“Yeni Türk yazısını ya üç ayda yaparız ya da hiçbir zaman!” | Onur Bilge Kula

Aralık 4, 2019

“Yeni Türk yazısını ya üç ayda yaparız ya da hiçbir zaman!” | Onur Bilge Kula

Yeni Türk yazısına geçilmesinin en ateşli ve ilkeli savunucularının biri olan ve 27 Temmuz 1928’de Atatürk’e Dolmabahçe Sarayı’nda  ‘yeni yazı’ hakkında bilgi veren Falih Rıfkı Atay, “yeni yazının, dil sorununu da çözeceğini, yalnız Arap yazısını değil, Osmanlıcanın tasfiye edilmesini” sağlayacağını belirtir. “Biz bunları halka ve çocuklara nasıl öğretebiliriz” diyen Atatürk, Falih Rıfkı Atay’a “yeni yazının, eski yazının yerine geçmesi için süre olarak ne düşüşündünüz?” diye sorar. Atay’ın yanıtı , “beş ile on beş yıl” olur. Atatürk, “Ya üç ayda yapabiliriz ya hiçbir zaman” der. Atay şaşkınlığını yazıya döker: “Buna ben de şaştım doğrusu. Üç ayda bir millete yazı değiştirtmek! Bunu da başarabilecek miydi?” Atatürk, yeni yazının benimsenmesinden sonra Anadolu’ya çıkar; kentleri, köyleri dolaşır ve Atay’ın nitelemesiyle, dediğini üç ayda gerçekleştirir.[1] “Bu iş ya birden olur yahut hiç olmaz!”[2] Bu kesin belirleme, Atatürk’ün bu devrimci kararlılığını gösterir (İnan 1991, s. 81).

Atatürk Dil Devrimi’nin en kısa sürede uygulamaya konulmasına ilişkin kararlılığını, ‘Türk Harfleri ve Türk Dili Hakkında Sinop Belediye Parkı’nda Halkla Söyleşi’ (15 Eylül 1928) kapsamında dile getirir. Atatürk’ün burada söylediklerini, M. Şakir Ülkütaşır şöyle aktarır: “Arkadaşlar, bazı kişiler, yeni Türk harflerinin uygulamaya koyulması için benden bir yıl, üç yıl gibi bir mühlet istiyorlar. Buna asla rıza göstermem. Ankara’ya dönünce ve yüksek Meclis açılınca, bir yasayla bunun hemen kabul edilmesine bütün gücümle çalışacağım.”

Bu belirlemeler, Atatürk’ün hem Yeni Türk yazısını en kısa sürede uygulamaya koymakta kararlı olduğunu, hem de bu yazı için toplumsal-siyasal koşulların oluştuğu ve yasal düzenleme için zamanın geldiği kanısına vardığını göstermektedir.

Atatürk, ölüm döşeğinde bile ‘Aman, aman dil!’ diye sayıklar 

Dile ilişkin 252 kitap okuyan, bunlardan 69’nun bazı bölümlerinin altını çizen Atatürk’ün ölüm döşeğinde, baygınlık geçirdiği anlarda bile “Aman, aman dil!”[3] diye sayıklayacak ölçüde önemsediği Yazı Devrimi, çağdaşlaşma ülküsüne ulaşma ve bunu etkinleştirme açısından Atatürk devrimleri arasında en seçkini, en kalıcı olanıdır ve Atatürk’ün en büyük emanetidir. Bu devrim, çağdaş Türkiye’nin kültürel yöneliminin ve uygarlaşma istencinin açık anlatımıdır. Atatürk, alfabe değişikliğiyle başlayan Dil Devrimi’ni, Türkçenin bilim, felsefe ve sanat dili olarak gelişmesini ve yetkinleşmesini sağlayacak, Türk toplumunun uygar dünyayla buluşmasını kolaylaştıracak önemli bir atılım olarak değerlendirmiştir.

