Yaşar Kemal’in son telefonu | Erdinç Akkoyunlu

Ekim 2, 2017

Yaşar Kemal’in son telefonu | Erdinç Akkoyunlu

İstanbul, 2014’ün Eylül’ü. Akşama kadar gazetedeki bilgisayarın ekranına ajanslardan düşen haberleri ve internet sitelerinin bol flashlı son dakikalarını takip ettikten sonra buğulanmış gözlerle etrafa bakarken, cep telefonumun sesini duydum. Başımı masamda bilgisayar ekranı ile klavyenin arasında duran telefona çevirdiğimde, ekranda beliren ‘Yaşar Kemal’ yazısını görünce de kendimi haber denizinde boğulmuş gibi hissettim: Otuz üç yıllık hayatınızda iyi şeyler, bir an denilebilecek zaman dilimine bile sığmayacak kadar kısa yaşandıysa, kötü düşüncelerle girilen çok sıkı bir arkadaşlığın adı kötümserlik olmaz. Belki karamsarlık olur. Peki, tamam “kapkaramsarlık”:

O an aklımdan, 91 yaşındaki Yaşar abinin öldüğü ve bu kara haberi bana vermek için eşi Ayşe Hanım’ın beni aradığını geçirdim. Ama telefonu da açmadım. İkinci ve üçüncü çalışına kadar kendimi bir ölüm haberinin melankolisine hazırladım. Üstelik telefonu açtığımda da, karşımdakine hüznümü geçirmeyip onu teskin etmeyi kurdum. Dördüncü çalışında telefonu açmazsam bunları yapamayacağımı düşünerek aç tuşuna dokunup, çatlak bir sesle,

“Efendim,” dedim. Sesim beni arayanın kulağına çarpıp parçalandığında da, tok bir erkek sesinin,

 “Erdinç sen misin?” diye telaşla karışık şüpheli sorusunu duydum. Bu Yaşar Kemal’di ve nedense, o ana kadar öldüğünü düşünerek çok melankolik bir hüzne dalmak üzereyken hevesim kursağımda kalmışçasına duraksadım. Yaşar abi, büyük bir felakete uğramamış olsa kendisi bana neden telefon etsin ve bu telaşlı sesle konuşsundu? Korkunun vitesini biraz daha yükseltip, bu kez ben Yaşar abiden daha telaşlı cevap verdim:

“Evet, Erdinç ben, Yaşar abi…”

Bu tonlama, kimliğim hakkında karşımdakinin soru işaretlerini giderdikten sonra, “Telefon ederek aklımı niye başımdan aldın. Hadi cevap ver,” demekti. Ve o an, yaptığımın farkına vardım. Sesimi yumuşatıp,

“Yaşar abi, aradığınıza çok mutlu oldum,” dedim…

“Sağol,” dedi Yaşar Kemal. Son hamleyle Yaşar abi’nin yanlış bir numarayı hatta yanlış bir Erdinç’i arama kaygılarını sildiğimi, onun tok sesinin insana şakacı ve dünyada en önemli şeyin dostluk olduğunu anlatan tınısını duyunca anladım.

“Erdinç, iyi ki bizim Ayşe numaranı çevirdi. Allah razı olsun Ayşe abladan. İzin de verdi telefon için, yoksa ben numaranı nerde bulup arayacağım,” dedi. Ardından da yanında oturan ve söylediklerini ‘Ya, tabii, evet,” diye onaylayan Ayşe Hanım’a takılmasına gök gürültüsü gibi bir kahkahayla güldü Yaşar Kemal…

Ben de güldüm. Ve telefonu gazetenin sayfa yetiştirme telaşıyla birbirlerine beş-altı metrelik mesafelerden bağırarak işleri halletmeye çalışan editör kalabalığından sıyrılıp, haber toplantılarının yapıldığı boş salona girdim. O ana kadar aklımdaki tüm felaket senaryoları boşa çıkmıştı. Yaşar abi ölmemişti, anlaşılan başına benim bilmem ya da çözmem gereken bir felaket de gelmemişti. İnsanın yaşamına iyi şeyler yaşanmayınca, umudu da pek cılız oluyor. Nedense o anda aklıma, Yaşar abinin beni bunların dışında neden arayabileceğine dair bir şey gelmedi. Aslında kötü senaryo durumunda da neden benim aranabileceğime dair bir fikrim yoktu. Bu fikirsiz halimle suskunlaşınca, Yaşar abi o yaşındaki çok açık zihniyle durumumu kavradı. Bana herhangi bir duygusal yük bırakmamak için, neden aradığını izaha girişti:

“Efendiağa…”

“Buyrun Yaşar abi…”

“Seni rahatsız etmiyorum değil mi? Hani işin vardır…”

“Estağfurullah ne rahatsızlığı…”

“Yok öyle aniden aradım hani…”

“Çok mutlu oldum Yaşar abi. Keşke hep arasanız…”

“Efendiağa, seni özledim de aradım…”

“Ben de sizi özledim Yaşar abi…”

“Ayşe’ye dedim ‘Efendiağayı ara. Sağolsun aradı. Nasılsın, n’apıyorsun?”

