Azameti hayattan, anlattıkları insandan: Duvar | Funda Dörtkaş

Haziran 22, 2018

Azameti hayattan, anlattıkları insandan: Duvar | Funda Dörtkaş

İnsan hayatının büyük bölümü içinde yaşadığı yerleri çevreleyen, sınırlayan, derinliğini kestiremediği dış duvarlar ile kesinliklerini ve olmazlarını saklayan, genişliğiyle pek ferahlatmayan, varlığıyla teselli etmeyen duvarlar arasında geçer. İnsan, çaresini duvarların etrafında arar; mutsuzluğunu büyütür, ruhunun karanlık kalan yanlarını dolaştırır. Duvarlara bakar, duvarlarla konuşur. Var oluşunun yegâne izleyicisi gibi üstünde yükselenin varlığı, kuvvetle muhtemel her şeyden ve herkesten muteberdir. Hakikati hakkında kuşku duyanın hamlığını, üzerindeki rengin niyetine görünür kılan duvarların dili olsa neler neler söyler bilinmez; lakin coşkusunu soğukluğunda kutsayamayanın hüznünü pürüzlerinde saklar. Bir duvar örmek için önce etrafındaki tozlar süprülür. Sonra hiç boşluk bırakılmadan örülür, birbirine bağlanır. İç içe geçsin diye beklenir. Tozu heba, zamanı feda eden şunu atlar; duvarda bir çatlak her zaman vardır. Ve orası olanı biteni görerek kaydedendir. Gözün gördüğü, dilin döndüğüne istinasız boyun eğer. Hakikate kayıtsız bırakan bu boyun eğiş, kuşkusuz bir başka duvarın çatlağına söz olur.

Soner Sert’in İthaki Yayınları tarafından basılan ilk öykü kitabı Duvar, adının alegorisini öykülerinde saklıyor. Dokuz öykünün her birinde, yaralanmış insanlık hallerini insan zihnini odaklayarak anlatıyor. Duvarların ardından ya da önünden… Sosyolojik, politik ve tarihsel şartların etrafında, toplumsal baskı mekanizmalarına bir karşı duruş olarak insan zihninin en derinlerinde yer alan, saklanan, korunan ve bastırılmış hislerini kendisine ve yaşadığı topluma yabancılaşmasının ekseninde anlatan Duvar, içinde yaşadığımız karanlığın tam merkezine yerleşiyor. Birbirini önceleyen ya da sonlayan bir anlatı zeminine değil, her karakteriyle bilinenle bilinmeyen arasındaki duvarın kırılan, çöken ve çatlayan yerine göz oluyor. Önce görüyor ve sonra gösteriyor. Bu bağlamda kitaba başladığınız an öykülerin toplumsal gerçekçi anlatı nitelikleriyle örülmüş olduğunu düşünseniz de ilerledikçe politik-gotik anlatımın keskin olmayan sınırları ve ifade biçimleriyle karşılaşıyorsunuz. Başka türlüsünün olmasını isteyen, arzulayan, hayal eden insanların hayatlarına ait kesitlerin uzun ve karanlık koridorlarından geçerken aynı onlar gibi kendinizi dışlanmış ve yalnız hissediyorsunuz. Öykülerdeki olaylar, bu olayların geçtiği farklı mekânlar ve içkinlik içinde aşkınlık oluşturan* zaman, öykülerin hayat ve hakikat arasındaki çemberini biçimlendiriyor: Öykülerin karakterleri hem içinde yaşadıkları zamansal tarzları hem yazarın kurmaca deneyimini çevreleyen düşsel kimlikleri hem de okurun yaşamıyla rastlaşacak çatışma unsurlarıyla kitabın içinden dünyaya yansıtılan oluyorlar. Böylesi bir anlatısal kavrayış, okuru içinde yaşadığı zamanın karanlığıyla yüzleştiriyor.

Politik-gotik anlatının perspektifinden bakarak*; hak, adalet, intikam (insanın gerek kendisine gerek diğerine yönelik olan), haksızlık karşısında zor durumda kalma ve çaresizlik, yalan, yabancılaşma, yalıtılmışlık, dışlanma üzerine yoğunlaşan öykülerin, insan zihnine ve ruhuna huzursuzluğun parçalarını bıraktığını söyleyebilirim. Şüphesiz bu huzursuzluk, sorgulamak, anlamlandırmak ve dehşet duyduğu anlarda okura hakikati duyumsatmak için düşünülmüş önemli bir motif. Akılla açıklanmaya çalışılanın biçareliğine, duyguların değişik zeminlerdeki yalpalayışına gönderme aynı zamanda. Öteki olarak görülenden, insanın kuytusundaki sırlarına, kötülüğü ve iyiliği arasında bocalayışından, kendisindeki öteki ile yüzleşmesinin yıkımına değin insanın varlık olarak itibarını zedeleyenleri anlatan Duvar, alegorik çağrışımlarıyla karakterlerinin zaaflarını, yaşarken eksik kalan yanlarını ve bastırdıkları duygularını da detaylandırıyor. Zihin, ruh ve beden, öykülerde hem yüksek duvarları ören hem de duvarın arkasında kalana o duvarları yıkması için cesaret veren (ki her zaman yapıcı bir cesaret değil) gizil, güçlü yapılar olarak konumlanıyor. Bu bağlamda politik-gotik anlatının psikanalizle iç-içe geçen dünyası, öykü karakterlerinin geçmiş-şimdi algısında cisimleşiyor. Hayata ve insanlara uyum sağlamakta zorlananların karşılaştıkları olaylara ilişkin tepkilerinin öykülerdeki izdüşümü; kabullenmek ve reddetmek, ölmek veya öldürmek,  yaşamak ve yaşatmaya çalışmak şeklinde. Bu nedenle hayatta kalabilmenin utkusunu kötülüğün kesif karanlığına direnmeye çalışarak arayanların gözünden, bizlerin etrafındaki duvarlara yansıtarak anlatmayı tercih ediyor Soner Sert.

