Yenilik ve yaratıcılıkta özgün bir ses: “Çığlık” | Hülya Soyşekerci

Temmuz 25, 2013

Yenilik ve yaratıcılıkta özgün bir ses: “Çığlık” | Hülya Soyşekerci

Yazmak, hem konuşmak hem de susmaktır. Sessiz çığlıklar atmaktır.”  Marguerite Duras

Ferit Edgü, modern kısa öykünün ve novella türünün ülkemizdeki öncülerinden biri olarak edebiyat tarihi içindeki yerini yaşarken alan değerli bir edebiyat ustası. Sanat tarihi, resim ve felsefe disiplinlerinden getirdiklerini edebiyat estetiği içinde şekillendirerek yoğun ve derin anlamlara açılan sıra dışı, özgün ve deneysel kısa metinlere imza atan yazar, sadeliğin içindeki güzelliğe ulaşma hedefini,  dili yaratıcı biçimde kullanarak gerçekleştirdi daima. Şiirsel imgelerden felsefi söylemlere uzandı, diyaloglarında insan bilincini sorgulamalara açtı. Modern anlatı tekniklerini kendi öykü ve roman metinlerine uyguladı.

Ferit Edgü, insan hallerini, insanın iç çelişkilerini ve birey-toplum ilişkisini irdeledi, insanı ve hayatı odağa alırken, toplumsallığın hakkını da verdi. Ferit Edgü’nün öykü ve roman dünyası, yazıda farklılık ve özgünlük arayan iyi edebiyat meraklılarının her zaman ilgisini uyandırdı.

Ferit Edgü’nün ilk kez 1982’de yayımlanan öykü kitabı Çığlık, kurgu, dil ve biçemde yazın dünyamıza değişik bakış açıları ve yeni işleniş biçimleri getiren kısa öykülerden oluşuyor. Darbe döneminin toplumsal karanlığına yöneltilen sessiz bir haykırışın ve edebiyatla direnişin simgesi olan Çığlık’ın içinde iki ana bölüm yer alıyor; Çığlık ve Parçalar. Ayrıca kitabın son sayfalarında Ferit Edgü’nün, Öykülerin Öyküsü başlığı altında, kitaptaki bazı öykülerin yazılma süreçlerine dair bilgiler verdiği bir bölüm bulunuyor. Bu bölümde yazar, öykülerin esin kaynaklarını ve onların arka planına dair ince ayrıntıları okuruna gösterme olanağı buluyor.

Çığlık’ta toplam 20 öykü yer alıyor ve bunların hepsi de “durum öyküsü” tarzında yazılmış metinlerden oluşuyor. İçinde kronolojik zaman akışının; serim- düğüm- çözüm bölümlerinin olmadığı bu öyküler, hayatın odağındaki kesitlere spot ışığı tutan, herhangi bir olayı anlatmayan; olayın yerine oluşumu ve oluşmakta olanı gösteren; insan yaşamının kırılma noktalarını, dilin ve kurgunun çarpıcı ve yaratıcı kullanımlarıyla ifade eden özgün yapısıyla, modern kısa öykünün başarılı birer örneği olarak okunuyor. Ahmet Oktay’ın özlü ifadesiyle söylersek; “Çığlık‘taki tüm öykülerde dil’dir izlediğimiz, olay değil.”  (Ahmet Oktay, “Çığlık”, Somut, Sayı 28, Şubat, 1983) 

İlk bölüm Üç Düş/üş adlı öykü ile başlıyor. “Düş” ile “düşüş” hallerinin işlendiği öyküde, üç ayrı bakış açısından, bir kuşun havada vurulup düşmesi ânı dile getiriliyor.  Prof. Dr. Gürsel Aytaç’ın belirttiği gibi, burada “Anlatıcı, iki farklı gerçeklik düzeyinde birden yer almaktadır; hem rüya görmekte olduğunun bilincinde olan, yani gündelik gerçeklikte yer alan bir anlatıcı var karşımızda, hem de düş gerçekliğinde metamorfoza uğrayan, kurmaca gerçeklikte yer alan (kuş, avcı, köpek) bir anlatıcı.” (Gürsel Aytaç, “Üç Düş/Üş ve Ferit Edgü’nün Anlatı Sanatı”, Çağdaş Eleştiri, Sayı 13, Mart, 1984)

