Edebiyatın en ironik cadısı: Donna Haraway | Necla Akdeniz

Kasım 17, 2022

Edebiyatın en ironik cadısı: Donna Haraway | Necla Akdeniz

Hep kanlı canlı, etten tırnaktan cadılardan bahsedecek değiliz ya! Pekâlâ yarı insan yarı makine, hem organik hem organik olmayan, hem hayvan hem bitki olmayı düşleyen ve bunları özgürce dile getiren cadılar da vardır. Ben onlara ‘siborg cadılar’ adını verdim.

Edebiyat Cadıları serisinin on sekizincisinde, metinlerini böylesine sıra dışı bir  düş(ünce) ile yazan bir kadından, Donna Haraway’den ve onun unutulmaz eseri ‘Siborg Manifesto’sundan bahsetmenin mutluluğunu yaşıyorum. Yazdıklarıyla edebiyattan sinemaya, görsel sanatlardan felsefeye ve daha birçok alana ilham olmuş feminist cadılardandır Haraway. Yalın anlamda bir edebiyatçı değildir o, çok daha fazlasıdır.   

Önce bir dergide makale olarak olarak yayımlanan metin, 1985 yılında Siborg Manifestosu adıyla kitaplaştırılmıştır. Yayımlandığı andan itibaren büyük bir ilgiyle karşılanan ve hakkında sürekli konuşulan eserlerdendir. Türkçeye ilk kez Osman Akınhay tarafından çevrilmiş ve 2006 yılında, Agora Kitaplığı’ndan basılmıştır. 2010 yılında ise içinde diğer metinlerinin de yer aldığı, “Başka Yer” ismiyle Metis Yayınları’ndan çıkmıştır. Çeviri ve müthiş önsöz, Güçsal Pusar’a aittir. 

Donna Haraway, zooloji, felsefe, teoloji ve biyolojiyi içeren disiplinlerarası bir eğitim almıştır. Bilim ve teknoloji çalışmaları, edebiyat eleştirisi, biyoloji, siyaset, antropoloji, feminizm, sibernetik gibi bazıları görünürde birbiriyle ilişkisiz alanları birbirine bağlayan çok yönlü çalışmalar yapmıştır. Teorisinin çok katmanlı bir ‘dağınıklığı’ vardır.

Ayrıca metinlerinde posthuman lafını etmeden posthümanist düşüncenin temellerini atan, kendinden sonra gelen tüm posthümanist düşünürlere ilham olan biridir Haraway. Siborg Manifestosu,  bu anlamda en fazla atıfta bulunulan kitaptır. 

O denli metaforik bir metindir ki okurken başımız döner, öylesine ütopiktir ki yaratıcılığına hayran oluruz ve o kadar ironiktir ki havalarda uçarız okurken.   

Octavia Paz, Şairin Çalışmaları adlı nefis denemesinde ironiyi şöyle tanımlar: İroni metni bozan ve onu kakofoniye ceviren uyumsuzluktur. O pek çok ada sahiptir; aykırılık, istisna, Baudelaire’nin dediği gibi tuhaflık. Sözün kısası o, en yıkıcı kazadır.”

Siborg Manifestosu işte böylesine tuhaf, uyumsuz ve yıkıcı bir metindir. Bu sebepten Donna Haraway ‘Edebiyatın en ironik cadısı’dır benim için. O ironiyi, çelişkili bakış açıları ve bütün etmeyen parçaların kısmi bağlantıları üzerinden düşünür. Metni, tüm bu çelişkilerin içinde hayatta kalabilmeye dair bir manifestodur. Daha yaşanır dünyaların mümkün oluşuna dair bir ütopyadır. İyimserliği değil ama umudu taşır.  

