Wolfgang Borchert ve “Ama Fareler Uyurlar Geceleyin” | Naki Selmanpakoğlu

Haziran 28, 2019

Wolfgang Borchert ve “Ama Fareler Uyurlar Geceleyin” | Naki Selmanpakoğlu

Tüm bunlar olacak, yarın, yarın belki, belki hemen bu gece, belki bu gece, eğer-eğer-eğer siz.

Hayır demezseniz!…” 

1947 yılı sonbaharındayız. Basel’de küçük bir Katolik hastanesinin odasında son dünya savaşının kurbanlarından birisi yatıyor: Wolfgang Borchert. Yirminci yüzyılın önemli yazarlarından; yazıları gibi yaşamı da trajik. Henüz yirmi altı yaşında. Ölmek üzere, oysa ölmek için hiç de adil bir yaş değil yirmi altı. Çırpınan ellerinde kalem, kâğıt, savaşın ruhunda bıraktığı derin izleri telaşla sözcüklere dökmeye uğraşıyor. Çatışmanın yakıcı, yıkıcı siren sesini duyurmaya çalışıyor. İstiyor ki ondan sonra insanlar onuruyla yaşasın, yeryüzünün yüzü bir daha yerlere eğilmesin. Savaşmaya zorlanmış, bedenleri ve ruhları yaralanmış, yaşamları çalınmış bir kuşağın çığlığını duyurmaya çalışıyor. “Sonra Yapılacak Tek Şey Var” diyor, savaşa hayır de… Ne olursa olsun, “Hayır de !…”

Wolfgang Borchert’i tanıdıktan sonra hiçbir şeyin inanılmaz olmayacağını, insana ait tüm duyguların ne kadar karmaşık ne kadar anlaşılmaz olsa da yazılıp anlatılabileceğini görürüz. Alman edebiyatının en önemli temsilcilerinden biri olan Borchert eserlerinde kimi zaman bir hücreye sıkışıp kalmayı kimi zaman ölümün acımasızlığını ve ne kadar sıradanlaştığını kimi zaman da açlığın o kahredici inkârını yaşatır. Bu, haksızlığa uğramış bir neslin sesi olması yanı sıra, güncelliğini koruyan bir isyan çığlığıdır aynı zamanda.

Borchert,1921’de Hamburg’da doğar. Sevdalandığı bir kenttir Hamburg.  Babası öğretmen, annesi yazar olan Wolfgang’ın edebiyat alanında kendisini göstermesi on beş yaşında şiirlerinin yerel gazetelerde yayınlanmasıyla başlar ( Hamburg Anzeiger). On yedi yaşında Hamlet benzeri bir trajedi yazar ( Yorick der Narr: Kaçık Yorick). Kitapçıda çıraklık yapar ve oyunculuk dersleri alır. Aynı zamanda gezici tiyatro oyuncusudur o yaşlarda.On dokuzunda arkadaşıyla komedi, Käse (Peynir) ve dramatik şiir, Granvella Der Schwarze Kardinal’ini (Kara Kardinal Gravenvella) kaleme alır. Bu gençlik dönemi eserleri, bazı dilsel kusurlara rağmen Borchert’in dramatik yeteneklerinin işaretçisidir. Bu eserler ilk defa, ölümünün 60. yılı olan 2007’de Wolfgang Borchert Derneği’nin hazırladığı özel bir kitapta yayınlanmıştır.

1938 yılında liseden ayrılan Borchert  Nazi Partisi’nin gençleri toplama kampanyasından kaçar. Tüm dünyayı kasıp kavuracak savaşın tohumlarının atılmakta olduğunu görür. Onlara katılmaz. Bu nedenle askere alınır. Hapishaneyle tanışması annesine yazdığı “ milyonlarca insanı felakete sürükleyen yalan karşısında doğruyu keşfettim” cümlesinin yer aldığı mektup sayesinde olur. İlk cephe görevinde ( Ocak 1942 ) yaralanır.  Bu arada difteriye yakalanması nedeniyle Almanya’ya geri gönderilir ve  askeri hastaneye yatırılır. Sol elindeki silah yarasına kasıtlı olarak sebebiyet verdiğinden şüphelenilir ve kendini çürüğe çıkarmaya çalışmakla suçlanır. Tedavi edilmesine izin vermeden hücreye gönderilir. Ünlü Nürnberg Mahkemesi’ne çıkarıldığındaysa savcı vatana ihanetten idamını ister. Altı ay hücre cezası alır. Borchert’in hasta bedeni o hücrede çürümeye başlar. Karanlık duvarlar arasında geçirdiği bu acı ve yalnızlık dolu günlerin izleriyse daha sonra yazacağı öykülerde yalın bir biçimde görülecektir. 1942 sonunda hastalığına bakılmaksızın Rusya’ya; cephenin en uç kesimine gönderilir.Burada ayaklarının donması sebebiyle askeri hastaneye kaldırılır,  sarılık ve tifoya yakalanır. Borchert, 1943 Eylül’ünde izinli olarak, yoğun bombardımandan hasar görmüş olan Hamburg’a döner.Burada bazı kabarelerde rol alır. Ekim’de, birliğine  tekrar katılır.

