Alacakaranlığa şiir yakışır! | Gönül Kıvılcım

Eylül 16, 2013

Alacakaranlığa şiir yakışır! | Gönül Kıvılcım

Portakal çiçekleri kokan kasabanın sokakları öyle tanıdıktı ki ezbere biliyordum neredeyse. Sabahları, akrep ve yelkovan bir tatil kasabası için afyonun patladığı saatlere henüz gelmemişken, nehri takip ederek çarşıya yürüyor, narenciye bahçelerinin, etrafında sağlıklı tavukların koşturduğu evlerin, tüyleri pırıl pırıl kasabalı kedilerin ve kepenkleri açılmamış dükkânların önünden, onları her yaz görüyor olmanın verdiği dostane duygularla geçiyordum.

O gün, gümüş tezgâhının hizasına geldiğimde duraksadım. Gözlerinden hâlâ uykunun ılıklığı akan tezgâh sahibi arkadaşımın elindeki kitaptan başını kaldıracak hali yoktu. Beni fark etmedi bile. Kasabada derin sohbetler yapabildiğim ender insanlardan biriydi, memleket halini, manşetlerden seslenen ölümleri, hep özlediğimiz ama bir türlü kavuşamadığımız o geniş bahçeyi konuşurduk fırsat buldukça. Sıkılmış limonlara dönmeyeceğimiz, sırtımızda taşıdığımız dertlerden azade bir bahçe olmalıydı, böyle söyleyerek avuturduk kendimizi. Selamımı karşılıksız bırakmayacağını bildiğim için adını seslendim. Derhal kitabı indirdi, sanki geceden kalma rüyaların buğulandırdığı bir sesle yeni demlediği çayını paylaşmamı önerdi.

Çay, uzaktan adını seçebildiğim şiir kitabı ve sönmemiş bir aşkın anısını değilse de hüznünü paylaşma arzusu… Sessizce yanındaki alçak tabureye oturdum. Sabahın dinginliğini bozmaktan korkar gibiydik ikimiz de. O çay doldururken kitabın sayfalarını karıştırdım. Kasabanın hoparlöründen çatlak bir ses “Cami avlusundaki balık satış yerine taze çupra, levrek, kefal” geldiğini duyuruyordu; ilanı dinledim. Yataklarında tutkuyla sevişen çiftler olmalıydı belediyenin anonsu için birkaç saniyeliğine duralayan. Arkadaşımın bu şiir düşkünlüğü, dalgınlıkları… Bir şeyler berraklaşıyordu zihnimde ama emin değildim. Anonsu yapan kadının pürüzlü, uzadıkça uzayan sesi. Yasemin kokan sokaklardan geçerek gelmiştim buraya. Ezberimde gözleri kendinden sürmeli genç bir adam. O kasabada yoktu artık ve hayatımdaki tüm dengeleri değiştiren aşktan bahsedecek kadar yakın değildim arkadaşıma. Buna rağmen, aşkın aurası ayan beyan duruyordu ikimizin ortasında ve bunu hissettiğim için meraklı bir dedektifçesine ipuçları aradım etrafta. Arkadaşım evliydi, durup dururken karısına yeniden abayı yakmamıştı herhalde ve evli erkekler durup dururken deli gibi şiir kitabı okumazdı; neler oluyordu?

Neler olduğunu boş verdim ve daha sık ziyaret ettim onu. Memlekette şiir seven okurların raflarından eksilmeyen, pek çoğumuzun ezberini bozmuş şairlerin değişik kitapları oluyordu elinde. Bir gün Turgut Uyar, ertesi gün Edip CanseverOnun yanında sabırla oturuyor, çayımı yudumluyor, arada tezgâha uğrayan turistlere bakıyor ve işini bitirdiğinde şiirlere dönmesini bekliyordum. Etraftaki yaprakları kıpırdatacak kadar belirgin bir heyecan fırtınasıyla okuduğu şiirleri dinlerken dalıp gitmeme yol açanın kim olduğu sorusu hiç sorulmadı bana, ben de arkadaşımın neden böyle birdenbire ayet gibi şiir okuduğu gerçeğiyle yüzleştirmedim onu. İkimiz de aşktan söz etmedik kısacası, ama aslında saatler boyu hep o iç kanatan duygunun etrafında dolanıyorduk.  Elimizdeki dizeler aşk yaralarımıza o an bulabildiğimiz en iyi ilaçtı çünkü.

Narlar dallarda olgunlaşırken tekrar tekrar gittim oraya, aynı coşkulu duygular tekrar tekrar birleştirdi bizi,  ne var ki son ana kadar gerçeği asla itiraf etmedik birbirimize.

Şiire boyun eğdik, aşka boyun eğdik, hayata boyun eğdik.

“Tütün ve tarih” koyduk torbamıza. “Şafağın bin yıllık anlamını” koyduk.

kilitleyin yüreğinizin gizli kalelerini

 Anka ve Anahtar, ikinci bir emre kadar

Kaf Dağının ardına gitti, diye öğütlüyordu şair.

Murathan Mungan okuyorduk deli gibi. Onun coşkulu, insanı pençesine alıveren ve hani neredeyse aşkın kendisi gibi çığ olup üstümüze düşen dizelerine sığınıyorduk.

