmayan bir şey vardır mutlaka. Hiç bozulmayan insanların duyguları da, ruhları da botokslu gibi gelir bana. Çünkü insanın yüzü gözü oynar, mimik yaptıkça gözleri kısılır, çizgiler olur değil mi? Duygularımız da kırışır, karışır. Başkalarının yapıp ettiklerinden etkilenir. Yani demem o ki zinhar öfkeye kapılmayan, asla kimseye karşı kötü bir his beslemediğini iddia eden bir kişi yoktur. Bu olsa olsa dışarıya karşı özene bezene oluşturduğumuz “ideal” ve el yapımı bir maskedir. O yüzden haklısınız, saatin bozukluğu bir parça buna da göndermedir. Hep doğruyu gösterdiğine, ciddiyetini daima koruduğuna, olgunluk abidesi olarak madalyayı hak ettiğine inanan insana nanik yapmaktır bir bakıma. Çocuklaşma çağrısıdır. Yüzünde daima o maskeyle gezen insanların ötekinin duygularına olan kapalılığı da tesadüf olamaz. Bu kapalılıktan kastım sadece duyarlı olmak, merhamet duymak vs. değil. Bu insanlar kendilerini öyle mükemmel addederler ki başkalarının kusurlarına, zaaflarına karşı da bir o kadar katıdırlar. Çünkü kendileri için kurguladıkları ve idealize ettikleri benliğin dış dünyada da yansımasını görmek isterler. Herkesten kendileri gibi “kusursuz” görünmelerini beklerler. Kusurlara karşı acımasızdırlar. Bozuk Saat en baştan bozukluğunu kabul ederek, ötekilerden de hep doğruyu göstermelerini beklemediğini ilan etmiş oluyor bir bakıma. Ben bozuksam başkaları da bozuk olabilir. Bozukluk aslında o kadar önemli değil. Burada bozukluğu normal olmamak, norm dışılık diye de okuyabiliriz. Normal diye tarif edilen şeyden nasıl şüphe ediyorsam, hep doğruyu gösteren “saat”lerden de o kadar şüphe ediyorum!

Müge İplikçi ile olan söyleşinizde Bozuk Saat’in bir yanıyla “haklılık” mevzusuna yöneldiğini söylüyorsunuz. Evet, bu oldukça önemli bir mesele. Aslında hiçbir zaman tamamen haklı olmak gibi bir durum söz konusu olamaz, herkes ancak olayın bir yanıyla, belli bir oranda haklı olabilir, salt haklılık diye bir şey söz konusu değildir. Peki sizin için bu haklı olma durumunun karşılığı nedir? Bu düşünceyi kitaba taşırken ne tasarladınız?

Otoriteler genellikle dualiteler dayatır bize. Oysa hayat dualitelere sıkıştırılmayacak kadar katmanlı ve karmaşık. Bir olayda da hep bir haklı ya da haksız varmış da başka ihtimal yokmuş gibi düşünme eğilimindeyizdir. Bu taraflardan birinin yanına geçmek ya da geçmemek dışında seçenek bırakmazlar çoğunlukla. Fanatizm, nüansları görmeye izin vermez. İki tribün vardır işte ötesi yoktur. Öte yandan edebiyatın, sanatın yapacağı şey bu anlayışın dümen suyuna gitmemektir bana göre. Aksine sanat insana hiçbir şeyin göründüğü kadar basit olmadığını, düz mantıkla açıklanamayacağını, sınırları keskin şekilde ayrılmış doğrular ve yanlışlardan söz edilemeyeceğini, bunların çoğu zaman birbiriyle iç içe geçtiğini, salt haklı, salt iyi, salt kötü diye bir şeyin olmadığını; insan ruhunun tüm çelişkileri içinde barındırdığını hatırlatır bize. Bozuk Saat’in yapmaya çalıştığı da biraz bu. Herhangi bir olaya dışarıdan baktığınızda, daha uzaktan, geriden, zihninizdeki kimi şablonlarla da algılıyorsanız eğer hayatı, kolayca sonuçlara varabilirsiniz. Haklı ile haksız net bir biçimde görünür gözünüze. Mağdur-zorba ikiliğine oturtuverirsiniz hikâyeyi. Bozuk Saat bunu yapmadığı gibi, yani hikâyeye uzaktan, bir dış göz olarak bakmadığı gibi, pek çok zaman olayın tek tarafıyla da yetinmiyor. Nabızdan nabza atlama yeteneğini devreye sokuyor ve olayın içindeyken bir de ötekinin gözünden neymiş durum diyerek ona geçiş yapıyor. Böylece aynı olayın farklı açılardan nasıl yaşandığını, algılandığını anlıyor. Bu düşünme biçimi zihnimizde karşılıklı bir sürü pencerenin açılmasını sağlıyor. Karşılıklı pencereler açılınca cereyan olur. Bu cereyan iyidir, sanıldığı gibi insanı hasta etmez, bedenimizde tutulma yapmaz. Aksine kâğıtların uçuşmasını sağlayarak doğru bildiklerimizi sorgulamamıza, zihnimizdeki odayı havalandırıp bazı şeylerin yerini değiştirmemize vesile olur.

