Yazar ve yapıt nasıl tanımlanabilir? (II) | Prof. Dr. Onur Bilge Kula

Mayıs 6, 2015

Yazar ve yapıt nasıl tanımlanabilir? (II) | Prof. Dr. Onur Bilge Kula

onur-bilge-kulaİşlev-yazarın niteleyici özellikleri ve yazınsal eleştiri nedir?

Bir toplumda ‘işlev-yazar’ taşıyan bir söylem “nasıl belirlenir”; diğer söylemlerden “neyle ayrılır?” Foucault‘ya göre, bir metnin/ kitabın yazarı dört özellik taşır.

Yazarın özellikleri her şeyden önce “edinim nesneleridir”; bunların dayandığı “mülkiyet biçimi oldukça özgündür.” Hukuksal açıdan belirlenen mülkiyet biçimi, ilk yazıda vurguladığım gibi, yazarı, hukuksal bir özneye dönüştürür. Foucault’nun deyişiyle, kitaplar, metinler ve konuşmalar “yasaları çiğneyebildikleri” ve yazarları “cezalandırıldığı” ölçüde gerçek yazarları vardır. Foucault’nun “bizim kültürümüz” diye adlandırdığı Batı kültürünün kökeninde bulunan ‘konuşma’, diyesi, dil edimi veya yazma, bu düşünürün söyleyişiyle, “bir ürün, bir şey, bir değer” değil, daha çok “kutsal olanın, izin verilenin veya yasaklanan şeyin, dinselin ve din-karşıtının iki-kutupluluğunda” devinen bir “eylemdir.” Yazar hakları, yazar-yayıncı ilişkisi ve yeniden yayım hakkı ile ilgili yasaların çıkarılmasıyla birlikte, “yazma eylemine özgü olan (kural) çiğneme olanağı, edebiyata özgü bir buyruma” dönüşmüştür. Yazar, toplumun yasal mülkiyet ilişkisinin bir parçası duruma geldikten sonra “konuşmanın iki-kutupluluğuna geri dönüşle, dizgesel çiğnemeyle, yazma sırasında tehlikenin yeniden oluşturulmasıyla” ulaştığı konumu dengelemiştir.

Batı kültüründe “aynı metinler” her zaman bir adlandırmayı gereksinmemiştir. Tarihte öyküler, tragedyalar, destanlar ve anlatı gibi yazınsal metinlerin yazarlarının olmadığı zamanlar olmuştur. Yazınsal metinlerin anonimliğine karşın, bir “hakikat değeri” taşıyan ve “kanıtlandığı varsayılan” bilimsel metinlerin yazarları adlarıyla anılmıştır. Öte yandan, yazınsal metinler ‘işlev-yazar’ özelliği taşıdıkları sürece alımlanır; her yazınsal veya kurgusal metinin “nereden geldiği”, “kim tarafından ne zaman, hangi koşullarda ve hangi tasarıma göre yazıldığı” sorulur. Yazınsal metne verilen “konum veya değer”, bu sorulara verilen yanıtlara göre değişir. ‘İşlev-yazar’, yazınsal yapıtlarda “tam etkinliğine” kavuşur. Burada ‘işlev-yazar’ kavramının söylem kurucu özne ile eşdeğer tutulduğuna dikkat çekmek isterim.

Öte yandan bu belirlemeler, eleştiri açısından ayrımlaştırılmalıdır. Eleştiri, Foucault’nun belirlemesiyle, uzun bir süreden beri, yapıtları “türlerine veya tiplerine, bireysel yaratıcıyla ilişkisi olmayan göndergesel öğelere, bir değişmez etrafında örüntülenen değişkenlere” göre ele almaya başlamıştır.

