Unutulmaz karakterlerin yaratıcısı | Sevin Okyay

Ekim 22, 2013

Unutulmaz karakterlerin yaratıcısı | Sevin Okyay

sevinokyay-Kutlu SB PortreBir kadın yazarın Nobel aldığı bu günlerde, belki de geçmiş zamanın bir başka kadın yazarına göz atmanın sırasıdır. Biraz gecikmiş olsak da. Gerçi dünyanın gerçekten de en iyi kısa hikâyecilerinden / yazarlarından biri olan Alice Munro’nun Nobel almak için “kadın”, “yaşlı” (82), “Kanadalı” gibi etiketlere ihtiyacı yoktu. Zaten Nobel Akademisi de, kısa hikâye ustası olduğunu özellikle vurgulayarak bunun altını çizdi.

Bret Easton Ellis hariç bütün meslektaşları seçimi onayladı, Munro’yu övdü, ne kadar sevindiklerini belirttiler. Bir numaralı favori Murakami’nin durumunu bilmiyoruz tabii. Hatta diyorlar ki son hikâye kitabı “Dear Life” için London Review of Books’ta olumsuz denecek bir eleştiri yazan Christian Lorentzen de Nobel bahsinde, Munro sayesinde, 400 sterlin kazanmış.

Bizim yazarımız ise meslek hayatı kırk yılı aşan, kırktan fazla kitap yazmış bir hanımefendi. Sosyetik denebilecek bir çevrede yaşamış ama yoksullar dünyasının da yabancısı değil. 1862’de doğup 1937’de ölen Edith Wharton,  “Keyif Evi / House of Mirth” ve “Yaz Bitince / Summer”ın ardından, gene Kırmızı Kedi’den (ve gene İlknur Özdemir’in birinci sınıf çevirisiyle) çıkan üçüncü kitabıyla karşımızda. Kendisi,  Amerikan sosyal hayatından sunduğu manzaralar kadar akıldan çıkmaz karakterleriyle de hatırlanır. “The Age of İnnocence / Masumiyet Çağı”ndaki Ellen Olenska ve “The House of Mirth / Keyif Evi”ndeki Lily Bart gibi.

Aslında üst sınıflarla ilgilenmek için geçerli nedenleri vardı. Edith (Jones) Wharton, mavi kanlı olmasa da nakliye, bankacılık ve emlak dallarında servet yapmış İngiliz ve Hollandalı sömürgecilerin soyundan geliyordu. New York’un, birbirine akraba, miras kalmış servetlerle yaşayan küçük, pek şık sosyetesine mensuptu. Altı yıl ailesiyle Avrupa’da gezdikten sonra, on yaşında Manhattan’a döndü. Okula gitmedi, babasına ait “centilmen” kütüphanesinin imkânlarından yararlandı. Bir mürebbiyeden de ders aldı. Onun “Eski Para” dünyası, İç Savaş Sonrası dönemin yeni zenginlerine ve onların servetlerini insanın gözüne sokmasına tepeden baksa da, onları yakından inceleyecek durumdaydı.  New York’ta, Newyort’ta ve Massachusetts’de (üçünde de evleri vardı), sonra da Avrupa’da olup bitenleri, değişimleri izleme fırsatı buldu.

iki-Kiz-Kardes_167551_1İki Kız Kardeş / Bunner Sisters”a adını veren Bunner kardeşler de kolay kolay unutulacak karakterler değil. Gerçi, az önce belirttiğimiz gibi, Wharton’un daha ziyade hâkim olduğu varsayılan üst sınıftan karakterler sınıfına girmiyorlar, ama böylesi daha bile iyi. Yazarımız onların dünyasının da zihnen gezgini olabileceğini kanıtlıyor, insan ruhuna aşina. Bunner kardeşleri, onların kuruş üstüne kuruş koyarak yaşamaya çalışmalarını böyle iyi anlatmasına şaşmıyoruz. Aşkta hüsran meselesine gelince, ona da aşinaydı. 1855’te, yirmi üç yaşındayken Edward (“Teddy”) Robbins Wharton ile evlendi. Ne yazık ki keyif ehli, sportmen kocası, onun sanatsal ve entelektüel zevklerini hiç mi hiç paylaşmıyordu. Mutsuz oldu. Sonraki büyük aşkı da ona aradığı mutluluğu getirmedi.