Demek ki, Dil Devrimi uygulamasında başarılı olacağız

Prof. Dr. Afet İnan’ın aktarımı uyarınca, 8/9 Ağustos 1928 akşamı, İstanbul Sarayburnu’nda düzenlenen bir halk eğlencesinde Atatürk “kâğıtlara bir şeyler yazdı. Bana okuttu. Benim yanlışsız okuduğumu duyunca, memnun oldu. ‘Demek ki uygulamada başarılı olacağız’ dedi” sözleri son derece önemlidir. Atatürk aynı akşam Falih Rıfkı Atay’ı da yanına çağırır. Atay gerisini şöyle anlatır: Atatürk “küçük bir defteri aldı ve bir şeyler yazmaya koyuldu.  Bir aralık beni yanına çağırarak; bir defa gözden geçir; bunları sana okutacağım, dedi. Latin harfleriyle ilk Türkçe yazıydı.” Halk, Yazı Devrimi müjdesini çılgınca alkışlar; çünkü Atatürk, Atay’ın deyişiyle, bu devrimi “halk adına yaptığını”, halka anlatabilmiştir.

Atatürk aynı akşam ve aynı yerde binlerce insana şu duyuruyu yapar: “Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için, yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Arkadaşlar, bizim güzel, ahenkli, zengin dilimiz, yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Yüzyıllardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak ve bu gerekliliği anlamak zorundayız. Anladığınızın belirtilerine yakın zamanda bütün dünya tanık olacaktır. Buna kesinlikle eminim.”

Ulusumuz, yazısı ve kafasıyla uygar dünyayla bütünleşecektir

Atatürk, Türk halkının doğası, gücü, yeniyi kabullenme yeteneği üzerine bazı açıklamalar yaptıktan sonra, sözü yine Dil Devrimi’ne getirir ve şunları söyler: “Yeni Türk harfleri çabuk öğrenilmelidir. Yeni Türk harflerini, her yurttaşa, kadına, erkeğe, çobana, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu yurtseverlik ve ulusseverlik görevi biliniz. Bu görevi yaparken düşününüz ki, bir ulusun, bir toplumun yüzde onu, yirmisi okuma yazma bilir, yüzde sekseni, doksanı bilmezse, bu ayıptır. Bundan insan olanların utanması gerekir… Fakat ulusun yüzde sekseni okuma yazma bilmiyorsa, bu hata bizde değildir… Artık geçmişin hatalarını kökünden temizlemek zamanındayız. Hataları düzelteceğiz. Hataların düzeltilmesinde bütün yurttaşların etkinliğini isterim. En sonunda bir yıl, iki yıl içinde bütün Türk toplumu yeni harfleri öğrenecektir. Ulusumuz yazısıyla, kafasıyla bütün uygar dünyanın yanında olduğunu gösterecektir.” Bu sözlerden sonra, orada bulunan yurttaşların heyecanı, coşkusu adeta taşar. Bundan çok hoşnut kalan Atatürk “Ulusumun yükselişi şerefine içiyorum” diyerek, kadehini kaldırır.[4]

Atatürk’ün yukarıda yer alan “Ulusumuz yazısıyla, kafasıyla bütün uygar dünyanın yanında olduğunu gösterecektir” belirlemesi, Dil Devrimi’nin özünü ve amacını ortaya koymaya yeter, sanırım. Bu belirleme, dil ve düşünme arasındaki dolaysız bağı, düşünme tarzında yenileşme ve uygar dünyayla birleşme ilkesi arasındaki ilişkiyi çok açık göstermektedir.

Atatürk’ün uzak görüsü: Dil ile düşünmenin diyalektiği

Dil filozofu Wilhelm von Humboldt ‘Dil Felsefesi Üzerine Yazılar’ adlı yapıtında, dil ile düşünme arasında karşılıklı bir belirlenim ilişkisi olduğunu serimler. Bu filozofa göre, dil “düşünce alanını işlemeye” eğilimlidir.[5]  Söz konusu nedenle, düşünme dilin dolayım içinde gerçekleşir; dilsiz düşünme olmaz. Düşünülen ve bir ses imgesiyle bütünleştirilen düşünce içeriğini dile dökme ya da anlatma, yine dilin dolayımı üzerinden gerçekleştirilir. Buradan da görüleceği üzere, dil, düşünmenin ve düşünmeyi anlatmanın zorunlu gerekli dolayımıdır, önkoşuludur. Atatürk’ün dil ve düşünce arasındaki bu diyalektik ilişkiyi bu denli kesin ve belirgin olarak kavramış olması, ancak dile ve Dil Devrimi’ne verdiği önemle açıklanabilir.