İşlev-yazarın bir başka işlevi, bir söylemin bir yazara “mal edilmesi” gibi kendiliğinden gerçekleşmez. ‘İşlev-yazar’, yazar diye adlandırılan ve “bir akıl varlığı oluşturan karmaşık bir işlemin sonucudur.” Bu akıl varlığına “gerçekçi bir konum” verilir: İşlev-yazar denilen bireyde “yazmanın köken yeri” olarak görülen “derin bir coşku, yaratıcı güç ve bir tasarım” olmalıdır. Bir bireyde “yazar” diye nitelendirilen veya bir bireyi yazar yapan şey, “konulaştırmanın, gerçekleştirilen yaklaşımların, önemli sayılan belirtilerin, izin verilen sürekliliklerin ve dışlamaların metinlere kazandırdığı psikolojileştiren yansıtımıdır.” Doğal olarak bütün bu yazınsal işlemler, “çağa ve söylem tiplerine” göre değişir. Örneğin, Denis Diderot gibi bir “filozof yazar”, bir şair gibi oluşturulmaz. 18. yüzyılda oluşturulan “roman” yazarıyla bugünkü aynı değildir.

hieronymus-bosch-die-hoelle-190239Bütün bunlara karşın, yazar oluşturmanın kurallarında “belli bir değişmez” vardır. Foucault’nun öne-sürümüyle, edebiyat eleştirisi, metinlerden ve söylemlerden yola çıkılarak oluşturulan yazarı, daha doğru söyleyişle, ‘biçim-yazarı’, aynı “Hıristiyan geleneğinin yazarı olumlaması veya olumsuzlaması gibi, doğrusal olarak bildiği tarzdan” türetmiştir. Bir başka anlatımla, “yapıttaki yazarı ‘bulgulamak’ için”, çağdaş edebiyat eleştirisi, “metnin değerini, yazarın kutsallığıyla kanıtlamaya çalışan Hıristiyan yorumculuğunun” kullandığı şemalara benzemektedir. Metin geleneğine yönelince, “bireysel bir niteleme” olan ad, yetersiz kalır. Peki, birçok metin “tek ve aynı yazara” nasıl mal edilir? İşlev yazar “kullanılarak”, tek ya da birçok bireyin söz konusu olup olmadığı nasıl öğrenilebilinir? Foucault’nun anlatımıyla, kutsal Hieronymus bu konuda dört ölçüt geliştirir: Bir yazar;

  • “Belli, sabit bir değer düzeyidir”,
  • “Kavramsal ve kuramsal bir bağlamın/bütünlüğün alanıdır”,
  • “Biçemsel bir birimdir/tekliktir”
  • “Belli tarihsel bir andır ve bir dizi olayın kesişme noktasıdır.”

Bu dört ölçüt, yazar bireyliğini veya tikelliğini ve bu tikel öznenin ürünü olan yapıtı belirginleştirmesi bakımından ilgi çekicidir.

Yazınsal eleştiri, yazarı nasıl görür?

Foucault’nun değerlendirimiyle, bir “onaylama kaygısı” taşımayan çağdaş edebiyat eleştirisi de yazarı büyük ölçüde yukarıdaki ilkelere göre tanımlar. Çağdaş edebiyat eleştirisine göre, yazar, “bir yapıttaki bazı olayların ve onların dönüşümlerinin ve deformasyonlarının ve çeşitli modifikasyonlarının açıklanmasını” sağlayan kişidir. Bu açıklama işlemi, “oto-biyografi, bireysel bakış tarzı arayışı, yazarın toplumsal aidiyeti veya sınıfsal konumunun çözümlenmesi ve temel tasarımının bulgulanması” ile yapılır. Yazar, “gelişme, olgunlaşma ve etki(leme)” gibi ayrımlarla indirgenir. Bu nedenle de “yazmanın belli bir tekliğinin” ilkesidir. Yazarın yardımıyla “bir dizi metinde bulunabilen çelişkiler” de çözülebilir. Yazarın düşünmesinin arzulamasının veya bilinçaltının “belli bir katmanında” yer alan ve ondan yola çıkılarak çelişkilerin çözüldüğü, “bir biriyle uyuşmayan öğelerin sıralandığı veya daha derindeki bir çelişki etrafında kümelendiği bir nokta” olmalıdır. Son olarak yazar, “yetkin bir biçimde ve aynı değerde bütün yapıtlarda, tasarımlarda, mektuplarda ve fragmanlarda ortaya çıkan anlatımın odak noktasıdır.” Kutsal Hieronymus’un bu dört “özgünlük ilkesi”, Foucault’nun öne-sürümüyle, modern eleştirinin ‘işlev yazar’ kullandığı dört tarzı belirlemektedir.