Yaşar abi’nin ne yapıyorsun sorusu, ‘Ne yazıyorsun’ demekti. Bunu 2008 yılında Fethi Naci’nin cenaze töreninde tanıştığımızda öğrenmiştim. Fethi Bey’in cenazesi Teşvikiye Camii’nden kalkarken, ben caminin caddeye bakan kısmında durmuş hem tabutun götürülüşünü hem de onu hüzünle izleyen Adalet Ağaoğlu ile Yaşar Kemal’i izlemiştim. Hikaye yazanlar bilir: Bir an yaşarsın ve onun bir hikaye olduğunu bilirsin. Ben de o hikaye anını, sanki hiçbir acıyı unutmayan bir fil hafızalı değilmişim gibi zihnime kaydediyordum:

Adalet Hanım’ın cami avlusunda oturduğu bankın etrafını genç yaşlı okurları sarmıştı. Yaşar abi de ayaktaydı ve onun etrafı da sarılıydı. Bu iki edebiyat çınarını ilk kez görenler, hayranlıklarını belirtmek yahut kitap imzalatmak telaşındaydı. Yanlarından geçip camiden çıkarken Yaşar Kemal, ani bir hareketle eliyle beni işaret edip etrafındakilere ‘Bu genç de kim’ diye sordu. Ve ben o an, mucizelerin sadece romanlarda değil gerçekte de olabileceğine inandım. Etrafındakilerden hiçbiri beni tanımıyordu, ben de onları. Yaşar Kemal ile eşi Ayşe Hanım’ın yanına gidip,

‘Geçen ay sizin Demirciler Çarşısı Cinayeti romanınızın eleştirisini yazmıştım. Ben Erdinç Akkoyunlu’ dememle, ikisinin de yerinden sıçradığını görüp şaşırmam ve bunu ilerde anlatınca kimsenin bana inanmayacağını düşünmem aynı saniye içinde oldu.

‘İyi de sen çocuksun, edebiyatı nerden biliyorsun. O yazıyı nasıl yazdın’ diye soran Yaşar abi bir yandan Notos’ta yayınlanan yazı için beni överken, öte yandan Demirciler Çarşısı Cinayeti romanının ne denli az anlaşıldığını anlatmaya başladı. Gerçekten de Yaşar Kemal’in ‘O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler…’ cümlesiyle başlayıp, aynı cümleyle biten roman biçimsel ve kurgusal özellikleriyle yazarın Avrupa klasik roman akımına en yakın eseridir. Ve ilk cümlesinin ikonlaşmasının gölgesinde kalır. Yaşar abi de, benim analizimdeki ifadelere katıldıktan sonra, koluma girip Teşvikiye Camii avlusundan caddeye çıkana kadar otuz adımlık yeri on dakikada yürüyüp yolları bir daha kesişmeyecek bir usta-çırak gibi yazmaya dair nasihatler verdi…

Yeni romanı İstanbul Cinayeti

Elimde telefon, karşımda Yaşar Kemal, zihnim o an camideki tanışmamıza gidip gelince ne yapıyorsun sorusuna incitmeyecek bir yanıt aradım. Yaşar abi’nin sorduğu yeni bir edebiyat eleştirisi yazıp yazmadığımdı. Yer Demir Gök Bakır, İnce Memed, Bir Ada Hikayesi benim Yaşar Kemal’e dair Notos ve gazetelerin kitap eklerinde yazdığım analizlerdi. Hepsini okumuş, ardından da bana ya mesaj gönderip ya da arayıp teşekkür etmişti. Yaşar Kemal’in 80’li yaşlarının ortasından itibaren gördüğüm yazarın, aynı zamanda romancı olmak isteyen şimdilik eleştirmene nazik geri dönüşü, maalesef pek çok genç ve çok satan yazar hakkındaki eleştirilerime gelen suskunluğun hüznünü yok eden ulu yağmurlar gibiydi. Yaşar Kemal’in imbiklerden süzülmüş insanlığının derinliğinden gelen ilgisi ve sevgisi, vahşi edebiyat dünyasında bende açılan yaraları kapatan merhem olmuştu. Ve ben 2004’ten 2009’a kadar çalışarak Yaşar Kemal’e özendiği için yazar olmuş, fakat Yaşar Kemal’in de çok yakın dostu olan Çetin Altan gibi yazan bir karakterin polisiye romanını yazmıştım. Ama romanı yayınlatacak yer bulamıyordum. Son bir çabayla birkaç gün önce bir yayıncıya gitmiştim ve romanı değerlendirilsin diye teslim etmiştim. Zihnim bana yine bir oyun oynayıp, Yaşar abi’nin bu durumu öğrenerek, beni aradığını kurdu. Sonra yanıt vermeyi çok uzattığımı anlayıp şunları dedim:

“Yaşar abi. Bu aralar edebiyat eleştirisi pek yazmıyorum. Ama siz yeni bir roman yazarsanız, pekala yazarım…”

Bir gök gürültüsü daha patladı. Ben de güldüm…

“Ben İstanbul’da geçen bir cinayet romanı yazıyorum. Sonra Demirciler Çarşısı Cinayeti’nin de devamını yazacağım…” dedi Yaşar abi…

Türkiye’nin yaşayan en büyük yazarı, 33 yaşındaki genç bir romancı adayı ve kimsenin pek iplemediği bir edebiyat eleştirmenini arayıp, yeni yazacağı romanların hayalini anlatıyordu. Ve ben bunların saniyesini bile kaçırmak istemeden zihnime kaydetmeye çabalıyordum.

