Zamanda yolculuk: Kapalıçarşı | Sibel Gögen

Haziran 2, 2017

Zamanda yolculuk: Kapalıçarşı | Sibel Gögen

sibel gögenOsmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmed Han “Şehr-i İstanbul’un alınmasının kâfi olmadığını, asıl şehrin inşa edilip reayanın gönlüne girmek gerektiğini” buyurmuş ve Baş mimar Hayreddin’e payitahtın yeni başkentine çarşıların şahı Kapalıçarşı’nın imarını emretmiştir. Taşların sırrına eren Nazar Usta’nın iksiriyle çoğalan mermerler çarşıyı donatmış, dükkânlar bereketlenmiş, çarşı yüzyıllar boyunca şehr-i İstanbul’un gözbebeği olmuştur.

Yazar ve çevirmen Fuat Sevimay, mermerinden zanaatkârına, sultanından mimarına, esnafından müşterisine Kapalıçarşı’nın efsunlu ruhunu büyüleyici, destansı, masalsı ve oldukça da eğlenceli bir dille anlatıyor son romanında. Gerçekle hayalin, tarihle masalın iç içe geçtiği Kapalıçarşı okuru sadece çarşının sokaklarında, kubbelerinde, bedestenlerinde, kuytu köşelerinde değil, neredeyse beş yüz yıllık bir zaman dilimi içinde, yüzyıllar arasında keyifle gezdiriyor. Bir bakıyoruz Kristof Kolomb’la sonsuz denizin sonundaki Yeni Dünya’yı keşfe çıkmışız, bir bakıyoruz Fatih Sultan Mehmet Han’la İstanbul’u fethetmişiz. Trebizon ilinde bordo mavili forma giymiş Yeniçerilerin futbol maçını izlerken, 1894 yılında Kapalıçarşı’yı da yerle bir eden büyük zelzele, üç büyük yangın ve İstanbul’un işgali de dâhil, gelecekte İstanbul’un ve çarşının başına gelecekleri de aksakallı Pir’ den ve romanın kahramanlarından öğreniyoruz.

Fuat Sevimay’ın Mayıs 2017’de Hep Kitap etiketiyle yayımlanan ve 2015 yılında henüz yayımlanmadan Ahmet Hamdi Tanpınar Roman Yarışması’nda ödüle değer görülen destansı ve efsunlu “Kapalıçarşı” romanı, o her geçen gün biraz daha yitirdiğimiz çok renkli, çok milletli, çok dinli, çok dilli, çok kültürlü, estetiğe, zanaata, zanaatkârlara, bilgelere hürmet edilen zamanları âdeta burnumuzda tüttürüyor. Romanın oldukça kendine özgü, yer yer ciddi yer yer eğlenceli mizahi anlatım dili oldukça sıcak, samimi ve akıcı. Roman karakterleri ise her devirde karşımıza çıkan bildik, tanıdık Âdemoğulları; gönül gözü açılmış, dürüst ve sözünün eri olduğundan günümüzde tedavülden kalkmış Nazar Usta; paragöz, uyanık ve hırs küpü Hristo Ağa; aynı kadına âşık olan Cenevizli Giovanni ve Diangelo kardeşler (ki ileride Giovanni Civan, Diangelo ise Danyal adını alırlar); düzenbaz Kaptan Frederico; yüreği karalar bağlamış Mirza; herşeyi bilen ak sakallı Pir; üç kağıtçının ve tembelin önde gideni olmasına rağmen adı şans eseri Kahraman Kavafa çıkan Kavalalı Arif; iskele babası Baba İlyas, Hekimbaşı Yakub, Başmimar Hayreddin, yaşlı kavaf, midyeci, Çarşambalı hamallar, dönmeler ve daha niceleri… Yani her devirde başka başka isimlerle ve kimliklerle karşımıza çıkan Âdemoğulları. Sürekli romanın sayfaları arasında gezinen o göbekli martıyı bile daha geçenlerde Sarıyer sahilinde, üstelik bir edebiyat şöleninde gördüğümden adım gibi eminim.

