Varoluşçu düşüncenin ağlarında bir örümcek | Hülya Soyşekerci

Mayıs 22, 2013

Varoluşçu düşüncenin ağlarında bir örümcek | Hülya Soyşekerci

Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü’nde Behçet Necatigil, 1950 kuşağı yazarları arasında yer alan Demir Özlü için “Hikâyelerinin yapısını varoluşçu ve gerçeküstücü öğelerle oluşturdu, entelektüel ve esrarlı havasıyla yalın gerçekçilerin karşıtı bir yazar oldu.” der.

Uzun yıllar boyunca yurtdışında gönüllü ve zorlu bir sürgün yaşamı sürdüren Demir Özlü, uzak kentlerin kültürel ruhunu keşfe çıkarak, bu kentlerin içinde derinleşen entelektüel izlerin ardına düştü. Düşünce ve duyuş tarzı açısından yakınlık duyduğu bazı Avrupalı yazarların yıllar, yüzyıllar önce yaşadığı sokakları, evleri, mekânları adım adım dolaştı; izlenimlerini kendi içsel duyumsamalarıyla harmanlayıp yoğun, şiirsel anlatımıyla okuyanda unutulmaz edebi tatlar bırakan anlatılar, öyküler ve romanlar kaleme aldı.

Demir Özlü’nün eserlerinde Avrupa’nın, Amerika’nın uzak kentlerinin entelektüel ruhu, kendi ülkesinde yaşadığı gençlik, çocukluk yaşantılarıyla, unutamadığı mekânlarla buluşur. Yazar, anılarıyla yeniden uzanır yıllar önce yaşadığı İstanbul’a ve Anadolu kentlerine; yurt özlemini de kendi ana dilinden güç alarak yazdıklarında içten içe duyumsatır. Düşlerle gerçekler bir aradadır; düş nerede başlar, gerçek nerede biter, hemen kendini ele vermez onun eserlerinde. Bir gezginin, bir ziyaretçinin mekânları olan oteller ve kafeler Demir Özlü’nün roman, anlatı ve öykülerinin odak mekânlarıdır. Yaşamın geçiciliğini duyumsatır gibidir bu yerler; birer ziyaretçisi olduğumuz yaşama atıfta bulunur; “Asıl gerçek ölümdür; birey açısından kalıcı olan sadece hiçlik ya da sonsuz bir boşluktur” diye fısıldar sanki. Varoluşsal boğuntuyu, yalnızlığı, anlamsızlık duygusunu, hiçliğe uzanan adımlarımızın sesini duyarız Demir Özlü anlatılarında. Yaşamın yazınsal boyutta kurgulanmasından oluşan yeni bir estetiğin sezgisi yüreklerimize ulaşır. Demir Özlü, ayrıca anlatıcı/yazar özdeşimi yaratarak bunu kendine özgü bir kurgulamaya dönüştürür.

Demir Özlü’nün geçtiğimiz Temmuz ayında yayımlanan son anlatı kitabı Önünde Boş Bir Uzam yukarıda belirttiğim kavramları vurgulayan, yazarın oluşturduğu etkileyici atmosferiyle içimizde ürpermeler yaratan bir kitap. Önünde Boş Bir Uzam, yazma ânından hemen önce yazarın önündeki o boş kâğıdın görünmez girdabını; bunun yanı sıra insan yaşamının sonundaki hiçliği, ölümün boşluk ve bilinmezliğini temsil ediyor. Atılan adım boşluğa doğrudur; insan ondan sonrasını göremez, bilemez ve kavrayamaz. Yazar, bu metaforu, varoluşçu filozof Kierkegaard’ın bir metninden esinlenerek işliyor. Kitabın sonlarına doğru karşımıza çıkan bu kısacık varoluşçu metni okuyunca, kitabın adıyla insanın asıl meselesinin müthiş bir kesişme noktasında derinleştiğini görüyor; boşluğa düşme ânının yarattığı o inanılmaz ürpertili heyecanı ruhumuzun tüm noktalarında hissediyoruz. Anlatıcı /yazarın esinlendiği felsefi metin aynen şöyle: “Ne gelecek? Gelecek ne getirecek? Bilmiyorum, hiçbir şey sezmiyorum. Bir örümcek, belirli bir noktadan hedefine doğru indiğinde, önünde hep, ne denli çırpınsa da ayağın basamayacağı boş bir uzam görür. Benim durumum da böyle; önümde hep boş bir uzam; beni öne doğru götüren ise, arkamda kalmış bir sonuçtur” (s. 71).