Öyküdeki üç kişinin; (kuş, köpek ve avcı’nın) anlatımı ve bilincinden geçenler aracılığıyla aynı yaşamsal durum’a farklı pencerelerden bakma olanağı buluyoruz böylece. Bunun yanı sıra, uyku ile uyanıklık arasında gidip gelen, düş gördüğünün farkındalığı içinde olan anlatıcının bakış açısını da dikkate alırsak, Üç Düş/üş’te dört ayrı bakış açısının varlığından söz edebiliriz. Gördüğü düşün içindeki anlatıcı, kendi varlığını üçe bölerek, daha doğrusu, üç ayrı varlığa dönüştürerek (kuş, köpek ve avcı) üç ayrı kişilik üzerinden, kuşun düşme ânını dile getiriyor. Önce kuşun anlatımına göre düşme ânını izliyoruz: “Düşmemek için çabalıyorum. Havalanmak, yükselmek için acıyla kanat çırptığımda, çok az, çok çok az yükselebiliyorum. Bu arada, içimden bir ses, bana olağanüstü bir kuş olduğumu, canımı verdiğimde… küllerimden yeni bir kuşun doğacağını söylüyor. Küllerimden… yeni bir kuş… Bu yeni doğacak kuş, gene ben mi olacağım?” Küllerinden doğan efsanevi kuş Phoenix’e(Anka) atıfta bulunan yazar, bu olağanüstü öyküyü bir düş içine yerleştirdiği için metin masala dönüşmüyor; kurgunun bir ucu, rüya gören ve gördüğünün farkında olan anlatıcı vasıtasıyla gerçekliğe ve hayata temas ediyor.

Öykünün ikinci kısmında anlatıcı, düşünde avcı olduğunu belirtiyor ve devam ediyor: “Havada bir kuş. O güne değin görmediğim büyüklükte ve güzellikte. Tavus mu desem Anka mı? Bilmiyorum.(…)Ve çekiyorum tetiği. Üst üste iki kez. Birkaç parça tüy süzülüyor boşlukta. Kuş düşer gibi oluyor, sonra yine yükseliyor. Ama eski uçuşu değil bu. Boşlukta süzülmüyor. Yerde debelenen bir kurbanlık koyun gibi; ama o, havada debeleniyor. Bari göle, açığa düşmese diyorum. Kaç dakika ya da kaç saniye bilmiyorum(bana çok uzun geliyor, ya ona?) karşı koyuyor düşüşe. Sonra, güçsüz, döne döne düşmeye başlıyor.” Kuşun düşüş anlarını, avcının perspektifinden görüyoruz bu satırlarda.

Anlatıcı, üçüncü düşünde av köpeği oluyor ve aynı sahneye bu kez de köpeğin bilinç penceresinden bakma olanağı buluyoruz. “…bir patlama sesiyle kendime gelip koşmaya başlıyorum. Boşlukta kanat çırpan çaresiz kuşun düşeceğini kestirdiğim yere doğru. Kuş, düşmemek için tüm gücünü kullanıyor. Ama kanat çırpışları güçsüz. Kötü bir avcıya eşlik ettiği anlıyorum. Üst üste iki atış ve kuş ölmemiş. Ölecek ama havada değil. Belli ki ağır yaralı.” Kuşun düşüşü ve ölümü, aslında anlatıcının; dolayısıyla insanın ölümünü, ölüm karşısındaki çaresizliğini gösteriyor. Anlatıcı üç perspektiften de düşüşe yani ölüm gerçeğine bakıyor, bu gerçeği saniye saniye izliyor. İnsanın kendi ölümünü seyretmesi, bu ölüme tanık olması, düş gerçekliği içinde mümkün olabiliyor. Anlatıcı, sözlerini “Uyanıyorum./ Bir avcı, bir kuş/bir köpek olarak/ve-“  şeklindeki bitmemiş bir cümleyle, bir boşlukla sonlandırıyor; böylece bu ifadeden birçok anlam çıkarabilecektir okur. Düşün gerçeğe dönüştüğünü; düşteki avcı, köpek ve kuşun(ve ölümün) gerçek dünyaya taşındığını düşünecektir mesela. Bir ânın anlamlarının farklı bilinçlerde çoğaldığı özgün bir ‘durum öyküsü’ metni olan Üç Düş/üş’ü keşfe çıkmanın, yaratıcı okur açısından heyecan verici bir serüven olduğu kanısındayım.