Siborg, sözcük etimolojisi itibariyle sibernetik ve organizma kelimelerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuştur. Tanrılarla yapılan savaşlardan insanüstü makinelerle yapılan mücadeleye geçilen evreyi, ironik bir tarzda hikâye eder.  “Tanrıça olmaktansa siborg olmayı yeğlerim” cümlesiyle çarpıcı bir şekilde ifade etmiştir manifestosunu, Haraway. Daha metnin başında, “Yirminci yüzyılın sonlarına, bizim mitik zamanımıza gelindiğinde, hepimiz kimera’yız, kuramsallaştırılmış ve imal edilmiş makine-organizma melezleriyiz; kısacası siborguz,” diyerek içinde bulunduğu çağı özetler. 

İkinci Dünya Savaşı sonrasında belirginleşen, son yetmiş yılda daha da derinleşen, yaşam biçimimizi tümden değiştirip dönüştüren bilişim ve biyolojinin patlaması sonucunda ortaya çıkmış bir figürdur Siborg. Bir makine-organizma melezi, kurguya olduğu kadar toplumsal gerçekliğe de ait bir yaratıdır. Sürekli sınır ihlalleri yapan, pek çok sınırı bulanıklaştıran ve kendisi de bu bulanıklaşmadan nasibini alan bir sınır-figürüdür. Olgu ile kurgu, organizma ile makine, insan ile hayvan, metafor ile düzanlam arasındaki sınırlar hep bulanıklaşır siborgun cisminde.

Haraway, insanı, daha önce sosyal bilimcilerin neredeyse hiç yapmadığı kadar, bedenli bir özne olarak tarif etmiştir. Bedenli bir özne olan insanı tarihin, sınıfın, toplumsal cinsiyetin bağlamıyla işaretli bir şey olarak görmeyi önermiştir.

Gösterdiği şey, bedenli bir özne olan insanın hayvanlarla, makinalarla ve uygunsuz ötekilerle akraba olabilme ihtimalidir.

Batı felsefesinde sürekli karşılaşılan ve Descartes’la doruğuna ulaşan zihin/beden ayrımına şiddetle karşı çıkar Haraway. İnsanın yüzyıllarca içine oturtulduğu bu beden kavrayışına göre beden, doğuştan cinsiyetlidir, kendine özgü bir doğaya sahiptir, yekparedir, aklın altında sıralanmıştır ve aklın müdahalelerine muhtaç, ölüme yazgılı lanetli bir paydır.

Siborg, bir bütün etmeyen ama ilişki kurabilen bedeniyle, insanı diğer insanlara, hayvanlara, bitkilere, makinalara ve teknolojik şeylere doğru genişletebilir. Bu haraketliliğiyle, kadınlara özgü verili bir doğa ve biyoloji fikrini geçersiz kılma gücüne sahiptir.

Onunki yepyeni bir düştür. Etik olmayan, cennetle ilgili olmayan, cennet bahçesindeki köken öyküleriyle ilgili olmayan bir düş. Siborg, organik aile modeline dayalı bir topluluk hayali kurmaz. Siborg, Cennet Bahçesi’nin ayrımına varmaz; çamurdan yapılmamıştır ve toza dönüşmeyi de düşleyemez. Siborglar muhterem değildir, çünkü hafızalarında bir kosmos yoktur. Bütünsellikten sakınırlar ama bağlantılara gereksinimleri vardır.

Siborg kısmiliğe, ironiye, mahremiyete ve sapkınlığa kararlılıkla bağlanmıştır. Dolayısıyla muhaliftir ve masumiyetle hiç alakalı degildir. Batılı anlamıyla bir köken hikâyesi yoktur siborgun. Yani heteroseksüel bir eş imal edip onu tamamlanmış bir bütün, bir anne, bir tanrıça konumuna indirgeyen kurtarıcılara ihtiyaç duymaz. Tarihsel olarak inşa edilmiş toplumsal ve cinsel kimliklere sığınmaz. Odipal bir kompleksle patriyarkal babaların onu kurtarmasını beklemez. Siborg çağında her yere nüfuz eden ‘baba’ kutsal konumunu koruyamayacaktır artık. Tüm bağımlılıklardan nihayet kurtulmuş bir benlik, ‘uzamda biri’dir Siborg. Bu yüzden  bütüncülükten (holism) uzak durur ama temas kurmaya ihtiyaç duyar. 

