Halil İbrahim Özbay: “Müziğin ruhu yazdığım şiirlere sinmezse, yazdıklarım da benim içime sinmez.”

Şubat 18, 2022

Halil İbrahim Özbay: “Müziğin ruhu yazdığım şiirlere sinmezse, yazdıklarım da benim içime sinmez.”

Söyleşi: Nurdan Aladağ

Şair Kemal Özer’in anısını yaşatmak için düzenlenen yarışmada Yayı Eksik Viyola adlı şiir kitabınla birinci oldun. Türk şiiri içerisinde kendi rengini üretebilen, kendine özgü bir ses oluşturan şairlerden birisin. Daha önce de Kül Falı adlı kitabınla Arkadaş Z. Özger şiir ödülünü kazanmıştın. Bu anlamlı ödüller için öncelikle tebrik ederim seni. Yayı Eksik Viyola’nın yayımlanana kadarki yolculuğunu anlatır mısın?

Öyle sık kitap çıkaran biri değilim aslında. İlk kitabımla ikincisi arasında dört, ikincisiyle üçüncü şiir kitabım Yayı Eksik Viyola arasında tam sekiz yıl var. Kaldı ki ilk kitabım Kül Falı’nı da geç yaşlarda yayımladım. Yayımladım derken, aslında buna yine ben karar vermedim. Elimde bekleyen dosyayı çok iyi bilen şair arkadaşımın ısrarıyla bir yarışmaya gönderdim. Düşündüm ki okunmaya, bir kitap olmaya değer şiirlerse yazdıklarım, buna çok değerli şiir üstatlarından oluşan jüri karar versin. İlk dosyam ödüle değer bulundu ve Mayıs Yayınları’nca basıldı. Biliyor musun şiirimizin büyük üstadı Yahya Kemal’in, hayattayken hiç kitabı olmamıştır. Otuz tane şiir yazıverince, ellerinde dosyalarıyla, hemen yayınevlerinin kapısına dayanan gençlere duyurulur. Üniversitede edebiyat okumuş olsam da ben hemen cesaret edemedim buna. Kitap çok iddialı bir fikirdir çünkü. Bütün yazılmış olanlara meydan okumadır bir anlamda. Bu iddiayı taşıyacak özgünlükte ve zenginlikte olmalıdır yazdıkların. Bu bilinçle ve yazılmış onca iyi şiire saygıyla, bin bir zorlukla ve ince eleyip sık dokuyarak yazanlardanım ben de. Yazdıklarımda, başkalarının şiirlerinden çok daha farklı bir ses ararım. Kendi sesimi. Kendi şiirimi. Öteki şairlerden, hatta bir önceki kitaplarımdan farklı bir ses, özgün dizeler, sıkı örülmüş bir dosya olduğuna inanırsam ancak, kitap olmasını isterim. İkinci kitabım Elmanın İlk Anlamı’ndan sonraki sekiz yıl boyunca Yayı Eksik Viyola’ya çalıştım. Bu sekiz yıl ne çok uykusuz gecelerle, sabahı bulan arayışlarla ve yazmaktan ziyade ne çok okumalarla geçti. Tabi ki sadece şiir okumaktan bahsetmiyorum. Her türden değerli kitapları. Çünkü okumanın esiri olmadan, yazmanın savaşçısı olamaz insan. Bin okuyup bir yazmak gerekir. O kadar emek ister yazmak. Bir kitaplık şiirim birikti, haydi kitap basayım olmaz. Ortak derdi, ortak dokusu olan şiirlerden örülü dosya mantığını gözettim her zaman. Yayı Eksik Viyola, bu düşüncelerle vücut bulduktan sonra, dosyayı uzun zaman, hiç elime almadım. Kendi yazmış olduğumu unutup başkasının gözüyle yeniden değerlendirebilmek, daha objektif eleştirebilmek için. Dosyam öncelikle kendi eleştirilerimden geçip de içime sindikten sonra, iki yıl da öylece bekledi. Sevgili Lokman Kurucu’yla kesişti yolumuz, dosyamı çok beğendi ve yayınlamak istediğini söyledi. Onun editörlüğünde Kaos Çocuk Parkı Yayınları’nca kitaplaştı.  