Kitabın öykülerinden bazılarında kahramanların çeşitli hayvanlar olduğu, bunların metin içi gerçeklikte kişilik kazandıkları ve konuştukları görülüyor; bu durum, öykülere fabl özelliği kazandırıyor. Hayvanlar aracılığıyla insanlar dünyasına göndermeler yapılması, insanların tutku ve zaaflarına dikkat çekilmesi, bu öykülere eleştirel nitelik kazandırıyor. Papağan, diyaloglar üzerine kurulmuş, tiyatro tadında, keyifli ve gülümseten bir öykü. Kahramanı oldukça akıllı ve konuşkan bir papağan olan bu öyküde diyalogların canlılığı, sevimliliği, nükteler taşıyor olması hayli ilginç.  “Görüyorsunuz, konuşulanın tümünü anlıyor.” “ Hayır, dedi papağan, tümünü değil dilediklerimi.” gibi hazırcevaplıklarla dolu öyküde, yer yer eleştirel/ ironik tonlamaların varlığı gözlemleniyor. Kedi ile Fare, iki ezeli düşmanın; kedi ile farenin karşılıklı konuşmalarıyla örülmüş, fabl tadında sıra dışı bir öykü. Metinde yer alan  konuşmalar felsefi boyutlar kazanıyor ve birtakım sorgulamalara açılıyor. Kedinin evcilliği, insanlarla ilişkisi, kedi doğası, kedinin fareye nedensiz düşmanlığı ve onu öldürme isteği, sorgulananların en başına geliyor. Soruları çoğu zaman fare soruyor; kedi onu yanıtlarken aynı zamanda kendisiyle yüzleşiyor. Kediyi durmadan sorgulayan ve onu gerçeklerle yüzleşmeye zorlayan farenin aslında o anlarda kedinin iki pençesi arasında, hayat ve ölüm sınırında gidip geldiğini öğrendiğimizde, bu sorgulamaların anlamını daha derinden hissediyoruz.

At, halk arasında anlatıldıkça değişip farklılaşan efsanelerden, dolayısıyla halkın ürettiği düşlerden kaynağını alan bir öykü. Öykünün Öyküsü’nde Ferit Edgü Hakkâri’de efsaneyi çeşitli ağızlardan dinlediğini, bu öyküde efsanenin ağızdan ağza değişmesini gerçekleştirmek istediğini belirtiyor ve “Böylesi çok sayıda katmanı, bir öykünün boyutlarına sığdıramayacağımı bile bile.” diyerek tamamlıyor cümlesini. At’ta köylüler tarafından “tılsımlı” olarak nitelendirilen, farklı, sıra dışı bir atın öyküsü dile getiriliyor. Metinde üst kurmaca oluşturularak, önce anlatıcı söz alıyor. Anlatıcının, değişik ağızlardan dinlediği öykünün ortak noktalarını birleştirmekle yetindiğini belirtmesinden sonra, farklı kişilerin bakış açısıyla atın Van Gölü’nden çıkıp gelmesi, olağanüstü özellikleriyle çevredeki köylülerin dikkatini çekmesi ve sonrasında gelişen olaylar ifade ediliyor. Köylülerin anlatımında -miş’li geçmiş zaman kipinin kullanımı, anlatılanların masal ve düşsellik boyutunu zenginleştirerek, dilin içerikle uyumunu kolaylaştırıyor. Köylülerin anlatımlarının arasına anlatıcının yorumları da girdiği için metin sadece düş ya da efsane düzleminde kalmayarak, gerçeklikle de buluşmuş oluyor. Satırlar ilerledikçe metnin başka başka anlatılarla kuşatıldığı görülüyor. Anlatıcı, yazarın gerçekleştirmek istediği deneyselliği; yani efsanelerin ağızdan ağza farklılık göstermesi sürecini, onun adına metin içinde gerçekleştirmiş oluyor böylece. Köylülerin konuşmalarında “bıldır, eyitmek” gibi sözcüklerin olması, anlatı dokusunun yerel renklerini güçlendiriyor.