Siborgların esas derdi, militarizmin ve patriyarkal kapitalizmin gayrimeşru evlatları olmalarıdır. Fakat gayrimeşru evlatların kendi kökenierine karşı aşırı vefasızca davrandıkları da bilinmektedir. Haraway’in deyimiyle ‘masumiyetsizdir’ siborg. Çünkü masumiyet, tek içgörü zemini denebilecek olan ‘kurbanlık’ta ısrar etmek demektir. Siborglar, doğa ile kültürün, ayna ile gözün, köle ile efendin, beden ile zihnin yapısını ve üretim tarzlarını yıkarak, Erkek’i ve Kadın’ı ciddi birer sorunsal haline getiren eşleşmelerdir.

Yüzyıllardır süregelen hümanist düşünce, insanı dünyanın tam merkezinde konumlandırır. Kendi dışındaki canlıları görmezden gelir veya onlara hükmeder. Bunlar da yeterli gelmezse yok eder. Elbette burada kastedilen insan ‘Batılı, beyaz,  kültürlü ve gücü elinde tutan erkekinsan’dır. Kadınlar, çocuklar, engelliler, diğer renkten insanlar yoktur bu coğafyada. Onlar için doğa, tüm canlıların bir arada olduğu ortak bir yaşam alanı değil, savaşılması, ehlileştirilmesi gereken bir mücadele arenasıdır. Varlıklar hiyerarşisi vardır onun. En üste insanlar, sonra hayvanlar, bitkiler ve diğer organizmalar. 

Haraway, insan-olmayan ‘doğa’nın aptal ve ruhsuz bir madde olduğunu ima eden anlayışı reddederek ‘doğa’ ve ‘kültür’ arasındaki ikiliği yapıbozumuna uğratan cadılardandır. Bir makalesinde ‘yoldaş türler’den bahseder. Biyotoplumsallığa geçmeye hevesli yaratıklar yoldaş hayvan olabilirler, der. Genel olarak, insanın yoldaş hayvanlarını yemediği (ya da onlar tarafından yenmediği) söylenebilir ve insanın, yiyenlere karşı beslediği sömürgeci, etnosantrik, tarihdışı tavrı kırması da epey zordur. Yoldaş türler etkileşim içinde şekillenirler. Birbirlerini değiştirmekten fazlasını yaparlar; birbirlerini, kısmen de olsa, oluştururlar.

  Siborgtaki yan yana durmalar, postmodern bir yamalı bohça da değildir. Köken atıflarını ortadan kaldırarak, yan yana duran farklı şeylerin bir muhalefet oluşturmasına işaret eder Haraway. “Bu durum, öteki meselesini ve hiyerarşik dizilmeyi ortadan kaldıran, tamamıyla politik bir duruştur. Gözden çıkarılabilir bedenleri olan, ırk üzerinden belirlenmiş, cinsiyetlendirilmiş ve doğal addedilmiş ötekiler fikrini yıkar.” (Braidotti, 2014).

“Hepimiz derinden yaralı insanlarız,” der Haraway. “Bizim de yeniden doğuşa, ama yeniden doğuma değil, ihtiyacımız var ve bizim yeniden oluşmamız ihtimali, toplumsal cinsiyet tanımayan bir canavarca dünya umudu gibi ütopik bir hayali de kapsamaktadır.  İnsanın, hayvan, bitki, makinelerle içiçe geçip melezleşmesi.”  

Sözcüklerin kendilerine, beklenmedik şeyler yapan kesif, canlı, fiziksel nesneler olarak sözcüklere âşık olan siborg cadımız Donna Haraway’e bir selam olsun. 

edebiyathaber.net (17 Kasım 2022)

Yorum yapın