Kılıç Artığı öyküsünde; ailesi katledilen Artin’in emanet edildiği komşu evinin oğlu tarafından öldürüldüğü an yuvarlanarak yere düşen gözü, Oğul öyküsünde babasının gözünden sakındığı oğlu İsmail’i tarlada çalıştırmak zorunda kalışını ve bir oğulu böylece kurban edişini görüyor. İsmail’in artık yaşayamayacağı çocukluğu, Artin’in elinden alınan çocukluğuna ekleniyor. Muktedirin kılıcının keskinliği köyünden başka bir yerde yaşamamış, yaşayamayan Şikran’ın fındık ağaçlarının dallarında bileyleniyor ve Fide öyküsünde Yolbilen köyünün göğü ateşle harlanırken yanan ağaçların dallarına sarılan Şikran’ın elleri, Düşman öyküsünde askerliğin düşman bellettiklerini kalbine düşman edemediğinden aklının zincirlerini kıran Taner’in diğer askerlerce öldürülüşünden sonra hayata hakkıyla bakamamış gözlerini kapatıyor. Konformist öyküsünde devre uyum sağlama gafletine düşen Enver’in hırsa, paraya ve güce tamah eden ruhu aradığını hiç bulamazken, İşçi Sınıfı Cennete Gider’de umuduna sarılıp, emeği katledenlere, yoksulluğa, dışlanmışlığa inat yaşamayı sürdürmek için sebebi hayattan soran Apo’nun çaresizliğine duvar oluyor. O duvar, Yangın öyküsünde Aylin’in kocasını kaybettikten sonra hastalanan kızını iyileştirecek çareyi bir başka çocuğun bedeninden çıkararak şifalandırma arayışında yükseliyor. Daha sert ve daha belirgin. Cezaevindeki Kadim’in depremle yıkılan Duvar’ın boşluğundan özgürlüğe kavuşmadaki kararsızlığını gölgeleyen, Ape Kadir’in torunu Sait’in turistlere anlattığı türbe hikâyesinden kazandıklarıyla annesinin avuçlarına bıraktığı Lepik’in üstünde büyüyor.

Kurban kimdir, kurban edilen nedir, cehennem denilen yer dünyanın kendisi midir, sırlar ne zaman açığa çıkar, insan kendisinden neden korkar, akıl ve duygu neden hiç yenişemez, hangi eşik insanın kötülüğünü dizginleyendir sorularına gizlenmiş sırlarıyla ve nefretin, bencilliğin insanlığın yeni karinesi olarak izah edilişine itirazıyla Duvar, masumiyetin ve mahremiyetin yok oluşundaki trajikliğin izlerini de sürüyor. Yaşam ve ölüm arasındaki zıtlığı/ikilemi öykülerde yüzleşme aracılığıyla somutlaştıran Soner Sert, hakikati geçmişin duvarlarının sakladığı yerden görmemiz, çıkartmamız için o duvarın üstünde küçük bir delik açıyor. İçinde yaşadığımız karanlık, korkulu, tedirgin ve tekinsiz uzamdaki yalnızlığa ve çaresizliğe alegorik gerçekliklerle uzun yanıtlar veriyor öte yandan. Öyküleri tamamladığınızda hissedeceğiniz bitmedi, tamamlanmadı duygusu tam da kitabın bütünlüğüne uygun biçimde hayatın muğlaklığına bir atıf aslında. Duvar, bir toplumun gündelik hayatının odağında inşa edileni yıkıyor ve okura, kendi tahayyülünün öreceği duvarların anlamını bırakıyor.

Funda Dörtkaş – edebiyathaber.net (22 Haziran 2018)

* Ricoeur, Paul. (2016), “Zaman ve Anlatı”, Çev: Mehmet Rifat, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları.

* Mull Pala, Çiğdem. (2008), “Gotik Romanın Kıtalararası Serüveni”, Ankara, Ürün Yayınları.

Yorum yapın