Eğitimci şair ve yazar Halil İbrahim Özbay’a dışarıdan birinin gözüyle bakacak olursan onu  nasıl anlatırsın?

Bu cümlede var olan bir paradoksa işaret ederek yanıtlamak isterim sorunu. Şöyle ki, eğitim sözcüğünün kökü eğmektir. Eğip bükmek, şekil vermek anlamında. Bir dalı, bir teli değil, bir insanı eğip bükmek, onu birilerinin hayat algısına göre şekillendirip sınırlandırmaktan söz ediyoruz burada. Oysa bir şair, öncelikle muhalif olmak zorundadır. Kafası öyle işlemelidir ki yazdıklarıyla ezberleri bozsun, eskilerin deyimiyle hatmedilenleri sarssın, insana dayatılan köhnemiş kuralları, basmakalıp hayat algılarını söküp atsın okuyanın kafasından. “Şiir anayasaya aykırıdır.” diyen Cemal Süreya’yı da anacak olursam, ben kendimi özel yaşamımda da geçimimi sağladığım öğretmenlik yaşamımda da hep bu mücadeleyi verirken buldum. Bunu varoluşumun düsturu haline getirdim genç yaşta. Fikri hür, vicdanı hür gençlerle birbirimize bir şeyler kattık yıllarca. Onları eğittim, demiyorum dikkat edersen; çünkü belki de daha çok öğrenen ben oldum onlardan. Japonca’da “Birini eğitiyorum” gibi bir cümle kuramazsın biliyor musun; böyle bir cümle kurmak istersen “Birbirimizi eğitiyoruz” anlamında işteş bir fiil kullanmak zorundasındır ve “eğitişiyoruz” dersin. Çünkü hiç kimse her şeyi bilen değildir, etkileşim kurduğun her bireyden, hatta her canlıdan, ağaçtan, kuştan, doğadan bir şeyler öğrenirsin yaşam boyu. Bir tane hayat yoktur. Hayatlar vardır. Tanımlara ve kalıplara sığmayan. Şiir de işte tüm bunları dile getirmek, yepyeni hayatlar paylaşmak için var. Her seferinde bir öncekini çürüterek. Zaman, yeni filizler versin diye kırılan yerlerinden.     

Şiir sözü, müzik de sesi temel alan güzel sanatların iki koludur. Söz ve ses, sanatın ikiz kardeşleridir. Sesin söze, sözün sese katılımı yepyeni güzelliklere ulaşılmasını sağlıyor. Örneğin dinlemenin ve izlemenin ritmi, Maurice Ravel’in ‘Bolero’su. Farklı yapısı ve tınısıyla her daim ruhumuza estetik hazlar katan bir eser. Yayı Eksik Viyolo’daki şiirlerin melodisi de okuyana hüznü ve  coşkuyu aynı anda  geçiren bir estetiğe, içsel bir derinliğe sahip. Şiirlerinde söze gizlenmiş melodiyi duyurmak isterken fonda dinlediğin müzikle yol almış gibisin. Bu anlamda müzikle olan ilişkini ve müziğin şiirine katkısını değerlendirebilir misin?