Yaptığı kabare çalışmalarında yer alan, Nazi Propaganda Bakanı Joseph Goebbels ile ilgili bir parodi sebebiyle Aralık 1943’te yeniden tutuklanır. O artık iflah olmaz bir anti militaristtir. Ocak 1944’te Jena’dan Berlin’e gönderilir ve burada yargılanır. 9 aylık hapis cezasının ardından yeniden cephenin yolu görünür.

Hitler’in dünyayı yakıp yıkan akıl dışı savaşının artık sonu gelmiştir. Almanya’ya giren müttefikler, diğer mahkûmlar gibi Borchert’i de esir alarak başka bir hapishaneye nakletmek isterler. Nakil sırasında firar eder, altı yüz kilometre yolu yürüyerek hep özlemini çektiği Hamburg’a döner ( 10 Mayıs 1945). Paramparça olmuş sevgili yurduna. Savaş koptuğunda on sekiz, bittiğinde yirmi dört yaşındadır. Hiçbir şey eskisi gibi değildir artık. Anne ve babası onu ölümden dönmüş bir insan olarak kucaklarlar. Ancak yüreğindeki ağrılar bedenindekilerden daha ağır gelir Borchert’e. Uzun bir süre dinlenmesi gerekirken acılarını sağaltabilmesinin tek yolunun yazmak olduğunu görür. Yazmak ve savaşın toplumlarda, ruhlarda açtığı yaraları, yarattığı yıkımları, insanların sessiz çığlıklarını duyurmak.  Durmadan yazar, eserlerinde, savaşın insanın benliğini nasıl parçaladığını, açlık ve yoksulluğun en kutsal değerleri bile nasıl yok edebileceğini sakin ama sarsıcı tablolarla anlatır.

1946 yılında Fener, Gece ve Yıldızlar adlı şiir kitabını, ilk öykü kitabı Karahindiba’yı da 1947’de yayımlar. Kapıların Dışında adlı tek oyununu 1946 sonlarında tamamlar. İkinci öykü kitabı Bu Salı’yı (1947) hazırlar. Ne var ki, hem oyununun hem de bu kitabının basılması, yapıtlarının çeşitli dillere çevrilmesi ve rekorlar kırarak satması ölümünden sonra gerçekleşir.  Eserlerinde, savaşın ve savaş sonrası dönemin tüm korkunçluğunu herhangi bir yorum yapmadan, kısa, çarpıcı sahneler halinde sergilerken, mizah ve ironiyi de elden bırakmaz.

Borchert onu ölümsüzleştiren tiyatro oyunu “Kapıların Dışında”yı (Draussen vor der) bir hafta içinde yazıp bitirdiğinde sağlığı artık iyiden iyiye bozulmuştur. Üç hafta sonra( 13 Şubat 1947) radyo oyunu olarak yayımlanan bu eserin ardından tam 22 hikâye yazar.

Oyunda; “Hiçbir tiyatronun oynamak istemediği, hiçbir seyircinin görmek istemediği bir oyun” notuyla yazdığı, Rus cephesinden tek bacakla dönen, döndüğünde ailesini, inançlarını, bıraktığı gibi bulamayan Beckmann’ın dramatik öyküsünü uzun bir monologla anlatır. Beckmann yurduna tek bacakla döndüğünde, uğruna savaştığı her şey bir hiçtir. O artık dayanaklarını ve kimliğini kaybetmiş yapayalnız bir insandır. Oyunla, Alman halkını sert bir yüzleşmeyle baş başa bırakır Borchert. Herkes dehşet içerisindedir. Dinleyenler radyo istasyonuna mektuplar yağdırırlar. Çünkü yüzleşmek zorunda kaldıkları şey çok acı vericidir.Bu oyunla tüm dikkatler Borchert’e çevrilir. Yayınevleri eserlerini yayımlamak için sıraya girer. Başarı Borchert için hem bir ödül, hem bir teşvik anlamını taşır. Durup dinlenmeden yazmaya devam eder.

Ne ki, 20 Kasım’da bir tutam ışık sönüp gider, yerini soğuk bir karanlığa bırakarak.  Hamburg’da toprağa verilir.

