Zeki Demirkubuz “Yeraltı”ndan konuşuyor

Nisan 13, 2012

Zeki Demirkubuz “Yeraltı”ndan konuşuyor

‘Yeraltından Notlar’ herkes için ayrı sonuç çıkabilecek bir metin. Sizin hareket noktanız neydi? Camus’den uyarladığınız ‘Yazgı’nın karakteri biraz daha nötrdü. Ama buradaki karakter çok daha karanlık ve onun derinine inmiş gibi. 
Aslında ben tek bir film çekiyorum. Karakterler, onların şekilleri değişik oluyor. Hatta dün bir arkadaşla konuşurken, ‘Masumiyet’ ve ‘Kader’in karakteri Bekir ile bu filmin karakteri Muharrem arasındaki bağ çıktı ortaya: Akıldışı olma hali ve kendine zarar verene duyulan eğilim. Ben bunu hiç düşünmemiştim. Bunları otomatik olarak sezgilerimle yaptığımı fark ettim. Artık şuna dikkat etmeye çalışıyorum; ben sinemayı iyice basitleştirmeye karar verdim. Bir filmi yaparken bu meselelerin hareket noktası olmasına dikkat edip, bunu sağladıktan sonra meseleyi unutup insanlara gözleriyle izlediği bir şey sunmanın sorumluluğuyla, en basit, en sade bir yaşam hali sunma çabasındayım. Yani gerçeklik duygusuna en yakına ulaştırma çabası. Öteki filmlerimden farklı olarak bu filmde bunu başardığımı düşünüyorum. Bazı sanatsal komplekslerimden giderek kurtulduğumu düşünüyorum. Sanatsal ya da felsefi komplekslerimden. Bu durum beni de rahatlattı. Yani şöyle düşünüyorum: İnsanın akıldışı yanına dair bir film yapacağım ve bunu da en basit, en gündelik, en sıradan şeylerle bezeyeceğim. 

Muharrem karakterini yaratırken de bu düşüncelerle mi hareket ettiniz? 
Bir yönetmenin kendini yaratıcı ya da Tanrı yerine koyup keyfiyetleriyle hareket etmesini, filmini güzel kılacak işler yapmasını haksızca buluyorum. Bu bana uzak ve utanç verici. Ben filmlerini özgürlüklerimden çok sorumluluklarımla, haklarımdan çok mecburiyetlerimle ele alan biriyim. Yani bir tasarımcı edasıyla çekmiyorum. Bu filmleri de sahte buluyorum. Bu yüzden karakterlerimi önce tasarlamıyorum. Bunların bende olan yanlarını düşünüyorum, gözlediklerimi düşünüyorum, duygusunu ediniyorum ve o duyguya büyük bir sorumluluk ve sadakat duyarak ilerlemeye çalışıyorum. 

Peki, Muharrem ile aranızda benzerlikler var mı? 
Ben Muharrem gibi olsaydım şimdiye kadar iki eleştirmen vurup, üç tane sinemacı öldürmüştüm (gülüyor.) Taner Birsel bir röportajında benim için şöyle demişti: “Bu adam yönetmen olmasaydı, kesin hapiste olurdu.” Ben ortaya kişiliğini koyan. geldiği dünyanın terörünü taşıyan biriyim. Bu yazılanları çizilenleri ciddiye alsam akşama kadar elimde sopa adam kovalardım. Ama şunu da söylemek lazım. Muharrem ‘Yeraltından Notlar’ kitabının bir parça esin kaynağı elbette. Muharrem benim yıllardır gözlemlediğim bir yığın karakter aslında. 

Bir önceki filminiz ‘Kıskanmak’ta geçtiği döneme sadık kalmıştınız. Burada ise bugüne ve Ankara’ya taşıyorsunuz hikâyeyi. Ankara olmasının nedeni sadece memur kenti olması mı? 
‘Yeraltından Notlar’ın geçtiği Saint Petersburg bende birazAnkara olarak kalmış. İstanbul’da yalnızlık duygusu banaAnkara’daki gibi gelmiyor. Ankara’da daha düz. Sonra gece hayatı, barları… Ankara’nın şairleri, yazarları birbirlerine karşı çok acımasızdır. Ben Ankara’da yaşamadım ama dışarıdan gözlediğim haliyle bana bu duyguyu verdi. 