Dil, kendisini konuşan tümel toplumun ürünüdür; toplumun ilerlemesine, değişmesine koşut olarak değişir; durağanlaşmasına ve gerilemesine koşut olarak da durağanlaşır.  Dil, ancak bir konuşma ve yazma dizgesi durumuna geldikten sonra, düşünceyi biçimlendirmeye başlar. Bu nedenle, dil ediminde, bir başka deyişle, konuşma ve yazma eyleminde oluşturulan her şey, “tinin/düşünmenin ve dilin ortak ürünüdür.” Buradan yola çıkarak, “dil, düşünme; düşünme de dildir” denilebilir. Düşünmenin engelsiz gerçekleşebilmesi için, dil bütün alanları ve olanaklarıyla düşünceye eşlik etmelidir. Düşünme ya da tin, ayrımlaşabilmek için, dilin olanaklar sunmasını ister. Tinin özsel etkenliği içinde ayrımlaşması demek, ayrımlaşan düşünceyi, sözcükler ve kavramlarla anlatmak, böylece onları tikelleştirmek demektir.

Türkiye’de Dil Devrimi, tam da bu gereksinmeye yanıt vermiştir. Türkçe düşünen insanların, başta yazı olmak üzere, düşündüklerini anlatabilmeleri için gereksindikleri dilsel araçları yaratmıştır. Böylece, hem Türkçe konuşanlar, düşünme yeterliliklerini yetkinleşme olanağı bulabilmiş, hem de Türkçe, anlatım yeterliliğini geliştirmiştir. Her türlü engellemelere karşın, Dil Devrimi’nin kalıcılaşmasının başlıca kaynağı budur. Dilin, bireysel-toplumsal değişime uygun ya da koşut olarak değişmesi ve gelişmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle, Dil Devrimi ile geçmişinden koparıldığını öne sürenler, aslında söz konusu değişime ve gelişime direnenlerdir.

Atatürk, yeni yazının öğrenilmesi ve öğretilmesi için çırpınmıştır

Mustafa Kemal Atatürk, yeni harflerin uygulamaya koyulması ve en kısa sürede kullanılarak okur-yazarlığın yaygınlaştırılması konusunda son derece duyarlı, kararlı ve ilgili davranır. 12 Ağustos 1928 tarihli şu kısa konuşma, bu tavrın göstergesi sayılabilir: “Yeni harfler bizi çok meşgul etmelidir. İnönü’ler, Sakarya, Dumlupınar arifelerinde ne kadar dikkatli, ne kadar uyanık, aynı zamanda ne kadar umutlu olduğumuzu düşününüz. Yeni harfler meselesinde o kadar dikkatli, ilgili ve umutlu olmalıyız. Bu memleketin cidden bayındır, bu ulusun cidden mesut olmasını kalben arzu edenler, bunca başarılarına karşın hala bu ulusun dilini ve yazısını ilkel kavimlerin işaretleri gibi görerek, , ona hiçbir değer vermek gereğini duyumsamayanları, gerçeğe döndürmeli, yeni harflerle meydana gelecek duruma bütün heyecanları, umutları ve ciddiyetleriyle önem vermeli ve uğraşmalıdır.