Öte yandan, yazar, verili bir metinden “ikinci elden biri yeniden oluşturum” da değildir. Metin, kişi adılları, yer ve zaman zarfları ve fiil çekimleri gibi her zaman “yazara gönderme yapan göstergeleri” kendi içinde taşır. ‘İşlev-yazar’ içermeyen metinlerdeki bu tür göstergeler, “gerçek konuşucu ve onun söyleminin uzamsal-zamansal koordinatlarını” imler.

Buna karşın, işlev-yazarlı söylemlerde bu tür göstergelerin rolü “daha zor ve değişkendir.” Örneğin, öyküleyenin anlatısı gibi görünen bir romanda “birinci şahıstaki kişi adılları, geniş zaman ve yer belirleme göstergeleri, ne yazdığı an içinde yazara, ne de yazma jestine” gönderme yapar. Gönderme yaptığı öğe, yazara olan “mesafesi farklı olan ve aynı yapıtta değişebilen bir ‘alter ego’dur”, diyesi, başka ‘ben’dir. Foucault’nun söylemek istediği açıktır: Bütün bunlar yazarı belirsizleştirir. Dolayısıyla, yazarı, “gerçek yazanda veya kurgusal konuşucuda” aramak yanlış olur. ‘İşlev-yazar’, tam da bu kopuşta, bu ayrılmada, “bu mesafede” gerçekleşir. Romana özgü söylemin, şiirsel söylemin özgünlüğü, “sanki-söylemlerin kullanıldığı” bir oyunun özgünlüğüdür.

‘Sanki-söylemi’, söylem görünümünde söylemdir. Bu sözler, Foucault’nun yazınsal yazar kavramına mesafeli baktığını, hatta onu önemsemediğini, yazınsal kurgulama ya da biçemselleştirmeyi, söylem oluşturma olarak görmediğini ortaya koymaktadır.

İşlev-yazarlı bütün söylemler, Foucault’nun anlatımıyla, bu “ego-çoğulluğuna” sahiptir. Matematiğe ilişkin bir denemenin önsözünde konuşan “ego/ben”, “ne konumu ne de işlevi” açısından derste “buradan şu çıkarımı yapıyorum” diyen kişiyle ile özdeştir. Birinci durumda ‘ben’ “denkliği olmayan, belli bir yerde ve belli bir zamanda belli bir işi yapan bir bireye” gönderme yapar. İkinci durumdaysa, ‘ben’, her bireyin anlayabileceği “bir planı, kanıtın bir öğesini” niteler. ‘İşlev-yazar’ bu egolardan biri tarafından “kendisinin kurgusal ikileşmesinden başka bir şey olmayan” diğerlerini dışlayarak sağlanmaz. Tam tersine bu tür söylemlerde ‘işlev-yazar’ bu üç “simültane egonun parçalanmasına” yol açar.

Aşkın söylemsel yazar kimdir?