Ölümünden bir gün sonra Hamburg’da sahneye konulan bu oyun, II. Dünya Savaşı’ndan dönen insanın yazgısını dile getiren ilk Alman tiyatro oyunudur. Bütün yapıtlarında, “yurtsuz, bağsız, mut­suz, kimsesiz, geleceği karanlık, sevmeye susamış, gençliğini yaşayamamış” bir kuşak diye nitelediği kuşağının tedirginliğini yansıtır. Öykülerini “ telgraf stili” denilen kısa cümlelerle yazar. Bu kalan ömrünün kısalığı ile özdeş görünerek bir ironi ortaya çıkarır. Yazar bol tekrarlı, yalın ve anlamlı diliyle yeni bir yol açar.Kısa ve sade öyküler bir o kadar da çarpıcı, uyarıcı ve eylemcidir.

“Borchert,  güneşi sever, geceyi sever, geceleyin limanda su kıyısında tek başına yanan fenerleri, karanlık sokaklardaki aydınlık pencereleri, fenerler altındaki ve aydınlık pencereler gerisindeki kadınları, hafif eteklikleri ve pembe ağızları, yumuşak, tatlı ve coşkulu kucaklaşmaları sever, anneleri sever. Kadınlar onun için yaşamın insanı sarhoş eden büyük ve kutsal lütfunun simgeleri, hayata coşkuyla soyunanlar ve umutsuzlar için sıyırılacak bir limandır”*

Fener, gece ve yıldızlar

Ben ölünce,

hiç değilse

bir fener olsam;

kapında dursam,

soluk donuk geceyi

aydınlığa boğsam.

Ya da limanda

gemilerin uyuduğu zamanda

gülüşürken kızlar,

uyumasam;

dar kirli bir kanalda

bir yalnıza göz kırpsam.

Daracık bir sokağa

assalar beni

teneke, kırmızı bir fener

gemilerin uyuduğu zamanda

bir meyhane önünde

dalgın düşüncelerle

tempo tutup şarkılara

sallansam.

Ya da şöyle bir fener gülüşürken kızlar

Uyumasam.

Gözleri büyümüş bir çocuğun yaktığı

duyup da korkunca çevresinde yalnızlığı

dışarda camlarda

fırtınanın ıslığı,

kâbuslar, görüntüler, cinler.

Evet, hiç değilse

ben ölünce

bir fener olsam

tek başına geceleri

uykulardayken dünya

gökte ayla senli benli

sohbete dalsam.

 Çeviren: Behçet Necatigil 

Düşlerde Fener Olmak şiirinden.

Ama Fareler Uyurlar Geceleyin( Das Gesamtwerk, Die traurigen Geranien ) **

Edebiyat ve tarih ilişkisi 

İlk kez 2003 yılında Kâmuran Şipal’ın tercümesiyle Doğan Kitap tarafından basılan kitaptaki öykülerin çoğunu hasta yatağında ölümü beklerken yazar Borchert. Sağlığında ve ölümünden sonra yayımlanan tüm öykülerini kapsar. İkinci Dünya Savaşı’nın acımasızlığını, saçmalığını ve geride bıraktığı felaketi anlatır enine boyuna. Bu, edebiyatın tarih yazmasıdır bir anlamda. Kitaptaki her öykü bir belge niteliğindedir. Yıllar sonra bile savaşın ne denli sarılamaz yaralar açtığını okurken duyumsarız. Bir hafıza kaydı oluşturur yazar; hafızaları silen ve insanları sayıya dönüştüren tüm iktidarlar ve onların savaş makinelerine karşı. Bu bir direniş hafızasıdır aynı zamanda.

Kitaptaki kırk dokuz öykü; Karahindiba adlı kitabımdaki öyküler, Bu Salı’daki on dokuz öykü ve ölümünden sonra yayımlanan öyküleri kapsar Ayrıca “Bu Bizm Manifestomuz” başlıklı deneme yazısı, hayatını kaybetmeden önce yazdığı son eseri olan savaş karşıtı bildiri;” Hayır De!…” ( Genco Erkal’ın sesinden dinlenebilir)   https://www.youtube.com/watch?v=2YFJUGVGA84) ve B. Mayer- Marwitz tarafından yazılan yaşam öyküsünü içeriyor.

Kitap ilk düzyazı çalışması olan “Karahindiba” öyküsüyle başlar.

Kitaba adını veren öyküde; dokuz yaşında bir çocuk yıkılmış bir evin üzerinde gece gündüz nöbet tutmaktadır. Düşen bomba sonucu yıkıntının altında kalan dört yaşındaki kardeşini farelerin yemesini engellemek için yapar bunu. Oysa öğretmeni farelerin gece uyuduğunu söylememiştir.

