YerKuşAğı sesleniyor: Her şey geçer, hayat kalır! | Arzu Eylem

Aralık 1, 2017

YerKuşAğı sesleniyor: Her şey geçer, hayat kalır! | Arzu Eylem

“İnsanın her sese karşılık bin sözü var ha (…) Yafta gibi, yapışıp örten kat kat söz” (s.53)

İnsan duymayı bırakalı beri sesi söze bıraktı. Söze indirgenen dil, Wittgeinstein’ın dediği gibi dünyayı örttü.  İnsan manayı kendi diline çevirdi. Ama bugün söz de düştü. Söz artık hiçbir hükmü kalmayan laf kalabalığına dönüştü. Birbirimizi anlamamız için belki de susma vakti.

İnsanlığın ilk zamanlarında yaşamın nasıl sürdüğünü tam anlamıyla bilmiyoruz. Heidegger Antik Yunan’ı duymayı çalışırken kullandığımız dilden, alışılagelmiş düşünce biçimimizden uzaklaşmamız gerektiğini söyler. Mümkün müdür her şeyin özünün bir ve bütün olduğu, adaletin sadece insanlar için değil insanın da parçası olduğu doğayı kapsadığı bir dünyayı şimdiki aklımızla anlamamız. Belki de bundandır ki “Dil varlığın evidir,” der Heidegger ve sürdürür, “dünyayı bir yapıt gibi okumalı.”

Ben de uygar adlı dünyayı vahşetiyle tarifleyen bir metinden okudum. Bahsedeceğim kitap varlığı yitirmiş olanın dilini yani evini arayan bir yapıt. İnsan merkezli bakıştan bıkanlara, dünyaya daha yakından bakanların gözünden sesleniyor yazarı. İnsanı tüm canlılarla eşitliyor. Yaşamı yıkıp yeniden kuruyor. Ekoloji diye tarif ettiğimiz, insanın kendi dışında tanımladığı doğayı yeni baştan yazıyor. “O gün bugündür böyle (s.36)” dediği “böyle”yi öyle bir yere taşıyor ki, anlamın yitirilişinin ardından yanılsamalar üreten ve uydurduğuna inanan insanlığı kendi dışına attığı doğayla yeniden mücadeleye sokuyor. Alegorik bir evrende dilin imkânlarını zorlayarak varlığı yeniden düşündürmek istiyor.

Deniz Gezgin, Ahraz’dan sonra ikinci kitabı YerKuşAğı ile bizi kaybettiklerimizle bilinçdışı düzeyde yeniden karşılaştırırken kavram dünyamızı yıkıyor. Çünkü yaratmak biraz da yıkmakla ilintili. Daha adıyla bile oyunu kurmuş yazar. YerKuşAğı derken, gökkuşağını çağrıştırma derdinde değil yalnızca, yerin kuşlarla ilgili hikâyesini, kuş gibi bakabilmeyi de anlatıyor. Metnin bir yerinde, yerde olması gerekenin yukarıda, yukarıda olması gerekeninse yerde olmasını sorun ediniyor. Öyle ki sınırlardan azade yaşayan, barışın, özgürlüğün imgesi saydığımız kuşların kanadını kıran biziz. “Biz” dediğimiz insanlık yere sıkıca bastığı halde kendini gökte sayan ve her yerin hâkimi kılan. Oysa insansız hayat mümkün ama evrim kuramına göre gökyüzünde kuş uçmazsa yaşam bitmiş demektir.

YerKuşAğı’nda Hagrin’ce ada kavuşan tek kanatlı yaralı kuş Şuri’dir. Şuri yani can. Belki de Hegelci bakışla “töz” demek Şuri. Kendini ne insanlığa ne de doğaya ait hissedemeyen, kim olduğunu bilmeyen, başlarda Dişbudaktandüşen’ken adı sonradan Moy diye seslenilense arada kalmış, sözü ve sayı saymayı unutmaya çalışan, öldün dedikleri için ölen biri. Hagrin’le sırra ermeye çalışıyor Moy.

Metin, “doğaya dön”ü değil –bu hümanist bir yorum olur- doğanın kendisi olmayı, hayatın sarmaş dolaş ilişkisini çözmeye uğraşıyor. Özü sezmek için mevcut akıl ve dolayısıyla düşünme biçiminden arınmayı çağırıyor. İnsanın varlıktan uzaklaşıp var olana sürüklendiği bir çağda başa, en başa dönmenin imkânlarını düşündürüyor Deniz Gezgin.

“Eski insanlar duyardı, onların başta duyup da söylediği dile kaynadı, zaman zımbalanınca anlam kuşandı. Hele ses söze dönünce, bak sen, Şuri kirli kara oldu. (s. 27)”