Oldukça kapalı/içine dönük bir toplumuz. Derdimizi de sevincimizi de kendimize saklıyoruz, öyle de bu dünyadan göçüp gidiyoruz. Toplum olarak böylesine karanlık bir kuyunun içindeyiz. Toplum bu kuyudan nasıl çıkabilir? Zira romanınızda saatin şahit oldukları, onun nabzını tuttuğu insanların nasıl da içlerine döndüklerini, içindekileri dışarıdakilerle gözler önüne serer. (Ki bu sorunun cevabı bir yandan da saatin bozukluğunu işaret eder.)

Bozuk Saat neden bozuk? Ötekinin duygularına açık olduğu için. Başkalarından etkileniyor ve bozuluyor. Yani içe dönük olmadığı için bozuluyor. Dışa açık. Başkasına açık. Bu ne demek? Sadece başkalarının acılarına, sıkıntılarına, duygularına açık demek değil. Yeni olan, farklı olan, kendi gibi olmayana da açık. Ötekiyle temasın bizi bozması kaçınılmaz. İlişki bozar; duyguları bozar, dünya algısını bozar, kendimizle ilgili tasarımımızı bozar. Hiç değilse sarsar. Çünkü ötekinin bakışı, duygusu, yorumu bizim kendimize yeniden ve yeniden dönüp bakmamıza yol açar. Peki bunun ne sakıncası olabilir? Biz kendimizin çok düzgün işlediğine mi inanıyoruz? Her şey çok mu yolunda gidiyor iç dünyamızda ve zihnimizde? Kusursuz işleyen bir saatiz de bozulmaktan mı korkuyoruz? “Kapalı/içe dönük” bir toplumuz dediniz. Katılıyorum. Bunun nedenlerini tartışmak çok vakit alır ama şu kadarını söylemekte yarar var sanıyorum, kapalıyız çünkü değişmek istemiyoruz. Kapalıyız çünkü kendimizden şüphe etmekten korkuyoruz. Etkilere açıldığımız anda başka düşünce ve duygu seçeneklerine de açılmış olacağız ve o çok emin olduğumuz “kendimiz” duvarları çatırdayacak. Oysa aslında “kendimiz”in kim olduğundan bu denli emin olmamızda bir problem var. “Kendimiz” dediğimiz şeyin doğru, iyi, ideal şekilde kurgulanmış bir karakter olduğuna inanmayı seçiyoruz. Bu bir yanılsama. Böyle bir şey gerçek olamaz. Yanı sıra kendimizden çok emin olduğumuz için mi dışarıya kapalıyız, yoksa kendimiz diye adlandırdığımız şey kâğıttan bir kale mi? En ufak bir esintide yıkılmasından mı korkuyoruz?

Ben çözümün bu yıkılma ihtimalinden geçtiğini düşünüyorum. Keşke biraz yıkılsak. Keşke biraz bozulsak. Keşke birbirimizden daha çok etkilensek. Herkes kendi gibi kalmak isterse, hiç ötekiyle karışmazsa, hiç etkilenmezse, hiç temas kurmaz ve kendinden farklı olanla hemhal olmayı denemezse kuyudan çıkamayız. Ne kadar bozulsak iyidir, belki o zaman düzeliriz.

Son bir başlık olarak şundan bahsetmek istiyorum: Sanatçının “ötekini duyan kişi”, kendi içinde de onlarca “öteki barındıran” kişi olduğunu dile getiren bir yazarsınız. Biz de ötekileri gerek saatin kendisinde gerekse romandaki diğer karakterlerde görürüz. Peki siz saatin ötekilerle ilişkisini hangi temel başlıklar üzerinden değerlendirirsiniz? Nedir bunca insanı birbirine bağlayan yazar dürtüsü ve sizi ötekiler üzerine düşünmeye ve üretmeye iten?