Savaşta herkesin babası askerdir diyen bayan öğretmen (Bu Salı), geceleyin karısından gizli fazladan bir dilim ekmek kesen yaşlı adam ve bunu fark edince ona kendi payından bir dilim ekmek veren karısı (Ekmek), ellerinde kalan tek şeye, sokaklara kargalar gibi tünemiş savaş artığı yorgun askerler (Kargalar Akşam Yuvalarına Uçar), verecek bir ipek çorabı olmadığı için sevdiği kadının yataktaki sıcaklığından mahrum kalan bir adam (Pencerelerin Ardında Noel ), bizler veda nedir bilmeyen bir kuşağız; ama biliyoruz ki, tüm varışlar bizimdir diye bir yere bağlanamayan yaşantılar (Veda Nedir Bilmeyen Kuşak), çevresindeki her şeyi bir anda silip, evrenin en önemli ve en güzel şeyine dönüşen hapishane avlusundaki sarı çiçekli Karahindiba, öykülerden bazıları.

Öyküler etkileyicidir… Okuru sıkmayan, anlatımı güçlendiren tekrar cümleler… Savaş, acı, gerçek, hastalık, yıkım… Kâmuran Şipal’in emeğini de yadsımamak gerek.

Kitabında kısa öykü türünün başarılı örneklerini veren yazarın her türlüsavaş travmasıyla şekillenmiş olan ve adına “ yıkım edebiyatı(Trümmerliteratur)” denilen aralarında Heninrich Böll’ün de bulunduğu akımın öncülerinden olmasında içinde bulunduğu çevrenin ve yaşadıklarının etkisini yadsımamak gerekir.

Yıkıntı Edebiyatı: Yaşamın zorlu, hayâl kurmanın imkânsız olduğu o karanlık günlerde şairlerin ve yazarların, abartısız, süssüz, gerçekleri olduğu gibi yansıtan dilleriyle biçimlendiği edebiyat.Yazar burada savaşı, savaşın insanlarda yarattığı tahribatı, sonrasında yaşanan travmaları, politik konulara değinmeden anlatır. Artık savaş olmasın, tanıklık edilen acılar bir daha yaşanmasın diye… Sizi içine çeken, uzun süre etkisinde kalacağınız onca hastalık ve savaşla boğuşan bir insanın nasıl yazabildiğine şaşacağınız öykülerdir bunlar.

Borchert’in, gördükleri ve kısa hayatında yaşadığı bun­ca karamsarlık karşısında anlamsız bir me­lankoliğe düşmeyen üslubu, gayet net ve akıcıdır. Coğrafyanın koordinatlarına sığınmadan, belirli koşulların ürünü olsalar da zamanın sınırlarını geçen kanatsız uçan kuşlar gibidir öyküler. Evrensel bir değer taşıyarak güncelliğini korurlar.

Yazarın merhamet ve öfke duyguları ara­sında gidip gelişi, okuyucu için ip üstündeki cambazın dansı kadar ilgi çekicidir. Eserin sonunda okuyucuyu karşılayacak olan “Bu Bi­zim Manifestomuz”un bağrından çıkan; “Biz bu çıldırmış dünyada hâlâ, tekrar defalarca sev­mek istiyoruz!” cümlesinin ardından, kitabın arka kapağını kapatmadan önce, “O Zaman Tek Şey Kalır Geriye” denemesinde bunun bu yaşa­nan savaşlar karşısında nasıl mümkün olacağı­nı anlatır bize.

Kitaptaki öykülerin temasını oluşturan ve savaşa karşı bir manifesto niteliğinde olan fikirleriyle yazarın, daha uzun yaşamasını ve görerek, duyarak, acı çekerek dile getirmeye çalıştığı birikimini daha geniş kitlelerle paylaşmasını dilerdim.

“Bu süssüz, ama derinden etkileyen öyküleri mutlaka okumalı. Faşizmin buyurganlığına, savaşın yok ediciliğine böylesi yalın bir güzellikle direnebilmek ne müthiş bir şey.” ***

Borchert’la tanışmış olanlara ne mutlu. Henüz tanışmamış olanlar hemen okumaya başlamalı. Bırakamayacaklar.

*: Bernhard Meyer- Marwitz , Hamburg, 1957. Ama Fareler Uyurlar Geceleyin,s.332.

**: Ama Fareler Uyurlar Geceleyin

Wolfgang Borchert

Çeviri: Kâmuran Şipal, YKY. Aralık, 2016.

***: Celâl Üster, Yeryüzü Kitaplığı, 14.04.2016. Radikal Kitap.

edebiyathaber.net (27 Haziran 2019)

Yorum yapın