Mit de olsa, insanın cennetten kovulmasıyla suçluluk, utanma ve yabancılık duygusunun doğduğu söylenir. YerKuşAğı’nda utanma ve suçluluk yitirilirmiş, yabancılaşma en uç noktaya taşınmıştır Nuh’un yolculuğuyla birlikte. Çünkü dağın tepesine saplanan o gemide tüm canlılar artık insan içindir. Kendini ölümden kurtaran insan, hayvanları ve bitkileri yaşamını sürdürmek için yanına alır. Varlığın bir ve birlikte olmaya dayandığı bilgisi sofrada unutulur. Sofra, çatalıyla uygarlığı temsil eder. Uygarlık yalnızca avcıya gurme diyen riya. Riyayı asmak, yalanı sezmek,“insan dilinden okunan dünyayı” derisinden soymak, en azından söz’ü başlangıca koyan inancı sarsmak için sözcüklerden örülen evrende yani metinde eyleme geçmek istemiş Gezgin. Bu yüzden metne okur düzeyinde dâhil olmak öyle kolay olmuyor. Başta metin yabancılaştığımız seslerin dışında bırakıyor bizi. İçine girmek için çabalamamızı, sözcüklerden örülmüş olsa da sözün arasına gizlenmiş konuşmaları duymamızı istiyor. Eğer o ilk eşiği aşabilirsek ki aşmaya değer, yeni bir atmosferde buluyoruz kendimizi. Bilincimizin sınırlarının biraz daha genişlediğini hissediyoruz. Bildiklerimizden uzak bir yerde, sonsuz anlamlara açılan pek çok kapıyı aralıyor, insan oluşumuzdan, dünyayı bilemeyişimizden, sesi söze indirgeyen duyularımızdan utanıyoruz.

YerKuşAğı’nda, insanın ad alması “alıkonmak” demek. Ancak böyle olunca yere sağlam basabiliyor insan. Tanımlamadan kavrayamayan akla gönderme bu. Sezgiyi anlamanın ardına atmaya. Etiketlenerek, adımızla özel kılıyoruz kendimizi boş yere. Ölümü hayattan sayamıyoruz bu yüzden. Onu başka türlü bir buluşma, bütünleşme, karışma hali olmaktan çıkarıp sona bağlıyoruz. Hiçbir şey yok olmuyorken üstelik. Başkalaşıyorken.

Derrida, “Varlığın oyuna sürüldüğü bu dipsiz satranç tahtasında hiçbir devamlılık ve derinlik öngörülemez,” der. YerKuşAğı’nda da varoluşun bilgisini yitirmiş insanın yerden yükseldikçe ağrısı artıyor. Metinde hakikati sakınımsızca bize söyleyen, her şeyden bir şey diye tarif edilendir Hagrin. Dünyanın sırrını sanki yalnızca o biliyor.

Hagrin, Çingene mitolojisine göre çocuğu olmayan adamın rüyasına girer. Rüyada gebe ineğin sırtına binmiştir ve adama ineği kesmesini, sonra eti yakıp küllerini karısına yedirmesini söyler. Adam denileni yapar. Kadından sürekli kahkaha atan bir kız çocuğu doğar. Kız babası tarafından çok güldüğü için evden kovulur. Hagrin, neşe, coşku, inanç ve pek çok şeydir bu yüzden. Yaşamın değerini sezen, uygarın ciddiyetini bozan… Gezgin’in imgelemindeki Hagrin, Moy’a adını veren, Şuri’yi tanıtan, karada yaşaması gerekirken suda yüzen Cice’yi çağırandır. Metnin çok konuşanı, uyaranıdır. Moy’a tanımlanmış, sınırlanmış olduğunu söyleyen, sözü unutturup onu sesine kavuşturmak isteyen, insanın kendini diğer canlılardan ayıran çizgilerini silikleştiren. Gezgin’in Hagrin’i Çingene mitolojisinden alıp almadığı bilinmez ama metne öylesine yerleştirmediği kesin.

Bu yüzden yazar metnin sesini sözün ötesine taşıyor. Metinde sesi duyulmayanlara yer açıyor. Kendi deyimiyle kuş bakışıyla yer kavgasını anlatıyor. Yalnız ne zaman insanı tarif etse, gerçekliğe yakın dursa, orada metin kendini söze yaklaştırıyor. Bu bölümleri kolay okuyabiliyor, anlayabiliyoruz. Sonra aniden yine zora düşüyoruz. Bu iniş çıkış hem anlaşılamayanı sezdirmeye dönük biçimsel bir tercih gibi duruyor hem de alışkanlıklarından sıyrılmak isteyen insanın işinin hiç de kolay olmadığına ilişkin bir sezgiye yol açıyor. Ne zaman insansız kalsa metin başka bir dile evriliyor. Okur insanın olduğu yerle olmadığı yere bir arada bakabiliyor.

Metnin dili dişi fakat anlatı gerçek dünyaya yaklaştıkça yer yer hırçınlaşıyor, erkekleşiyor. Avcı gurme Asil Derbentçi tanıdık biri örneğin. Moy Derbentçi’nin uygar isimli vahşi dünyasında hasta sayılıyor. Derbentçi’nin Hagrin sayesinde baba olan, güldüğü için kızını evden kovan, acıyı kutsayan, soyunu sürdürmek için ineği küle çeviren adama benziyor. Bu yolla Moy’un öldüğünü, daha doğrusu ona ölü dendiğini, ayrıca Moy’un şahit olduğu dünyayı ancak hayattan çekilince gördüğünü fark ediyoruz. Ama belki de bu yorum sözün dünyasına düşen okurun bir yanılsaması. İlla sesi söze dönüştürmek isteyenin dilinin kamaşması da olabilir.

YerKuşAğı, ölümle eşitlenenlerin sesiyle hayata uzanıyor: Dünyayı koca bir sirke, hatta kasaba çeviren, yemeyeceği cana kıyabilen tek hayvanın, yani insanın gözü dönmüşlüğüne inat hayat ağacına yürüyor: Hagrin bile çok konuştum diyor ve susuyor, biz niye konuşalım, bir kez olsun kuşun gözünden bakamayacaksak dünyaya?

Arzu Eylem – edebiyathaber.net (1 Aralık 2017)

Yorum yapın