Deniz Kıyısında, bir yazar olan öykü kahramanının deniz kıyısında bir kadın cesedi gördüğünü söylemesiyle başlayan,  bu olaya dair kendine özgü düşünce, yorum ve duygularının anlatımıyla süren ve belirli sonuca ulaşmadan biten gizemli bir öykü. Öyküdeki kurmaca yazarın yanı sıra, öykünün son cümlesinde önemli bir yazınsal soru sorarak varlığını belli eden asıl öykü yazarı olmak üzere iki ayrı yazar var bence. Ya da başka bir deyişle, öykünün kurmaca yazarı, asıl yazarın kişiliğiyle bütünleşiyor bu soru cümlesinde. İtalikle yazılan ve okura doğrudan seslenen cümle aynen şöyle: “Söyler misiniz, her öyküyü ille de bitirmek mi gerek?”

Kör ve Oğlu, kitabın ilgi çekici ve güzel öyküleri arasında yer alıyor. Kitaplar arasında yaşamayı ve okumayı seven, ancak gözleri bir hastalık nedeniyle kör olan babanın, kendi oğlunun anlatımıyla canlandırıldığı bu öyküde, görmeyen bir insanın kendi iç zenginliğini oluşturma çabası, okurun dünyasına farklı güzellikler kazandırıyor. Olağanüstü bir körlüktür bu, sezgi ve algı kapılarının sonuna kadar açık olduğu bir körlük yaşantısıdır anlatılan. Öyküde “körlük” sık sık sorgulanarak asıl körlüğün “yürek ve akıl körlüğü” olduğu vurgulanır. 

Kendisi doğmadan önce kör olan babasına uzun yıllar boyunca kitap okur oğlu; sonra bir gün gelir, baba; “Belleğimde kalanları yazacağım. Böylece bir kitaptan, bir körün belleğinde neler kaldığını göreceğiz.” der. Baba söyler, oğul da yazar. Öykünün ikinci bölümü babanın kör olmadan önce okuduğu kitaplara dair oğluna yazdırdığı eleştirel yorumlar ve aklında kalan kitap cümlelerinden oluşur. Bu bölümde kolajlar, metin içi ya da metinler arası göndergeler karşımıza çıkar. Babanın iç dünyasına kitap izleriyle açılmak, ruhunda kalan düş ve düşünce parçalarıyla onu daha iyi tanımak mümkün olur. Bu kısımda aforizmalara benzer özlü ve derin anlamlı sözlerle karşılaşırız. Kör olunca diğer duyu ve algıları keskinleşen, sezgileri incelen baba, her şeyi iç gözüyle görmekte, hissetmekte ve anlamaktadır. Baba o kadar çok soru sorar ve yanıt arar ki, sorularla genişleyen bir evren kurar bu bölümde.