Şiir en güçlü damardır bizim edebiyatımızda, iyi romancıdan daha fazla iyi şair sayabiliriz bir çırpıda. Gülten Akın’ın şifalı sular gibi insanı dirilten dizeleri, Edip Cansever’in kurşundan da ağır ve okudukça daha ağırlaşan şiirleri, Cemal Süreya’nın afrodizyak cümleleri ve daha yeniler,  okunduğunda her biri farklı bir tat bırakan, en az geçmiştekiler kadar güçlü soluklar,  Bejan Matur, Birhan Keskin, Didem Madak, Lale Müldür, Ahmet Erhan…

Yaz şiire karışıyordu, şiir yazın bunaltıcı sıcağına. Yazgımıza dair bir şeyler söylüyordu elimizdeki sayfalar. Bu coğrafyanın doruklarına, gecelerine, hurafelerine dair yüklü şeyler. Yükümüzü almıştık. Aşk ve şiir koymuştuk torbamıza. Yalnızca dışarının değil gövdemizin içindeki sıcaklık, açığa vuramadığımız aşkın harareti de bunaltıyordu. Kristalimsi bir ter damlası göğüslerimin arasından aşağılara yuvarlanıyordu.

Sonra bir gün ne olduysa oldu. Tezgâhın dibinde biten o genç kadın, bizim arkadaşın tarif edilmez sevinci, onu nereye oturtacağını bilemeyişi. Şiir kitaplarını kenara çektik elbette. Ben, arkadaşımın karısını da tanıyor olmanın verdiği suçluluk duygusuyla, şiir düşkünü arkadaşımın yerine, korkarak seyrediyordum sahneyi. Her an basılacakmışız, şiir, paylaştığımız içten saatler elimizden alınacakmış gibi.

Kimbilir kaç şiire sarılmıştık arka arkaya. Kaç şiir harcamıştık aşkı anlamak için, anlayamadıklarımızı içimizdeki çukurlara gömmeye, kaç şiir. Ama sadece biz değildik şiire bunca düşkün olan. Annemin kurduğu rakı sofralarında ezberden okuduğu şiirleri mezelik yapan babam da, Karaköy semt kitabını hazırlarken yoluma çıkan, İstanbul şiirlerini tozlu raflardan çıkartıp hevesle okuyan şiir meraklısı Perşembe Pazarı esnafı da, karaladıkları acemi satırları sanal âlemde beğenimize sunan genç şairler de şiire muhtaçlardı aslında. Peki ama neden? Neydi onları şiire muhtaç kılan?

Aşkın bir hali yoktur bin hali vardır ve bini için de şiir konuşur.

Aşkı yaşayamama halidir bazen şiir, bazen eksik yaşama, bazen de yanlış yaşama hali. Şiir, boşa harcanmış aşkların ve hayatların şifasıdır bu diyarlarda. Bir pınar gibi kopup gelir dağlardan.  Ondurur, iyileştirir. Kendimizi tanırız ona baktıkça, memleketi tanırız, memleketin acısını. Memleketin de bir acısı vardır çünkü, tıpkı aşk acısı gibi.

Ülkenin bozkırına yayılmış, Ege’de incir ağaçlarına asılı, bir eylül akşamında karşımıza çıkıveren acıyı anlatma telaşıdır sanki lirizmin koynuna bu denli sık girişimizin sebebi. Yaşamları elinden alınmış gençlerin mezar taşlarını kanıksamak zor olduğu için eli şiire gider etrafımızdakilerin.

Alacakaranlıkta önce şiir okunur.

Doğru dürüst yaşanmamış ilk aşk için sarılır kaleme acıyla kıvranan âşıklar; ya da yaşanmış ve derin izler bırakmış sonuncusu için. Gerçekleştirilmemiş büyük projelere, hangi sokaktan karşımıza çıkacağı belli olmayan yoksulluğa, ne kadar özlersek özleyelim bir türlü nasip olmayan özgürlüğe denk düşen dizeler vardır öte yandan. İçimizdeki o uzak ülkeyi yakınlaştırır şiir.

Mırıldanırız.

ey büyük mezopotamya

iki bin yıllık gece

dön geri bak

kardeşlerim ölüyor kalbimin doğusunda (Murathan Mungan, Omayra)

Yetişemediğimiz yerde şiir bitiverir. Aklın yetişemediği yerde, aşkın çaresiz kaldığı, dilsizleştiğimiz yerde.

Sevgiliye bile itiraf etmediğimiz o cümleyi tekrar ederiz içimizden: şiir okuyorum, yoksa âşık mıyım?

Şimdi arkamda bıraktığım o gergin yazı, masamızdan eksik olmayan şiir kitaplarını, gökyüzünde nöbet tutan ayı kasabanın içinden akıp giden nehrin aynasında tekrar seyrediyor, hafiften gülümsüyorum. O yaz her şey iç içeydi aslında… Şairlerin dizelerinden öğrendiğimiz gibi yaşıyorduk aşkı; şairlerin dizelerinde tarif edilene tıpatıp uyuyordu aşkların bile ortasından geçen memleket hali.

Ve ikimiz için de kaygının kaynağı aşk olduğu kadar hikâyelerimizin malzemelerine biçim veren memleketti biraz da. Aşkın yaşattığı vecd halinin, hayal kırıklıklarının aynısını olmasa da aynı ayarda duygu dalgalanmalarını yaşatan memleket.  İkisinden de kaçış yoktu, yürekte ince bir sızı bırakan memleketten ve aşk kırgınlıklarından.  Onun için bugünden bakınca yukarıda kurduğum cümleyi şöyle de yazabiliriz diyorum: şiir okuyorum yoksa ben de mi bu çorak toprakların çocuğuyum?

Gönül Kıvılcım – edebiyathaber.net (16 Eylül 2013)

Yorum yapın