Söylem temel alındığında, yazarın öneminin/anlamının daraltıldığını kabul eden Foucault’nun anlatımıyla, Homer ve Aristoteles gibi “aşkın-söylemsel” konumda olan yazarlar da vardır. Bunun yanı sıra Avrupa’da 19. yüzyılda ‘büyük’ yazınsal yazarlarla, kanonik/koşunsal dinsel metinlerin yazarlarıyla veya bilimlerin kurucularıyla karşılaştırılamayan “özgün yazar tipleri” ortaya çıkmıştır. Bunlar, “söylem kurucuları” olarak adlandırılabilir. Söylem kurucu yazarların “tikel yönü” veya ayrıcı özelliği, bunların salt kendi yapıtlarının veya kitaplarının yazarı olmamasıdır. Bunlar, yapıt veya kitaptan “daha fazlasını”, diyesi, başka metinler için “olanak ve oluşturum yasasını” veya kuralını yaratan yazarlardır. Bir roman yazarı sadece “kendi metninin” yazarıdır. Öte andan, yazınsal yazarlar arasında “Pireneler ‘deki Saray” adlı yapıtın yazarı Ann Radcliffe gibi, yazdığı romanla ‘korku romanı’ türünü kuranlar da vardır. Bu yüzden, modellerini romanlarında serimlediği “belli benzerlikler ve örneksemeler/analojiler” için ortam hazırlayan Radcliffe’in “yazar-işlevi”, yapıtının ötesine gider.

Söylem/sellik kurucu yazarlara gelince: Örneğin, Freud yalnızca “Düş Yorumu“nun, Marx salt “Kapital“in yazarı değildir; bunlar “bitimsiz bir söylem olanağı” yaratmış kişilerdir. Bu ‘söylemsellik kurucu’ yazarlar, bir roman yazarının olanaklılaştırdığı şeyden çok fazlasını olanaklılaştırmıştır. Marx ve Freud salt belli sayıda örneksemeleri olanaklılaştırmakla kalmamış, “bir diz ayrımları” da olanaklılaştırmıştır. Örneksemelerin dışında, “kurdukları şeye ait olan” öğeler için de ortam hazırlamışlardır. Freud ‘psiko-çözümleme” kuramını kurmakla, psiko-çözümlemeye ilişkin söylemden kaynaklanan “bir dizi ayrımları” olanaklılaştırmıştır. Benzer şeyler Galileo için de geçerlidir.

Bir söylemsellik tipini kurmak demek, “bir dizi uygulama olanaklarını” açımlamak demektir. Söylemsellikte sözcüklerin, göstergelerin “arasında söylenen”, diyesi, ara-alanlar önem taşır. Buradan görüleceği üzere, metne ait olan “geri-dönüş”, metni sürekli “değiştirir”; metne geri-dönüş, söylemselliğe eklenen “tarihsel bir ek” değildir; söylemsellik üzerinde yapılan “yararlı ve gerekli dönüştürüm çalışmasıdır.” Galileo’nun bir metnini incelemek, “mekaniğin tarihine ilişkin bilgiyi” değiştirir; ancak mekaniği asla değiştirmez. Buna karşın, Freud’un metnini incelemek, psiko-çözümlemeyi; Marx’ınkini incelemek ise Marksizm’i değiştirir.

Bu bağlamda şu noktayı vurgulayalım: Bir yazarla “ilintililik veya ilintisizlik” ve bu ilintinin çeşitli biçimleri, söylemsel belirtilerden birini oluşturur. Söylemler, Foucault’nun deyişiyle, “anlatım değerleri” ve “biçimsel dönüşümleri” bakımından değil, “var-oluş tarzları” bakımından irdelenmelidir. Bir başka anlatımla, söylemlerin “yaygınlaşma tarzı, değerlendirme, mal etme ve edinme tarzı”, her kültürde farklıdır ve her tekil kültürde değişir. Söylemlerin “toplumsal ilişkilerde” ortaya çıkış tarzı, kullanılan kavramlar ve temalardan çok, ‘işlev-yazar’ ve onun “değişimleri” ile açımlanabilir.