İlk defa bir filminizde kitaptan bazı bölümlerin söylendiği ‘dış ses’ kullanıyorsunuz. Oysa filmin buna pek ihtiyacı yok gibi sanki. 
Bunu garantiye aldıktan sonra dış ses kullanmaya karar verdim zaten. Bunu denemek istedim bu filmde. Özellikle iyi Amerikan filmlerinde sevdiğim bir şeydi. Buna da öyle başladım ama giderek korkaklaştım. İlk başlarda çok yoğundu, epik bir filmdi. Amerikan sinemasının iyi epik örneklerinden biri gibiydi. 

Filmde Engin Günaydın’ın performansını görünce “Başkası olmazmış” duygusu geliyor. Siz ne düşünüyorsunuz onun performansı hakkında? 
Engin’e ilk karar verdiğimden itibaren bir sürü insan bana “Başına iş alıyorsun” dedi. Kaldı ki ‘Yazgı’daki deneyimimiz bence sonuç olarak çok iyiydi. Ama çok zor bir iş yaptık orada. Hatta Engin o filmden sonra bir daha onunla çalışacağımı bile düşünmüyormuş. Ben klasik yönetmenler gibi değilim. Oyuncuyla kötü olmak dahil her şeyi göze alırım. Çünkü benim amacım her ne pahasına olursa olsun kafamdaki sahneyi çekmek. Engin’le çok zor günlerimiz de oldu. Benim böyle bir adam olmam, onun da inanılmaz dürüst ve saf, hayatımda gördüğüm en masum insanlardan biri olması bütün o en baştaki zorlukları aşmamızı sağladı. Ben artık Engin’e başka türlü bakmaya başladım. Engin’i insan olarak hissedersen onunla inanılmaz şeyler yapabilirsin. Ayrıca entelektüel olarak da beni etkileyen az sayıda insandan birisi. 

Son dönemde Twitter’da da aktifsiniz. Bir gittiniz, tekrar döndünüz. Nasıl bir ilişki kuruyorsunuz? 
Ben her şeye geç başlarım. Cep telefonunu da 4-5 senedir kullanıyorum. Hiçbir şeyi de küçümsemem. İnsanın elinde bir şey en yüce haline de çıkar, en aşağılık haline de iner. Hele de Türklerin elinde. Bir ara keşfettim. Mantığını çözdüm ve ilgimi çekti. Düzgün bir ilişki kurmanın aracı olabilir diye düşündüm. İlk günlerde gitmemin nedeni de şuydu: Bir sürü çakal türedi. Bir anda kibir oluştu bende, “Bunlarla ne muhatap olacağım ki” diye düşündüm. Ama sonra bu adamların zaten başka sanal ortamlarda da yeteri kadar varlar. Tekrar döndüm. Bloglamayı falan da öğrendim. Hayatta da keşke bunun bir karşılığı olsa… Bir yanıyla da şöyle bir faydası var: Ben gücüm olduğu halde fildişi kulesinde yaşamayı seçen biri değilim. Son zamanlardaki klasik tanımla varoş aydınıyım ben. Kendimi bunun karşısına konumlamak da hoşuma gidiyor. Bir de aklıma gelen şeyi üç gün bekleyip ondan sonra koyuyorum oraya. 
 
Futbolu özellikle de Beşiktaş’ı takip ediyorsunuz. Hafta sonu play off başlıyor. Ne dünüşüyorsunuz? 
Bu sezona inanmıyorum. Bu işleri düzenleyenler de inanmıyor.Türkiye’nin yasaları, gündelik çözümleri gibi oldubittiye geldi her şey. Futbolun duygusu, insanların şikeden en çok şüphelendiği zamanlardan bile geri bir noktaya düştü bu sene. Bırak play off’u, ben en zayıf takımla maçtan üç gün önceden başlayarak uyuyamazdım. Deplasmansa onun hazırlığını yapardım. Ama bu yıl aklıma bile gelmiyor. 