Şiir ve müzik, en eski sanattırlar. İnsan, önce doğadaki melodileri, örneğin rüzgârla dans eden yaprağın, ayaklarının altında hışırdayan otların, dünyanın en doğal ve güzel sesiyle çalıda öten kuşların müziğini dinlemiş ve onları taklit ederek kendi müziğini üretmiştir. İlk şiirler de bunları anlatır işte. Doğanın muhteşem ahengini, gözünün önünde alabildiğine uzanan güzellikleri, kulaklarındaki melodiyle birlikte söze dökmeye çalışır ilk ozanlar. Doğadan ödünç aldığı melodiler eşliğinde. Şiirin doğumu, bundan başka bir şey değildir. İlk müzik aletleri, doğada yetişip büyüyen canlıların gövdesinden, derisinden yapılmıştır, onların ruhunda gizli melodileri yakalayabilmek için. Dut ağacından ud, dana derisinden tef. Atalarımdan bana geçen bu müzik aşkının, bu muhteşem içgüdünün bilinciyle bir günüm bile müziksiz geçmez benim de. Çocukluğumdan beri böyledir bu. Ruhuma dokunan toprağımın ezgilerini, bütün insanlığa miras klasik dünya müziklerini, bu sanatın hakkını veren üstatların bestelerini; Neşet Ertaş’ın bozlaklarından, sözünü ettiğin Maurice Ravel’in ‘Bolero’suna, Moğollar’ın, Ahmet Kaya’nın şarkılarından, Kurt Cobain’in, Metallica’nın baladlarına, Janis Joplin’in gırtlağında nefesi caza dönüştüren ezgilerine, şiire vurgun olduğum kadar vurgun, yaşama tutkun olduğum kadar tutkunum. Bu yüzden yazdığım şiirlere, onlardan melodiler, ezgiler sinmesi kadar doğal bir şey olamaz. Müziğin ruhu yazdığım şiirlere sinmezse, yazdıklarım da benim içime sinmez. 

Yayı Eksik Viyola’daki şiirlerinde “aşk” ve “devlet” sözcüklerinin bir arada oluşunu dikkate alacak olursak, aşk politik midir?

Ölüyordum, Geçerken Uğradım adlı kitabı, Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ve benim yeni keşfettiğim genç yazarlardan Can Gürses’in bu kitabından ödünç aldığım cümlelerle yanıt verecek olursam “Aşk politiktir. Çünkü bir insanı bekleyen bir insan, bu dünyadan umudunu kesmemiştir. Bir insanı beklemek, sosyalizmden hatta anarşizmden bile ütopiktir. İki âşığın buluşması, tüm ütopyaların ümididir.” 

“Hayatımızı değiştiren bilginin hangi kitapta olduğunu bilemeyiz. “Okumak, okumak ille de okumak” demiştin  bir söyleşimizde. Şair Yazar Halil İbrahim Özbay’ın önemsediği yazar ve şairler kimlerdir?

Edebiyat o kadar uçsuz bucaksız ki, bunu her düşündüğümde başım dönüyor, bu yaşına kadar onca kitap okumuş bir insan olarak. Şair-yazar olmaktan önce ve en önemlisi, okur olmaya çalışıyorum hâlâ ve hep. İyi bir okur ama. Bu yüzden, önemsediğim demeyeyim de –buna ne kadar haddim ve hakkım olduğunu bilmiyorum çünkü- döne döne okuduğum, cümlelerinde kaybolduğum yazarları söyleyebilirim naçizane. Ki bunlar annem ve babamdan sonra beni büyütenlerdir. Dostoyevski, Tolstoy, Victor Hugo, Steinbeck, Marquez, Albert Camus, Sartre, Virginia Woolf, Yaşar Kemal, Sait Faik, Ferit Edgü, Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Orhan Veli, Cemal Süreya, Edip Cansever, Turgut Uyar ilk aklıma gelenler. Günümüz şair ve yazarlarından saymayayım izin verirsen. Unutup saymadıklarımı kırmayayım diye.

Şiirimizin tarihine baktığımızda, birçok edebi akım, edebi topluluk ya da edebi anlayış görüyoruz. Toplu bir hareket mi; yoksa bireysel bir yol alış mı daha çok katkı sağlar şiirin gelişmesine? Bu konudaki görüşlerini merak ediyorum.

