“Bir Dükkânı Beklemek” | Funda Dörtkaş

Kasım 9, 2018

“Bir Dükkânı Beklemek” | Funda Dörtkaş

Bir ânın hayali, merakla ve istekle o âna ulaşmaya çalışan varlığın zamanıyla kesişir. Zaman, varlığına ilişkin sorularına kâfi yanıtı her şeyiyle hayata tabi kıldıklarıyla arayanlar ve hâlâ bu yanıta karşılık gelecek soruyu bulmaya uğraşanlar için kendi akışkanlığında hayatı yüklenen bir soyut mânâdır. Zamanın eşyanın tabiatıyla teması ve yakınlığı, tükendikçe yinelenen, yinelendikçe tükenen –genellikle biz öyle duyumsarız- çok boyutlu yapısıyla ilişkilidir. Bu, aynı zamanda bir çelişkinin de kapısını aralayandır. Aralık bırakılan kapıdan sızan ışığın garip bir çekiciliği vardır; çünkü davetkârdır. Eşikte duranı heyecanlandırır, tedirgin eder ve beri yandan şaşırtır. Hayatın tuhaf çelişkilerinin eşliğinde, zamanın muktedirliğiyle karşılaşanı o eşikte bekleyense, bedeniyle kapladığı alanı çevreleyen, varoluşunu nesne kılan mekânı tasvir edebileceğine dair beyhude inancıdır. Zaman gösterdikleriyle, mekân gördükleriyle terennüm eder. Ânın ve anlamın anlattığına ses olan, kırılgan; zamanın ve mekânın kudretine bakış olansa, dalgındır. İnsan, yani o kırılgan ve dalgın varlık, hikâyesinin zamanına yetişemediğinde önünü ardını bir eşikte bırakacağı mekânların kapısında bekler.

Uğur Nazlıcan’ın Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan ilk kitabı Bir Dükkânı Beklemek, zamanın ve mekânın insan hayatındaki belirleyiciliğini (insan yaşayıp giderken farkına varamasa da) gölgesinden sakındıklarını dilinin ucunda taşıyanların anlattıklarıyla ve yalnızlıklarıyla aktarıyor. Zamanın gösterdiklerine mekânın gördüklerini ekliyor. Kitabı oluşturan on dört öykünün her biri hem bir önceki öykünün anlattıklarından sonra hem bir sonraki öykünün anlattıklarından önce yerini buluyor. Kendi içine kapanan, kendi dışına açılan, açıldıkça ağırlaşan, kapandıkça hafifleyen ve nihayetinde tekrar en başa dönen, yaşananları ve yaşayanları çoğaltan bir yer arayışı olduğunu söyleyebilirim bu döngüselliğin ki öyküler tamamlandıkça bu anlatı biçiminin yazar tarafından neden tercih edildiği daha anlaşılır oluyor. Köpek ile Kar öyküsüyle köpek, oğul ve baba arasındaki bekleyişe, yorgancı dükkânının kaderine bir iğnenin ucunda iplik olan zamanın diktiklerini ekleyerek başlıyor Bir Dükkânı Beklemek.

Karakterler arasındaki geçişi, çoklu anlatımın olanaklarıyla sağlıyor. Öykü karakterlerinin sıklıkla seslerini duyuran mekânların biçimlendirdiği algıları, bedenlerine tahakküm eden (dönüştüren) zamanın evreleriyle ve bağlamıyla iç içe geçiyor. Sokaktaki lacivert arabanın sessizliği, öykü boyunca üç özne arasında yaşananları en çok dile getiren oluyor aslında. Gören o, susan o ama en çok şeyi bilen de o. Kitabın başlangıcındaki bu detay bize diğer öykülerin devamlılığı hakkında fikir veriyor; sessizliğin en şiddetli konuşma biçimi olduğunu kavramamız gerektiğini, mekânların ve nesnelerin sesini işiteceğimizi (karakterlerin yalnızlığını kitap boyunca en iyi anlatan mekânlar ve nesneler), onların neyi nasıl ifade ettiğini önemseyeceğimizi. Böylelikle zaman/mekân arasındaki çelişkinin kapısı aralanıyor ve birbirlerine kırgınlıkları, dalgınlıkları ve yalnızlıklarıyla yaklaşan karakterler hayatlarının durgunlaşan hissedişlerini, duygularının kalıntılarını, baktıkları aynalarda gördüklerini sandıkları üzerinden temizliyor. Bir oluş halinde kendine ait olanı bilen insanla, bir devamlılık halinde başkaları tarafından bilinen, görünen ve izlenen olduğunu kabullenen insan, öykü karakterlerinde cisimleşen yalnızlığın tezahürü. İlk öyküden son öyküye kadar bekledikleriyle hemhal olan karakterlerin yalnızlığının metaforik bir anlamı olduğunu ve bu anlamın öykülerde sessizlik dolayımıyla belirginleştirildiğini söylemek sanırım yanlış olmaz. Yalnızlık sessizliğin, sessizlik de yalnızlığın metaforuysa biçimsel olarak birbirlerine bağlı, ifadeleniş açısındansa birbirlerinden ayrı olduklarını kabul edebiliriz*: Yalnızlığın ve sessizliğin duygusal birer figür olarak insanı karşı karşıya bıraktığı düşünce ve duygulanım genişleyen bir etki alanına sahip. Bu metaforik eşiği anlatan dil olmadan insanın hissettiklerini -soyutluğu ve somutluğuyla- anlatabilmek pek mümkün değil haliyle. On dört öykü, bu metaforik dilin çoğalttığı anlamla beraber ilerliyor.