Yapıta içkinlik yaklaşımının “biyografik ve psikolojik” ilinti noktalarını ve metnin “yapılandırma tarzını” dışladığını belirten Foucault’ya göre, bu yaklaşım, “saltık öz-yapıyı ve malzemenin kurucu rolünü” sorunsallaştırmıştır. Bunun ötesinde, “malzemenin bağımlılıkları ve işlev biçimleri” önem taşır. Bu nedenle, artık bir malzemenin “özgürlüğünün şeylerin sıkılığı/yoğunluğu içine” nasıl katılabildiği ve ona “bir anlam” verdiği; malzemenin içten “bir dilin kurallarını” nasıl canlandırdığı ve böylece “kendi ereklerini” açığa vurduğu gibi geleneksel sorular bırakılmalıdır. Bu kapsamda asıl sorulması gereken şunlardır: Malzeme, söylemde “nasıl, hangi koşullarda ve hangi biçimlerde” ortaya çıkar ve her tekil söylemde “hangi yere ve işleve” sahip olabilir, hangi “kurallara” uyar? Bu soruların yanıtı, malzemenin “kökensel rolünü elinden almaya” ve onu söylemin “değişken ve karmaşık bir işlevi” olarak çözümlemeye katkıda bulunur.

Yazar, kurguyu çoğaltır mı, azaltır mı?

Foucault’nun kesin belirlemesiyle, yazar veya ‘işlev-yazar’, işlev-malzemenin “olası özgünleşimlerinden (spesifikasyonlarından) biridir.” Tarihin akışı içinde biçimi, karmaşıklığı, varoluşu ve işlev tarzı bakımından sürekli değişim geçiren ‘işlev-yazar’, her kültürde söylemlerin “yaygınlaşması ve alımlanmasının” temelidir. ‘Metinde konuşan kimdir, yazarın kendisi midir’ veya yazar, ‘hangi özgünlükte’ konuşmaktadır gibi sorular yerine, yazınsal söylemin “varlık koşulları nelerdir?” Söylem “nasıl yaygınlaşmaktadır; söylemi kim edinebilir” soruları irdelenmelidir.

writerBunların dışında, Foucault’nun belirmesiyle, yazarın “ideolojik konumuyla” bağlantılı nedenler vardır. Bu kapsamda “kurgunun dünyamız açısından serimlediği büyük tehdit, büyük tehlike nasıl azaltılabilir?” sorusu önem kazanır. Bu sorunun yanıtı açıktır: Söz konusu tehlike, yazarla “azaltılabilir.” Yazar, “dünyadaki ‘anlamların’ kanser gibi ve tehlikeli çoğalmasını limitleştirilmesini” sağlar. Yazar, “anlamın çoğalmasında tasarruflu davranma ilkesidir.” Bu yüzden, yazar, ‘tüketilemez bir anlamlar dünyası yarattığı yapıtın dâhiyane yaratıcısıdır’ veya ‘yazar anlamı bitimsiz şekilde çoğaltır’ şeklindeki geleneksel yazar anlayışı “ters çevrilmelidir.”

Foucault’nun yazınsal üretimin temeli olan ve dilsel malzemenin biçemlenmesiyle ortaya çıkan kurgu kavramıyla ilgili bu belirlemeleri eleştirel değerlendirilmelidir. Bir kez daha vurgulamakta yarar vardır: Edebiyatın veya anlatı sanatının malzemesi olan dilin kendisi bir kurgu ürünüdür. Bu nedenle, ‘edebiyat, kurgunun kurgusudur veya çift kurgudur’ denilebilir. Peki, dilsel malzemeyi kendi öznel sanatsal-dilsel beğenisiyle kurgulayarak, ondan bir yapıt üreten yazar, kurguyu nasıl azaltabilir? Bir başka anlatımla, yazardan kurguyu azaltmasını beklemek, onun işiyle bağdaştırılabilir mi?