Stefan Zweig’in deyimiyle “kendileriyle savaşanlar”dan olan ve yaşamına kendi eliyle son veren yazar Heinrich von Kleist’ın yaşadığı Berlin mekânlarını anlatıcı/yazarla birlikte dolaşıyor, Kleist’ın evinde ve sokaklarda onun soluk alışını hissediyoruz adeta. Sevdiği insanla birlikte intihar eden Kleist’ın mezarı başında şunları düşünüyor anlatıcı/yazar: “İki sevgilinin mezarı mıydı bu? Böyle yorumlamak ne kadar zor! Bu çağın sancısının, çağın sancısıyla derin bir kişiliğin buluştuğu yerde duyulan, sonraki iki yüzyıla da yansıyan bunaltısıydı. Belki ruh, geleceğin bütün çalkantılarını, insana uygun düşmeyecek bütün sarsıntılarını duymuştu. Şairin intiharı, bence onun şiirinin bir süreğiydi. Bu şiir devam ediyordu. Daha da sürecekti” (s. 63).

Önünde Boş Bir Uzam, anlatıcı/yazarın Berlin’deki günlük yaşamından kesitlerle, otel odalarındaki yazma süreçlerinde duyumsadığı sancılı yaratım anlarının anlatımlarıyla başlıyor. Sayfalar ilerledikçe yazarın yaratma süreçlerine daha yakından tanık oluyor; odasında yazı masası başında onu tüm yalnızlığıyla görür gibi oluyoruz. Anlatıcı/yazar, metnin kişisine “sen” diye seslenerek kuruyor anlatıyı. Böylece, hem yazar, anlatı kişisini dışsallaştırıp kendinden uzakta tutuyor hem de okurun iç dünyasına seslenerek aynı anda iki farklı kişiye ulaşmayı başarıyor bu tarz anlatımla. İyi yazılabilmiş her yazının bütün haksızlıklara başkaldırma olduğunu belirten anlatıcı/yazar, günümüze de göndermede bulunarak şöyle sesleniyor: “Kimsenin sesi çıkmıyor. Kalabalıklar bastırılmış düşlerinin soluk imgeleri içinde sürüklenip gidiyorlar. Kendini iyileştirmek için yazdığını düşünsen de, ‘ıssız çöllerden’ ya da Berlin’deki kanallardan söz etsen de, bir ‘sis çanı’ olacaksın sen. Korkma, kendini koy ortaya” (s. 12). Bir entelektüelin dünya, yaşam ve insanlık karşısındaki sorumluluğunu vurgulayan böyle etkili satırlar, kitabın başından itibaren tüm anlatının dokusuna yayılmış durumda.

Usta yazar Demir Özlü’nün son anlatısı Önünde Boş Bir Uzam, insanın içinde fırtınalar koparıyor. Berlin’den Paris’e; geçmişten şimdiye; gerçeklerden düşlere, anılardan geleceğe gidip gelen bu sıra dışı metinde, insanın evrensel yazgısıyla bir kez daha yüzleşiyor; boş uzamda var olabilmenin ancak sanatsal yaratımın ölümsüzlüğüne ve sonsuzluğuna tutunarak gerçekleştiğinin sezgisel bilgisine ulaşıyoruz. Metnin her adımında, varoluşçu düşüncenin ağlarında dolaşan bir örümcek gibi hissediyoruz kendimizi.

“İnsan”da derinleşmek isteyenler, bu kitapta kendi iç labirentlerinin keşfine çıkacak; insanın varoluş sorunu ve sorumluluğunu kalpten hissedecekler.

Hülya Soyşekerci – edebiyathaber.net (22 Mayıs 2013)      

Tüm Yazıları>>>

Yorum yapın