Bir Dükkânı Beklemek, kendi varlığına özne, başkalarının bakışıyla görünen haline nesne olan insanların sırlarını bulmak için uğraşırken gerçekle hayal arasında kaldıkları mekânları, zamanın ucuna tuttuğu aynayla bilinçdışında kalanlarla karşılaştırarak seyrettiriyor. Tıpkı bir resmin motifi gibi, karşıdan bakıldığında renklerle ve çizgilerle birbirine karışan detayları gizleyen oluşum aşamalarının katmanlarını teker teker açan Uğur Nazlıcan, yine bu resim motifiyle hayatın evrelerini gösteriyor**: Herhangi bir somut deneyime karşılık gelmeyen bu evreler, anılarıyla ve imgeleriyle muğlak olmaları nedeniyle insan hafızasında birdenbire canlanmazlar. Hayatın evreleri olan bu resim motifleri, hem ifade edilenleri hem gizlenen gerçeği yansıtırlar.

Bir Dükkânı Beklemek ikinci öyküsü Buhar’la bu yansıtmanın etkilerine odaklanıyor. Bazen bulanıklaşan bazen bir kubbeye dönüşen yüzlere, buhar gibi dalgınlıkla yükselen seslere, sesi sürükleyen bedenlere, kirleriyle yeniden yaratılan insanlara yer açıyor. Hamamın kapısı, duvarlarında birden görünüp birden kaybolan suretlerin dolaştığı kubbeden, divanlardan, kürsülerden, kırık sandalyelerden, gazoz kasalarından müteşekkil yeryüzüne, insanın azalıp eksildiği, çoğalıp taştığı uzama açılıyor. Hamamın taş duvarlarından gölgelenen, Manav Hacı Resul’ün kendi taziye yemeğini yerken yanında duran kedinin varlığına suret oluyor. Bakılanla görülenin sırat köprüsüne, hayatın mesafe kadar mesafe olan uzaklığına incecik bir çizgi daha çiziyor böylelikle yazar.