Foucault’nun öne-sürümü uyarınca, yazar, bir yapıtı dolduran “bitimsiz anlamların kaynağı” değildir. Yazar, yapıtı “öncelemez”, diyesi, yapıttan önce gelmez. Yazar, “belli bir işlev ilkesidir”; bu işlev ilkesiyle “sınırlandırılır, dışlanır, seçilir.” Kısa anlatımla söz konusu ilkeyle, kurgunun “özgür dolaşımı, özgür kullanımı, özgür kompozisyonu, de-kompozisyonu ve re-kompozisyonu” önlenir. Bu sözlere de eleştirel bakılmalıdır; çünkü yazar, kurguları çoğaltır; kurgunun özgür dolaşımını önlemek bir yana, özendirir.

Yazar, bir “deha”, bitimsiz bir “anlam seli” olarak görülmemelidir. Bir metinin yazarı “tarihsel gerçek işlevi” içinde serimlendiği için, “ideolojik bir üründür.” Tarihsel bakımdan “verili bir işlev”, bu işlevi “ters yüz eden” bir figürde serimlendiği zaman, “ideolojik bir yaratım” söz konusu olur. Buna göre, yazar, “anlamı çoğaltan tarzı” niteleyen ideolojik bir figürdür.

Bunları dile getirmekle, kurgunun yazar figürüyle sınırlandırıldığı bir kültür biçimi istemediğini belirten Foucault’ya göre, “içinde kurgusal olanın mutlak özgürlük içinde işlem yapabildiği”, sınırlandırıcı bir figür olmaksızın “gelişebildiği” bir kültürü tasavvur etmek, “katıksız bir romantiklik” olur. Yazar, 18. yüzyıldan beri endüstri ve burjuva toplumunun, “bireyciliğin ve özel mülkiyetin” çağının yapısına da uygun olarak “kurgusal olanın düzenleyicisi rolü” oynamaktadır. Buna karşın, tarihsel gelişmelerin ışığında yazar işlevinin “biçimde, karmaşıklıkta, hatta var-oluş tarzında” sabit kalması düşünülemez. Toplum değiştiği sürece, yazar da değişir. Bu değişim sürecinde yazar işlevi ortadan kalkacaktır. Bu ortadan kalkış, kurgu ve onun “çok-anlamlı” metinlerinin bir sınırlama dizgesi içinde “başka bir tarzda işlevlileşmesi” ile olacaktır.

Sonuç olarak bir kez daha belirginleştirelim: Foucault’nun geliştirdiği ‘işlev-yazar’ kavramı, yazan öznenin söylemlerde üstlendiği işlevdir. Söylemlerde ortaya çıkan yazarın bireysel/kişisel sesi önemli değildir; önemli olan, söylemin tümel sesidir. Yazar, edebiyat biliminin metnin içeriğinin “derin anlamını” çıkarımladıkları “akılcılaştırılmış bir oluşturu” olarak belirlenebilir. Her şey gibi, yazar işlevi de “bağlama” göre tarihsel olarak değişir. Yazar işlevinin yaratılması, okuyucunun/alımlayıcının, yazınsal metinde gerçekleştirdiği karmaşık işlemler dizisinin bir sonucudur. Dolayısıyla, yazar-işlevi, gerçek bir bireyi/kişiyi değil, okuyucunun yorumunun sonucunu yansıtır. Foucault için yazar sadece bir işlevdir; söylemde etkinleşen işlevlerden biridir; çeşitli söylemlerin kesiştiği bir addır. Öte yandan işlev ve kişi arasında olduğu varsayılan “özdeşlik ilişkisi”, “kopuk” ve süreksizdir. Bu nedenle, tek bir kişi, “birçok” yazar olarak yorumlanabilir. Örneğin, Goethe şair, yazar, doğa bilimci, devlet adamı olarak nitelendirilebilir. Bir kişinin bir metnin yazarı olarak adlandırılması, söz konusu metni, metinler yığınından ayırır; ona tikellik kazandırır. Yazar, yazınsal yapıtın biçemsel tikelliğinin ve kuramsal çözümlemesinin güvencesidir.

Prof. Dr. Onur Bilge Kula – edebiyathaber.net (6 Mayıs 2015)

Yorum yapın