Hristo’yu daldığı hayalden kaptanın yeni sorusu uyandırdı: “Stinpoli’nin her tarafı yenileniyor, akın akın insanlar geliyor, dünyanın başşehri oluyor diyorlar, doğru mudur Hristo Ağa?” Hristo, ibrişim kuşağının altında duran kesesini, yerinde midir diye bir kez daha yokladıktan sonra, “Doğrudur. Fatih Sultan bir yandan ülkesine ülkeler katıyor, öte yandan saltanatının başşehrini inci gerdanlık gibi imaretle süslüyor. Şu mavnanın deposunda götürdüğüm mermerlerim de yeni kurulacak çarşıya yol olacak, sütun olacak” dedi.

Romanda Ahilikten, Hurufiliğe, mermer ustalığından kavaflığa, külhanbeyliğinden tulumbacılığa, dokumacılığa, sahaflara, kayıp zanaatlara, Gureba ve Zegedan vakıflarına kadar Osmanlı’nın ve İstanbul’un o çok kültürlü, çok dilli, çok dinli tarihine uzanan pek çok detay ince ince mizahi bir anlatımla işlenmiş olarak yer alıyor. Leonardo da Vinci, Pierre Loti, İsa’nın son yemeği tablosu ve on iki havari, Divan şairleri, 10 Kasım 1938’de Atatürk’ün ölümüyle kedere boğulan çarşı esnafı, Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses, Ortaoyunu ve İstanbul Şehir Tiyatroları da dâhil, her bölümde yeni yeni sürprizler bekliyor okurları.

kapalicarsiArtık çarşının haracını yemek, haraç vermeyeni tartaklamak, nara atıp, nam salmak, velhasıl rahat bir hayat sürmek zamanıydı. Bu havayla ve ardında beylik yaptığı serserilerle, etrafını kötü kötü keserek, Çarşıkapı’dan Kapalıçarşı’ya giren Danyal, Kalpakçılar Caddesi’nin orta yerinde, “Heeeyyyyttt, mavnayı batıran ben, Baba İlyas’a faça atan ben, külhanda beylik yapan ben, var mı bana yan bakan!” diye tarihte atılmış ilk külhanbeyi narasını patlattı.

Kapalıçarşı bir yazarlar, şairler ve musiki geçidi de sunuyor okurlarına. Hiç beklemediğiniz bir anda yazarın satır aralarına ya da diyaloglara sıkıştırdığı bir şiir, roman ya da mahur bir bestenin sözleri çıkıveriyor karşınıza. Çarşıda dolaşırken bir gramofona koyulan eski bir taş plaktan Müzeyyen Senar’ın “organik” sesiyle dalgalanıp da durulmanız, sevdiğinizin peşinden koşup da yorulmanız, ya da çarşı sokaklarında dolaşırken Ahmet Haşim’e, Divan Şiirine, Şehriyar’ın Heyder Baba’ya Selamına, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne, Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’ üne, Güllü Agop’ a rastlamanız an meselesi.

Ülkemizin her daim toz duman gündemi içinde geçmişin o çok renkli kültürü, tarihi, estetiği birer birer yok olup rantçılara, fırsatçılara, kıymet bilmezlere, ihanetlere teslim olurken, İstanbul’u karış karış gezdirip bir “Aaah ah!” çektirtiyor okurlarına Kapalıçarşı.

Minnettar kalan mimarbaşının dokuz ay sonra hekimbaşı için Üsküdar’dan Alemdağı’na giden yolda, ormanın içinde bilabedel bir av köşkü yaptırdığı, hekimbaşının hayatta iken bu köşkte çokça konakladığı, hatta kuş sütünün dahi eksik edilmediği ziyafetler verdiği bilinir. Amma hekimbaşının vefatından sonra kumara, paparozculuğa ve zamparalığa meyilli torunlarının köşkü mezbeleliğe çevirdiği, harap olup yıkılan köşkün yerinde beş asır sonra çöplük kurulduğu rivayet edilir. Rabbim torunun da hayırlısını versin inşallah.