Peki Carvalhal’ın gönderilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? 
Benim bu sene Beşiktaş ile beklentim bizi utandıran bir şey olmamasıydı. Carvalhal de bu duygunun en iyi karşılığıydı.Futbol olarak zayıf biriydi. Ama zaten koca bir sene geçti bir şekilde, sezon sonuna katar kalmalıydı. 

Peki, bir futbol filmi yok mu görünürde? 
Son yıllarda üç tane futbol projesine çalıştım. Ama ben projeyi bitirdikten sonra bir süre bekletirim. Çekmeyi o hak etsin, beni bırakmasın diye…. Olmadı. Şimdi yine çalışıyorum, birfutbol filmine. Belki Raskolnikov’un günümüzdeki hali gibi birfutbol taraftarı hikâyesi. 
 
Yemek sahnesindeki göndermelerin bir kısmının Nuri Bilge Ceylan’a olduğu yazılıp çizildi. Var mı böyle bir şey? 
Bu işler Türkiye’de demek ki böyle yürüyor. Sen ne yaparsan yap herkes bildiğini okuyor. Benimle ilgili bir konu yok burada. Varsa bir şey bilen, bunu yazan, o zaman söyleyeceğim bir şey varsa söylerim. Ama bu böyle yok ‘sıkıntı’ lafı, yok bilmem ne gibi şeylerle olmaz. Ben ‘sıkıntı’ lafını Sergen Yalçın’dan öğrendim. Kaldı ki bu filmin ismi ‘Ankara Sıkıntısı’ oluyordu.Nobel’miş, Oscar’mış bunların üzerinden filmi tartışmak doğru değil. Bir bildiği olan adam oturur çatır çatır ne biliyorsa yazar. Onun üzerinden de her şey konuşulur. Ama böyle olmaz. 

Ama bu sahnede bir tür hesaplaşma durumu var. 
O sahnenin anlamını, duygusunu o sahnedeki bir replik söylüyor. “Sanki aramızda kan davası var” diyor elemanlardan biri, filmin kahramanı Muharrem de diyor ki, “Biraz mürekkep yalamış adamların arasındaki husumet kan davasından daha beterdir.” Ben duygusu en çok akıllı, kültürlü, bilgili insanlarda kendini gösterir. Bu insanlar akılları yüzünden yaşam ve olup biten hakkında en çok konuşacak kişi olduklarını düşünen, ben duyguları bencillik şeklinde en fazla gelişmiş insanlardır. Doğan Hızlan’a seyrettirdim ben filmi. Kendisi bu ülkenin en büyük entelektüel tanığıdır. “Zamanında Ankara’da böyle şairler vardı” dedi. Filmdeki o tartışmanın esası budur. 

Bu durumda Nuri Bilge Ceylan’a gönderme olduğunu düşünenler de kendi durdukları yerden mi bakıyorlar? 
Kendi durdukları yerden bakıyorlar tabii. Ama meseleye böyle bakanların durduğu bir yer yok. Öyle sanal ve yarım yamalak olmaz bu işler. Ama yıllardır benim de daha uzakta durmama rağmen sinema çevresinde, özellikle de Ankara’nın o sıkışık dünyasında bu bir olgudur. Türkiye’de düşünen, birazcık mürekkep yalamış insanlar arasındaki bir vakadır. Bu benim yıllardır ilgimi çekiyor. Filmdeki mesele de budur. Yani bir aklı olan ama benliklerini daha çok bencillik eğilimiyle geliştirmiş, başarı arzusuyla yanıp tutuşan ya da başarısızlıklar içinde kıvranan insanların bu acayip öfkesini anlatıyor. Şimdi ben üç yıldır bu filme uğraşıyorum. Yaşadıklarımı, çektiğimi ben biliyorum. Kim olduğu belirsiz sanal bir adamın ortaya attığı iki tane magazinel yüzünden senin emeklerin boşa gidiyor.

Söyleşiyi gerçekleştiren: Şenay Aydemir – Radikal (13 Nisan 2012)

Yorum yapın