“Körüm./Ah bir de sağır olsaydım./Belki o zaman mistik olabilirdim.” (…) “Gözüm görmeyeli beri/ insanları daha iyi görüyorum.” (…)”Bir kör için zaman yoktur./ Çünkü gece ve gündüz yoktur./ Ama gören için de zaman yoktur./ Çünkü gün ve gece/zaman değildir./Yalnızca aydınlık ve karanlıktır.” gibi, okuyanda düşünce derinlikleri yaratan birçok söyleyiş yer alır. Bazen eleştirel ve ironik tonlamalar kazanan bu söyleyişler ikinci bölüm metninin asıl dokusunu oluşturur. Öykünün Öyküsü’nden, Ferit Edgü’nün Kör ve Oğlu’nu Borges’in yaşamından esinlenerek yazdığını öğreniyoruz; “Borges’in öykülerini seksenini aşmış annesine yazdırdığını okuduğumda ben de kör bir babanın varolmayan notlarını derlemeye çalıştım.” diyor Ferit Edgü.

Çığlık içindeki en dikkate değer öykülerden biri de Sahaf başlıklı olanı. Bu öyküde hayat ile kurmacanın, gerçeklik ile düşselliğin yan yana ve iç içe oluşu dikkati çekiyor. Bu bakımdan okuru tam anlamıyla şaşırtan bir öykü diyebiliriz Sahaf’a. Öyküde,  Ferit Edgü’nün dostu yazar Demir Özlü, bir öykü kişisi olarak yer alıyor. İsveç’te yaşayan Demir Özlü, Stockholm Eski Kent’te antikacıların ve eski kitapçıların olduğu adayı dolaşırken bir sahaf dükkânına girip Fransızca bir kitap satın almak ister. Sahaf ona bir kitap verir; Avvakum’un Ma Vie adlı kitabıdır bu. Demir Özlü eve döndüğünde epeyce düşünür, bazı ayrıntıları anımsayıp birbirine bağlar ve Ferit Edgü’nün O adlı romanını kitapları arasından çıkarır; kitabın 10. sayfasında Avvakum adıyla karşılaşır.  37. sayfada Hakkâri’de Süryani bir kitapçıdan söz edilen satırları yeniden okur. Bir süre sonra sahafı yeniden görmeye gider ve soru-yanıtlarla ilerleyen konuşmalarda bu kişinin romanda anlatılan Süryani sahaf olduğunu, kitapları yakıldığı için kentten ayrılıp yurt dışına göç ettiğini öğrenmiş olur böylece. Bütün bunları Ferit Edgü’ye gönderdiği bir mektupta anlatır. Öyküde, Ferit Edgü de kendini Demir Özlü vasıtasıyla kurguya dâhil eder. Hayatla kurmaca, öykü içindeki gerçeklikte bir araya gelmiş ve birbirine dönüşmüş olur. O romanının Sahaf’ı bu öyküye taşınmıştır ve Stockholm’de yaşamaktadır. Yazar Demir Özlü, metinde bir öykü kişisi gibi yer alıp kurmaca bir kişiliğe dönüşür; Ferit Edgü’nün O adlı roman metninde kurmaca bir kişilik olarak yer alan Sahaf ise gerçek hayatta Stockholm’de göçmen olarak yaşayan ve Demir Özlü tarafından tesadüfen izi bulunan biriymiş gibi anlatılır. Ferit Edgü, yaratıcı bir kurgu oyunuyla okuruna yine bir sürpriz hazırlar. Metinlerden hayata, hayattan metinlere gidip gelen anlatı, gerçekten etkileyicidir. Bu öykü, “edebiyat, hayatın dil içinde dönüştülmesinden başka bir şey değildir”, fikrini de doğrulayan nitelikte bir metindir bana kalırsa.

Yusuf’un Utkusu adlı öyküyü yazar gerçek bir olaydan esinlenerek yazmıştır. İnsanın en büyük hayallerinden biri olan gökyüzünde uçmayı, yapay kanatlarla gerçeğe dönüştürmek için uzun yıllar boyunca yoğun emek veren, karısı hariç hiç kimseden yardım ve destek görmeden bu idealini gerçekleştiren sade vatandaş Yusuf’un öyküsüdür bu. Yaratıcı, azimli, sabırlı, çalışkan ve onurlu bir idealistin amacına yönelik yoğun ve tutkulu çabası; uçma deneylerindeki başarısızlıklardan yılmaması, tutkunun utkuya dönüşümü olarak dillendirilir. Sonuç kısmının yazarın düşlerine eklemlendiği Yusuf’un Utkusu, okuru düşsel bir uçuş yolculuğuna çıkaracak nitelikte.