“Aa, sahi mi Yaşar abi. Benim roman da İstanbul’da geçen cinayetleri anlatıyor. Siz de varsınız içinde…”

“Beni mi öldürdün?” diye gülerek sordu.

“Yok yok, siz ölmediniz. Sizin Cumhuriyet Gazetesi’nde çalıştığınız dönem var, onu yazdım…”

“Ben orada on beş sene çalıştım. Röportajlar yaptım. Sonra kitapta topladım onları. Gazetede insanı gördüm. Hayat böyle mesleklerde görülür…”

“Biliyorum, yani evet ben de biraz şahit oldum…”

“Bak Efendiağa. Aklına gelen her şeyi yaz. Yazıcılıkta birinci kural. Aklına geleni yazacaksın, ertelemeyeceksin. Ertelersen kaçar, ölür o yazı. Bebek hikayesini yazdığımda senden küçüktüm. Kaç yaşındasın?

“33…”

“Oo, çocukmuşsun be…”

“Öyle evet…”

“İnsanı tanı Erdinç. İnsanı tanımadan yazamazsın…”

“Biraz da ondan gazetecilik yapıyorum Yaşar abi…”

“İyi güzel… Yaz sen, yaz… Bol bol yaz…”

“Peki, Yaşar abi… Bu arada sağlığınız nasıl…”

“İyiyim, biraz şeyler var ama iyiyim…”

“Efendiağa…”

“Buyrun Yaşar abi…”

“Yazmaktan ve sevmekten vazgeçme…”

“Tabi Yaşar abi…”

“Bak ben, ölüm meleği bana gelene kadar yazacağım. Yazarım ben. Elim kalem tutmayana kadar yazacağım. Roman düşüneceğim, roman kuracağım… Böyle olmak lazım. Ölüm meleğine kadar yazacağım…”

“Yazın Yaşar abi. O iki yeni romanı da bekliyorum. Umarım…” Burada ummaya dair bir cümlenin yersiz olacağını düşündüm. O günlerde gazetedeki görevim, aydınlara, siyasilere, gazetecilere telefon edip gündeme dair görüşler alarak haber yazmaktı. Ve bu donanım bana konuşurken, ağzımdan çıkacak cümleyi tahlil edip onu çevirmek ya da bitirmek yetisi kazandırmıştı. Yaşar abi’ye de sonu ölüme dair bir umma ifadesiyle cümleyi böyle yuttum…

“Erdinç…”

“Efendim Yaşar abi…”

“Bak yordum seni… Yeni bir şey yazarsan okurum… Bekliyorum…”

“Tamam Yaşar abi… Söz…”

Bu kime vasiyet

Bu konuşmadan kısa bir süre sonra Yaşar Kemal, hastanede muayene olurken doktorun gözü önünde fenalaştı. Bir süre yoğun bakımda kaldı. Ve 28 Şubat 2015’te hayatını kaybetti. Anladım ki, bu son konuşma vasiyetmiş. Kendi yanlışlarının kuyusuna düşenin elinden tutup da, kendisi çıktığında benim itildiğim züppelik, vefasızlık ve duyarsızlık kuyusundan çıkmak 2 yılımı aldı. Bu konuşmayı yazmak da bugüne düştü. Ben vasiyeti tek başıma üstüme almadım. Belki de bunu yazalım diye yaşadım. Böyledir, bazılarının kendi hayatı olmaz; başkaları yaşasın diye Yaşar. Yahut Kemal… Ama ne olursa olsun; yani Yaşar abi’nin cenazesini, tanıştığımız Teşvikiye Camii’nden kaldırırken de, sonra ölüm yıldönümlerinde de bir türlü ağlayamadım. Fakat ne vakit Yaşar abi’nin en çok sevdiği türküyü duysam… Öyle işte…

O yar gelir yazıya bana gül olur

Yüzün görsem tutulur dilim lal olur

Aşka düşen divane gezer deli olur

 

Evlerine vara gelede usandım

El kızını ben kendime yar sandım

Yüreğime hançer de vurdu gül sandım

 

Mezarımı derinde kazın dar olsun

Altı lale üstü de sümbül bağ olsun

Ben ölürsem sevdiceğim sağ olsun

Erdinç Akkoyunlu – edebiyathaber.net (2 Ekim 2017)

Yorum yapın