Demin kişinin kendini ötekine kapamasının kaynaklarından söz ederken kendilik algımızın bir boyutuna değinmiştim. İnsan böyle bir varlık, kendini olabildiğince net bir tasarıma oturtmak istiyor. İsteklerinden, zevklerinden, düşüncelerinden oldukça emin insanlarız. En basitinden en karmaşığına kadar şu türden cümleler kuruyoruz: Ben şunu şunu severim, şu tür insanlardan hoşlanmam, falanca müziği dinlerim, filankes mekânlar bana göre değil, şu düşünce akımına yakınım, ötekine asla uğramam. Bunları söyleyip genellikle kapıları kapatıyor ve anahtarını denize atıyoruz. Bir kimlik yaratıyor ve bu yaratımın bir sonu olduğuna, kemikleşebileceğine inanmakla kalmıyor, bu kimliğe bütünüyle hâkim olduğumuza, kendimizle ilgili bilgilerimizde zinhar yanılmayacağımıza inanıyoruz. Peki bu mümkün mü? İnsanın kendini keşfi biter mi? Bitmemeli. Bitse ölüm gibi bir şey olurdu. Keşfin bitmemesi çokça insanın sürekli değişen dönüşen bir varlık olmasına bağlanır. Bu doğru, ama daha fazlası var gibi geliyor bana. Aslında hiçbirimiz tek bir kişi değiliz. Yani kişiliğimizin içinde bizi biz yapan başkaları var. Bunların bir kısmı adlı adınca temsili anne babalarımız. Bize çocukluğumuzda bakım vermiş kişiler. Onların parmak izlerini görebiliyoruz iç dünyamızda. Öyle ki aldığımız kararlarda, gündelik hayatın içinde kimi edimlerimizde ve tepkilerimizde onları yakalıyoruz. Hay Allah, diyoruz söz gelimi, tıpkı annem gibi tepki verdim. Babam gibi bir baba mı olacağım yoksa diye kaygılanıyoruz ya da. Demek ki iç dünyamızda bizim dışımızda en az iki kişi daha var. Fakat bununla da sınırlı değil. Karşılaştığımız ve bizde iz bırakan her insanın bir izdüşümü var içimizde. Bazen bu kadar doğrudan olmayabiliyor tabii. Karşılaştığımız, tanıdığımız, şöyle bir görüp unuttuğumuz, kitaplardan okuduğumuz, filmlerden izlediğimiz, hikâyelerini duyduğumuz, haberlerde denk geldiğimiz karakterleri içimize alıyoruz. İçimize almakla kalmıyor, hayal dünyamızda, farkında olmadan onlardan yenilerini yapıyoruz. Onları kendi karakterimizin içindeki mayalarla birbirine karıyoruz, böyle böyle içselleştiriyoruz. Hayal dünyamızda, kişiliğimizin katmanları arasında, çelişkilerimizin oraya yuva yapmış bir sürü başka kişi yaratıyoruz. Bazen kurguladığımız kimliğimizle çelişkiye düşen, bastırdığımız; bazen duygularımızın panzehri olan öteki duyguların temsili…  Tüm bunlara kişisel ve toplumsal tarihimizi, kuşaklar öncesinden bize aktarılan öteki kişileri, onlara ait genleri, alışkanlıkları, deneyimleri de eklersek benliğimizin ne denli kalabalık olduğunu görürüz. Bütün bunlar olmasaydı çocukken o oyunları nasıl oynayacaktık? Hayali arkadaşlarımız nereden geliyor? Yazarken yarattığımız o karakterler gaipten gelmiyorsa nasıl doğuyorlar?

Ötekileştirme sorunumuzun panzehri bana göre içimizde de bir sürü öteki olduğunu fark etmek; idealize ettiğimiz, dışarıya sunduğumuz kimliğimizle çelişen bu ötekilerle barışmaktır bana göre. Büyük ölçüde nasıl bir aileye ve topluma doğduğumuza bağlı olarak şekillenen bir benliğimiz var. Baskıcı bir toplumda kişinin kendisiyle ilgili tasarımı öyle bir noktaya geliyor ki otoritelerin beğenisine sunulmak üzere tasarlanmış sahte benlikler yaratıyoruz. Bunun ideal olduğuna da kendimizi inandırabiliyoruz. İç dünyamızdaki ötekilerin varlığını kabul etmek bu tasarımın yıkımı anlamına geliyor pek çok zaman. Dış dünyadaki ötekine nefretin kaynağında bu sahte benlikle yüzleşmekten korkmak olmasın sakın? Toplumların da ortaklaşa yarattığı, aslında kendi gerçekliklerinden epey uzağa düşen kimlikleri var. Adına ne derseniz deyin, kendimizle ilgili tasarımımız benliğimizin yalnızca bir kısmını yansıtıyor. Bunu kabul etmenin ucunda ölüm değil, renklilik olduğunu anlarsak her şey çok güzel olur belki.

Beni ötekiler üzerinde düşünmeye iten ise kendi ruhumun dehlizlerinde yaptığım araştırma olsa gerek. Bu yolculuk benliğimin içinde yok saydıklarımla, bastırdıklarımla, ötekileştirdiğim taraflarımla karşılaşmamı sağlıyor. Kendimle ilgili idealizasyonlarımdan kurtulmanın, sahteleşmekten korunmanın yolunun iç dünyamdaki ötekileri kabul etmekten geçtiğini yavaş yavaş anlıyorum. Zira hepimizin bir maskesi var ve olması gerekiyor. Onu nasıl şekillendirdiğimiz önemli. Dışarıya sunduğumuz maskeyi içimizdeki ötekilerden arındırmak, benliğimizin sadece otoriteler tarafından kabul edilen taraflarını benimseyip, öyle yaşamaya çalışmak mutsuzluktan başka da bir şey getirmiyor ayrıca.

edebiyathaber.net (20 Haziran 2019)

Yorum yapın