Büyük Ustayı Ziyaret, sanatın özgür alanlarına açılan, dar kalıpları aşmanın önemini dile getiren bir öykü. Burada sanat, sanatçı ve sanatsal yeniliğin ne olduğu üzerinde gelişen karşılıklı konuşma ve tartışmalar yer alıyor. Yazar ile ressam arasındaki bakış açısı farklılıklarının sorgulandığı öyküde, yazarın duygularını eserine katması, duygularını metin üzerinden ifade etmesi üzerinde duruluyor. Resim sanatı ve ressam konusunun işlendiği Aslan ve Ressam, Büyük Ustayı Ziyaret’in devamı niteliğinde.  Japon ressamlarının sanat ve hayat algısıyla zihniyet, yaşayış ve bakış açısının Batı’daki sanatçılarla kıyaslandığı bu öyküde, içinde insanın en büyük zaafı olan ego’nun bulunmadığı bir resim ustalığının altı çiziliyor. Kitaba adını veren Çığlık, metafor anlamlar yüklenen bir öykü. İnsanın zorbalık karşısındaki tutumunun ve vicdani sorumluluğunun işlendiği Çığlık’ta, kime ait olduğu bilinmeyen çığlık sesinin anlatıcının vicdanından yükseldiğini duyumsuyoruz.

Kitabın ikinci kısmını oluşturan Parçalar’da pek çok kısa öykü var. Anlarda yoğunlaşan yaşam parçaları,  kısa metin parçaları halinde işleniyor. Balkonda, kitap, sözcükler ve hayat üzerine diyaloglardan oluşan bir öykü. Beklenmeyen Konuk’ta gizemli bir konuk ve bilinmeze açılan bir öykü sonu yer alıyor. Yazar ve Yazman’da yazman’ın ardına gizlenen yazarı görüyor;  şaşkınlığa uğruyoruz. Yazarın sıradan söyleyişlerini yazman’ın yazınsal söyleyişlere dönüştürmesi, etik ve estetik bir sorunsalı ifade ediyor. Merdiven, hayatı temsil eden bir geçiş mekânı olarak var oluyor aynı adlı öyküde. İnsanın merdivende iniş çıkışları, koşuşturmaları ve buna değmeyen hayat, odakta yer alıyor. Teyzemin Sonu’nda hastalık ve ölüm gerçeğine dikkat çekiliyor. Çevirmen öyküsünde dilin anlamları üzerinde durularak, çeviri sırasında bir dilin bütün anlam yükünü çevirmenin bizzat kendi sırtında taşıdığı belirtiliyor. Yargı’da mahkeme tutanaklarının dili kullanılıyor.

İkinci Yaşam’da, Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı’nın kahramanı Çakır’ın yer aldığını görüyor, onun yoksul ve sıradan yaşamında hiçbir zaman düşlerin olmadığını anımsıyor, hüzünlü bir duyarlılıkla okuyoruz satırlardaki yaşam izlerini.

Çığlık’taki öyküler insanı, hayatı, toplumu, kitapları, düşleri, idealleri, kurmaca ve gerçekliğin boyutlarını sorgulayan, sıra dışı, özgün, yoğun anlamlı metinlerden oluşuyor. Has edebiyatın yaratıcı evrenine farklı düş ve düşünce pencerelerinden bakmak isteyen yenilikçi okurlara seslenen bu öykülerin özünde var olan dil estetiği, kurgu oyunları ve incelikli görsellik, sayfalar boyunca etkili, güzel ve kalıcı bir okuma yaşantısı sunuyor.

Hülya Soyşekerci – edebiyathaber.net (25 Temmuz 2013)      

Tüm Yazıları>>>

Yorum yapın