Kitabın Bir Kahvehane Rivayeti bölümüne okur ilk üç öyküde bu öğrendikleriyle yani geçmişin gelecekle olan hesabındaki eşiğe ulaşarak başlıyor; içerideki Şerif Ali’yle dışarıdaki Şerif Ali’nin varlığının suretine, kendi gölgesini yansıtıyor. Bölümün içindeki altı öyküde de kâh camekândan dışarı bakarak unutup umursamadıklarını arıyor kâh dışarıdan camekânın ardını görmeye çalışarak yansıyandan bir ihtimali bulmaya çalışıyor. Bu arayış kahvehanede oturanları (varsa), kahvehaneden dışarı bakanları (bakıyorlarsa), kahvehaneden çıkanları (çıktılarsa), kahvehaneye gelenleri (geliyorlarsa) nasıl gördükleri ve nasıl göründükleri sorusuyla meşgul ediyor. Tedirgin meşguliyetlerin, suretinin peşinden koşmak isteyenlerin, çocukluğunun altına bir sandalye çekenlerin, gençliğinin şekerini yetişkinliğinin çayıyla karıştıranların mekânına zaman, pek tabii camekândan sızıyor. Şerif Ali, Solak Rıza, Ocakçı Kamil, Uğur, Kara Mithat, İlyas Usta farklı zamanların aynı kişisi mi bilmiyoruz, okur her öyküde aynı okur mu onu da bilmiyoruz; lakin zaman, hayattaki önemini yitirdikçe aslına yanaşanları ve aynalarla yaklaştıkları suretlerinin arkasında gölgesinin kime benzemediğini hatırlayanları duyumsatıyor Bir Dükkânı Beklemek’te. Geçmişine gömülerek yaşayan kahvehane, içindeki insanların üzerine kapanıyor. Sonraki öyküler bu kahvehanede gölgesinin geri dönmesini bekleyenlerin peşini bırakmadan başka gölgelerin peşine düşenlerin öykülerini birleştiriyor diyebilirim. Mahfuz’un Bir Mavi Arabası’nda taşıdığı matbaa makinesine sıkışan kâğıt, Piyangocu Sadi’nin elindeki piyango biletine, biletlerin arasından Filmci Kerem’in sinemanın önünde dağıttığı kasetlere, kasetlerden kırtasiyeci Ferhat Bey’in Sabahı’nda düşlediği insanlara, düşlenen insanlardan Bir Cambazın Fotoğrafı’nda Erhan’ın fotoğrafı çekilemeyen suretine karışıyor. Gölgeler suretleri, suretler aynaları, aynalar korkuları, korkular camekânları, camekânlar sükûneti arıyor. Sanki aynı sokağın kaldırımları boyunca sıralanan dükkânların birinden çıkıp diğerine girerken okura kendi korkularıyla kabullendiklerini o hep sessiz duran lacivert arabanın yanında bekleyerek gösteriyor Uğur Nazlıcan; hayatın kader deyip geçtiklerine, yaşadıklarına kader deyip geçemeyen karakterlerinin sükûnetle ve sabırla anlattıklarını iliştiriyor. Öykülerin dönüp dolaşıp geldikleri yer; öykülerin dönüp dolaşıp geldikleri yer oluyor.

Bir Dükkânı Beklemek, özne ve nesne arasındaki geçişlerini çoklu anlatımla derinleştiren bir kurguya sahip. Mekânlardaki nesnelerin sesi ve hareketi ister dışarıda ister mekânın içinde olsun karakterlerin bedeninde yankılanıyor ve iz bırakıyor. Karakterlerin özellikle kulaklarına, kulaklarında büyüyen ve küçülen yaralara yapılan vurgunun belirgin olduğunu söyleyebilirim. Kendini kendinde bir varlık olarak duymak isteyen insanın mekânla kurduğu ilişkinin bir yansıması bu durum (algılayışı biçimlendirmesi bağlamında). Dolayısıyla beden (gölgeler ve suretler) nesne olarak biçimlenen, mekânlarsa özneye dönüşen birer alan öykülerde. Uğur Nazlıcan zaman vurgusunu metaforlarla yapıyor. Yağmur ve kar, aydınlık ve karanlık, camekân (ardından bakılınca akan ve önüne geçilince duran zaman) ve sükûnet zamanın seyrini belirleyenler. Bu çoklu anlatımda en önemli nesne ise; ayna. Gören, gösteren, saklayan, sunan, tamlayan, parçalayan aynalar aynı zamanda karakterlerin düş/gerçek ayrımını yapmalarını da mümkün kılıyor. Bir korkudan, bir önceki korkusuna kaçarak kurtulmaya çalışanların önündeki perdeyi kaldıran aynalar öykülerdeki sureti handiyse aslına benzetiyor. Bir Dükkânı Beklemek, “kısacık bir an için kendine yükselmiş, sonra gerisin geri kendine inmiş hepimiz gibi” şu soruyu sorarak en başa dönüyor elinde tuttuğu aynayla: “şimdi ne yapacağım ben?”

Funda Dörtkaş – edebiyathaber.net (9 Kasım 2018)

* Borgna, Eugenio. (2018), “Ruhun Yalnızlığı”, Çev: Meryem Mine Çilingiroğlu, syf. 29-31, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları.

** Auge, Marc. (2018), “Yaşsız Zaman-Kendi Etnolojini Yapmak”, Çev: Öncel Naldemirci, syf. 41, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları.

Yorum yapın