Şiir, aslında ön kabulü reddeden bir sanattır. Üç beş şairin bir araya gelerek yazdıkları reçeteler doğrultusunda “iyi” olmaktansa; hiçbir sınırlandırmanın ve sınıflandırmanın olmadığı özgür bir ortamda, hayatın içinde nefes alarak, daha doğal yollarla ve kendiliğinden iyi olmayı önceler. Geriye dönüp baktığımız zaman, büyük şiir diye nitelendirdiğimiz yapıtların, kurallar silsilesiyle oluşturulan bir anlayıştan ve topluluktan çok,  kendi hayat hikayesinin kahramanı olarak yine  kendi hikayesinden beslenen şairlerin yarattığı şiirler olduğu görülür. Ne demiştik; “şiir anayasaya aykırıdır.” Belki İkinci yeni topluluğu ilk akla gelen güçlü bir akım olarak görülür; ama onların da bir ön kabulle ve önceden belirlenen kuralları şiirde hayata geçirmek için bir araya gelmedikleri, birbirlerinden bağımsız bir şekilde şiir ırmaklarını, aynı mecraya doğru akıttıkları görülür. İkinci yenicilere, yazdıkları güçlü şiirlerden çok daha sonra bu isim bir başkası tarafından verilmiş, “siz, busunuz.” denmiştir. 

Şiirin Darası adlı kitabında soru işaretinin çokluğu dikkat çekiyor. Şiirde sorgulanan sorular sanki hayata bakış açımızı öne çıkarma çabası. Felsefi bir yaklaşım var gibi. Şiirle felsefe arasında sıkı bir bağ kurulabilir mi?  Kendimize sorduğumuz sorularla okurun da düşünmesini sağlamak, şiir sanatına katkı sağlayabilir mi?

Şiiri yalnızca felsefeyle sınırlandırmak, ona haksızlık olur. Şiir, felsefeyi de kapsayan ama aynı zamanda aşan çok daha geniş; belki de insanın sonsuz yaratımına en elverişli söz sanatıdır. Öyle iddia ediyorum ki şiir, felsefeden beslendiğinden çok daha fazlasıyla, felsefeye katkı sunar. Şiirin olanakları, hayatın da, mantığın da, sosyolojinin de, bilimin de, doğanın ve ideolojilerin insana dayattığı kısıtlı olanakların da çok daha ötesine geçerek başka bir dünyanın mümkün olduğuna dikkat çekmeyi, insanın algılarını özgür kılmayı, evrenin sonsuz olasılıklarına kapı aralamayı önceler. Sorular sormak, şiirin bu amacına hizmet eden araçlardan yalnızca biridir.  

Birçok şairin siyasi kimlikleriyle popüler olduğu bilinmektedir. Şairin önceliği şiir olduğu bilinciyle soracak olursam siyasi kimliğe sahip olmanın şiire zararı da var mıdır?

Şiir yazmak zaten başlı başına, siyasi bir kimliktir. Az önce de vurguladığım gibi, yalnızca insana dayatılmış bütün politik düzenlere değil, dünyanın, hatta evrenin bile tek tip algılanmasına karşı koyar şiir. Sevgili Nurdan, sana şunu söylemeliyim ki, şiir yazmak gerçekten büyük bir zeka ve açık bir algı gerektirir. Yalnızca duygularla şiir yazıldığını düşünenler, fena halde yanılıyorlar. Her zaman verdiğim örneği bir daha söyleyeyim: Işık hızını nasıl bulduğunu soran kişiye, bir ışığın sırtına binip evrenin sonsuzluğuna doğru yola çıktığını söyleyen dünyanın en zeki bilim insanlarından Albert Einstein’in bu sözleri güçlü bir imgedir, hayatın ve evrenin dayattığı sınırlı olanakların ötesine geçmek isteyen şiirdir aslında. 

Bu güzel söyleşi adına verdiğin içten yanıtlar için teşekkür ederim

Güzel soruların için ben de sana teşekkür ederim.

edebiyathaber.net (18 Şubat 2022)

Yorum yapın