Kapalıçarşı’nın imarında kullanılmak üzere Marmara Denizi’nden delik deşik bir mavnayla binbir maceradan sonra İstanbul’a ulaşabilen tek mermer levha “Aras” ile Edirne’den yola çıkan güzeller güzeli, üzerinde bal rengi bir kalp işli olan pembe mermer levha “Meriç”in taşın sırrına vakıf olmuş Nazar Usta’nın atölyesinde başlayan ve Kapalıçarşı duvarlarında devam eden imkânsız aşkları da roman boyunca eşlik edecek yolculuğunuza.

Kapalıçarşı’nın roman boyunca okura sunduğu sayısız sürprizler bunlarla da kalmıyor. Zira tüm karakterleri Pir’in başkanlığında bir araya getirerek bir sofra etrafında toplayıp Vinçili Leonardo’ya da İsa’nın Son Yemeği misali bir tablo yaptırıyor Fuat Sevimay. Üstelik de üç perdelik bir tiyatro temsiliyle. Böylece kaderleri yüzyıllar boyunca birbirlerine bağlı olarak gelişmiş tüm roman karakterlerini önce birer birer, sonra bir arada okuyucunun karşısına sahneye çıkartıyor. Sonunda da giderek nasıl yozlaştığımızı, ihanetleri, değerlerimizi birer birer yok edişimizi, yani bugünlere gelişimizi gözler önüne seriyor.

Sonra Pir, gelecekte olacakları yaşıyormuşçasına bir zaman derinlere daldı. “Geleceği inkâr edecekler. İyiliği savunuyoruz diyerek, iyiliği savunuyoruz diyenlerle savaşacaklar. Birbirlerinin kanını akıtacaklar. Kazandığını zannedenler kaybedecek. Kaybettiğine üzülenler de kaybedecek. Küçük insan olma peşinde koşacaklar.”

Kapalıçarşı’nın 1450’lerde başlayan ve günümüze kadar uzanan serüvenini okurken, İstanbul’u ve çarşıyı gezen iki genç turistin de, İngiliz Miriam ve İtalyan Matteo, aslında elimizde tuttuğumuz bu kitap sayesinde yüzyıllar sonra Kapalıçarşı’daki o büyülü geçmişi aramaya çıkışlarına tanık oluyoruz. Çarşının kurulduğu zamandan bu yana geçen beş yüz yılı, günümüz İstanbul’unu ve Kapalıçarşı’nın on yedi bilemediniz on sekizinci kuşak esnafını, bir de bu iki genç turistten dinleyelim isterseniz.

İstanbul’un yedi tepesinden birincisini arkalarında bırakıp, Bizans’ın mesesi, Osmanlı’nın Divanyolu üstünden yürüyerek, irili ufaklı tarihi eserleri, turistik mağazaları, lokantaları, kafeleri geride bırakıp, göbekli bir martının eşliğinde, Gedikpaşa Hamamı’nın önüne, yani İstanbul’un yedi tepesinden ikincisine kadar geldiler. Kısa bir duraklama anında Matteo, “Kitapta anlatıldığı gibi midir sence de? Aradıklarımızı bulabilecek miyiz?” diye sordu merakla. Miriam omuz silkip, “O bir masal Matteo. Kendini bu kadar kaptırmanı anlamıyorum” dedi ve umursamaksızın yürümeye devam etti.

Bir solukta, keyifle okuduğum, ustaca ve zekice kurgulanmış, eğlenceli olduğu kadar düşündürücü bir roman oldu Kapalıçarşı benim için. “Fatih Sultan Mehmet, Mimar Hayreddin ya da Nazar Usta şu her köşe başında pıtrak gibi çoğalan, birbirinin kopyası, taşın sırrına vakıf olamamış ruhsuz AVM’leri görseler üzüntüden mezarlarında ters dönerlerdi” diye geçirdim içimden.

Siz bu romana ister gerçek deyin ister masal, ne bugün ne de geçmiş. Fuat Sevimay, kurgusundan anlatım diline, yüzyıllardır kapalı kalmış görkemli bir Osmanlı hazine sandığının kapağını açıp hepimizin gözlerini kamaştırıyor büyüleyici Kapalıçarşı’da.

Fuat Sevimay’a göre yazmanın 9 kuralı>>>

Sibel Gögen – edebiyathaber.net (2 Haziran 2017)

Yorum yapın