Ann Eliza ve Evelina kardeşlerin ise aşk ve mutluluk beklentisi bile yok. New York’un arka sokaklarında, bilmeyenin fark etmeyeceği, ama Stuyvesant Meydanı’na bitişik mahallenin kadın sakinlerinin tercih ettiği tek vitrinli, tertipli bir dükkânları var. Burada dikiş dikip şapka ve tuhafiye satarak yaşıyorlar. Yoksulluğun sınırındalar, bir odayı, bir yatağı paylaşıyorlar. Büyükanneleriyle annelerinden kalmış birkaç parça eşya, bütün hazinelerini oluşturuyor. Yaşça büyük olan Ann Eliza, ondan küçük ve güzel olan, kendini abladan çok annesiymiş gibi hissettiği kardeşi Evelina için hep fedakârlıkta bulunuyor. Kitabın başında da, fazladan çalışarak tasarruf ettiği birazcık parayla doğum gününde ona bir şey aldığını görüyoruz. Annelerinin mecburen elden çıkarılmış saatinin yerine, Herman Ramy’nin dükkânından alınmış yeni bir saat. Ramy olgun yaşta bir bekâr, ikisine karşı da nazik, ama Ann Eliza, her zamanki gibi geri çekilmeyi tercih ediyor. Tek istediği kardeşinin mutluluğu bulması.

Edith Wharton, bulunmadığı yerleri, yaşamadığı bir hayatı, en ince ayrıntısına kadar, sanki o hayatın içinden yazıyor. Tanrı vergisi bir yeteneği var, doğuştan bir hikâye anlatıcısı. Daha okuma-yazma öğrenmeden önce hikâyeler anlatırmış. Mekânları yaşayan mekânlar, karakterleri de eksiksiz karakterler. Yazarlık mesleğine, mimar dostu Ogden Codman ile birlikte yazdığı “The Decoration of Houses” ile 1897’de başladığına inanmak zor. İlk romanının çıkması ise yeni yüzyılı buldu. Devam etti, çünkü sosyeteden bir hanım olmak ona yetmiyordu. Ama ilk romanını yayımlayana kadar hayli bekledi. Hem üst sınıftan bir hanımefendi hem de yazar olmak onu tedirgin ediyordu. 1890’larda depresyon geçirmesinde bunun da payı olabilir. Şifayı ise her yıl Fransa ve İtalya’ya kaçmakta buluyordu. Sonunda Fransa’ya yerleşti zaten. Avrupa kültürünün Amerikan toplumu üzerindeki etkilerini irdeleyen, eleştirel gerçekçiliğin dorukları arasında sayılacak romanlar kaleme aldı.

Mutsuz evliliği sırasında, üstelik kırk beşindeyken, karmaşık kişilikli Morton Fullerton’la gizli kalmış bir aşk ilişkisini sürdürdü. Yoğun etkisi yalnızca birkaç yıl, ama izleri nice yıllar süren bir yasak aşk. Henry James’in arkadaşı, gazeteci Fullerton’la 1908’de ilişki kurdu. Tutkulu aşklarını güncesine yazardı. 1913’te hiç uyuşamadığı kocasından ayrıldı.

Fullerton’a yazdığı mektuplardan birkaç alıntıyla Wharton’a veda edelim: 

“1908

Çarşamba akşamı (58 rue de Varenne Mart Başı)

(…) Hayır, pes etmeyeceğim, hayır, bunun son olduğuna inanmayacağım, hayır. Hayatım için mücadele edeceğim. Şimdi biliyorum bunu!

Cuma akşamı için sözünü tutabilirsen, tut.”

“Pazar (Mayıs)

(…) Hayır, Sevgilim, suskunluğuna yanlış anlam vermiyorum. Senden, yani benimle mutlu olduğundan diyorum, en çok benimle konuşma ihtiyacı duymadığın zaman emin oluyorum, çünkü o zaman biliyorum ki benim yakınlığım sana engel değil, seni kösteklemiyor, ben senin soluduğun havanın bir parçasıyım.

Bunu anlıyorum, tam o sırada bana o küçük notu yazmaya seni neyin sevk ettiğini de anlıyorum. Sana veda ettiğim için hüzünlendiğimi biliyordun. Bazen neden en küçük dokunuşundan bile kaçındığımı biliyordun.”

İnsanın içi parçalanıyor.

Sevin Okyay – edebiyathaber.net (22 Ekim 2013)

Tüm yazıları>>>

Yorum yapın