Eğer bugün kafamızı demir çerçeve içinde bulunduran kıskacı parçalamazsak, bütün devrim ve yenilik başarılarının mutlu sonuçlarına karşın parçalanırız. Kazandıklarımızla teselli bulmayı ve bilhassa mağrur olmayı asla düşünmemeliyiz.”[6]

Bu belirlemelerden de görüleceği üzere, Atatürk, dil ve düşünce arasındaki karşılıklı belirleyim ilişkisini çok yakından bilmektedir. Türk toplumunun, düşünsel atılımı için, önemli dolayım olan yazının çok önemli bir işlev göreceğinin bilincindedir. Bu nedenle, yeni yazı dizgesinin en kısa sürede tüm yurt düzeyinde yaygınlaştırılmasını en ivedi görev saymaktadır.

Katılımcılar arasında milletvekilleri, Dil Kurulu üyeleri ve ülkenin tanınmış yazarları ve yayıncılarının bulunduğu Dolmabahçe Sarayı’nda Üçüncü Yazı Konferansı’nda (29 Ağustos 1928) yaptığı konuşma ve İsmet İnönü’ye okumasını rica ettiği şu üç madde, Atatürk’ün dil bilincinin göstergesidir:

  1. “Ulusu cehaletten kurtarmak için, diline uymayan o Arap harflerini terk edip, Latin esasından Türk harflerini kabul etmekten başka çare yoktur.
  2. Komisyonun önerdiği alfabe gerçekten Türk alfabesidir, katidir. Türk ulusunun bütün gereksinmelerini gidermeye yeterlidir.
  3. Dilbilgisi ve yazım kuralları, dilin ıslahını, gelişmesini, ulusal beğeniyi izleyerek gelişecektir. Kesindir ki, yeni harflerle dile ve yazıma ilk şeklini vermek için komisyonun projesi en kısa ve en edimseldir.”[7]

Atatürk, devrimci kararlılıkla dile ilişkin kuramsal bilgisini, edimselleştirmeye girişmiştir. Bu amaçla yurdun hemen her aynını dolaşarak, halkla buluşarak yeni alfabeyle okuma yazma etkinlikleri gerçekleştirmiştir. Bunlardan birine de 15 Eylül 1928’de Sinop Yatılı Okulu ve Halk Fırkası’nda katılır. Burada başta en yetkili eğitimciler ve öğretmenleri, yeni alfabenin kullanımı konusunda sınav eder. Hiç okuma-yazma bilmeyen Sinoplu arabacı Bekir Ağa’ya yeni harflerle okuma-yazma öğretir.

[1] “Yeni harflerin Kabulü ve Tatbiki Hakkında- 3 Ağustos 1928”; içinde: “Atatürk’ün Bütün Eserleri”, Kaynak Yayınları, cilt 22, İstanbul, s. 148.

[2] Rafet İnan (1991): “Ellinci Yılında Türk Harf Devrimi (1978)”; içinde: “Harf Devrimi’nin 50. Yılı Sempozyumu”; 2. Basım, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara

[3] Komaya giren Atatürk sık sık başını iki tarafa çevirir. Bir yandan da ‘aman’ kelimesini uzatarak: “Aman dil, aman” diye söylenmeye başlar. 18 Ekim 1938. Sabah saat 10.30’dan başlamak üzere sık olarak ‘Aman dil, aman dil!’ sözlerini yineler. https://indigodergisi.com/wp-content/uploads/2016/11/11-kasim-1938-gazete-mansetleri-6.jpg

[4] Atatürk’ün Bütün Eserleri (2007): “Yeni Harfler Hakkında Sarayburnu’nda Halka Nutuk”; Kaynak Yayınları, İstanbul, s. 154- 157.

[5] Wilhelm von Humboldt’un dil felsefesi için: Onur bilge Kula (2012): “Dil Felsefesi- Edebiyat Kuramı I- II”; Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, s. 33- 130

[6] Atatürk’ün Bütün Eserleri (2007): “Yeni Harfler Hakkında Demeç”; Kaynak Yayınları, İstanbul, s. 159.

[7] Atatürk’ün Bütün Eserleri (2010); Kaynak Yayınları, cilt 22 (1927- 1929), ikinci baskı, s. 197- 199.

Onur Bilge Kula – edebiyathaber.net (4 Aralık 2019)

Yorum yapın