Türkân İlem, kızıl saçlı kız ve ben | Feridun Andaç

Aralık 6, 2016

Türkân İlem, kızıl saçlı kız ve ben | Feridun Andaç

feridun andac 10.tifHer şey öyleydi, evet.

Şimdi bu iki kadına bakınca, gözlerindeki gülümseyişe, iyimser duruşa…

Mutlu çağlardı o zamanlar. İnsanlar bağlandıklarına inançlarını yitirmemiş, dostluğu sevgiyi, birbirini beslemeyi yaşama tutkusu olarak bilmişlerdi. Birbirlerine iyi gelmenin ne mene bir şey olduğunu anlar, özen gösterirlerdi.

İnsan sıcaklığı buydu biraz da. Sizin hem kendi zamanınızı kurmanıza yardımcı olunurdu, hem de başka zamanlara taşınmanıza el verilirdi.

İyi insanlar, geçmeyen zamane şarkılarına benzer; hatırlandıkça size yaşattıkları ânların çağıltısına dönersiniz. “Ne çare,” demeden yaşamanın nasıl bir tutku kaynağı olduğunu göstermişlerdir çünkü size.

Bu fotoğraf, biraz da o çağın simgesi benim gözümde.

Önde Cem Yayınevi’nin 1970’li, hatta ‘80’li, yıllardaki editörü Türkân İlem, arkasındaki de, gene aynı yıllarda onun çalışma arkadaşı Vildan Yıldız (Kraemer). Dönemin gözde öykücüsü Bekir Yıldız’ın kızıl saçlı güzel kızı.

Ve masanın çağrısındaki düzen; Gorki, Dostoyevski, kitaplığın düzeni, yudumlanan çay, pembe gülün edası, yazmayı bekleyen kalemler, yazılmayı bekleyen defter ve kağıtların büyülü dünyası… Ve o iki insanın mutlu zamturkan-ilemanları simgeleyen gülümseyişleri…

Gönlümün bir yerinde saklı duranları alıp bu zamana taşıyan her şey öyleydi, evet.

Masumiyetin de bir zamanı olmalı.

O mekâna aşina olmaya başlayan delikanlının gözünde burası bir “ayin” yeri!

O müstehzi bakışlarla duran kadının saçlarına ak düşmemiş henüz. Kızıl saçlı kadın ise narin mi narin bir genç kız. O mekânın her yerinde sözleri, elleri, bakışları, varlığı… Labirentimsi yerde gezinmediği alan bırakmıyor seni görünce. Yaşama çığlığı var bakışlarında. Pencereleri açsanız uçacak bir güvercin gibi!

Ürkek, bir o kadar da içlisin.

Türkân Hanım anlıyorcasına gülümsüyor, mutlu çağların bilgesi gibi karşında her ân. Hayata ve yazıya dair ne kadar umut varsa ondan alıyorsun.

Derin kederler taşıdığını hissediyorsun. Bir fakülte aşkı olabilir, ya da uzak bir akrabadan gelen duygu esintisi. Ama Çalıkuşu’nun Feride’sine hiç mi hiç benzemiyor. Yaşsız, ve hiç kimsesiz biri gibi duruyor karşında. Gözlerinin şefkati gözlerinde. Ayağın sekse, gönlüyle yakalayacak seni. Anlıyorsun. Gönlün kızıl saçlıda. O bunu anlıyor, sen de onun kumruları sevdiğini…

Türkân İlem, gönül kadını mıydı, yoksa bir gönül kırgını mı; bunu düşünmüş bunu sormuştun nice zaman sonra kendine. Çünkü kendini bir insan ömrüne yayanlardandı o.

Neler neler kurardın, yanına varmadan önce. Bir leblebiciden çıkarken cebindeki sıcaklığın buhurlu kokusu gibiydi eline tutuşturduğu kitapların kokusu. Bir ân önce gidip gömülerek okumaya vermeyi düşlerdin kendini, bir de o kızıl saçlıyı.

oguz-akkan
Oğuz Akkan, Cem Yayınevi’nin kurucusu.

Göçebe Denizin Üstünde, Yirmi Aşk Şiiri ve Bir Umutsuz Şarkı elinden düşmezdi. Bir şiir yazmıştın: “Elendi elemin ışığı şafağa,” diye başlayan… Tam da o günlerdeydi, sokakta vurulmuştu bir arkadaşın. Karabasan günlerdi, ülke alacakaranlığa sürükleniyordu.

Bir kitap hazırlıyordunuz babasıyla onun anısına: Sen Hiç Oğul Emzirdin mi Kör Kurşun diye. Gitmiştin Türkân Hanım’a önce, “bir kitap nasıl yayına hazırlanır,” diye sormuştun. İnce ince anlatmıştı sana. Genç aklına, bir de defterine yazmıştın söylediklerini. Formalar, puntolar, italikler, espaslar, bir dolu işaretler… Matbaa, hurufat, kurşun kalıplar… Mücellit… Sonra, önüne koyduğu bir kitabın okuma kopyasını bir harita gibi takip etmiştin. Bir Yaşar Kemal kitabı okumasıydı bu. Her işareti, sözü defterine kaydetmiştin.

“Bunlarla yetinme, git Sait Maden’e. O, kitabın yapım ustasıdır,” demeyi de ihmal etmemişti.

Bir ustaya çırak durmak bu olsa gerekti. Biri duyguları, sözleri, gösterdikleriyle; diğeri yapıp edip ortaya çıkardıklarıyla sizi besliyordu. Beş duyunuzla onlardaydınız aslında.

“Hissederseniz, öğrenirsiniz,” demişti bir gün Sait Maden. Gözlem, emek, çalışmaktan söz etmişti. Lise yıllarında Baudelaire çevirerek Fransızca öğrenmek istemiş; çocukken okulda, evde çizdiği resimlerin bir gün kentin berber dükkânlarından birinin aynasının kenarına asılı durması onu daha da kırbaçlamıştı.

Yaşarken gitmeli insana. İnsandan insana umutsuzluk yok. Öğrenmek, anlamak, hayatı ölüme karşı savunmak; insanlara iyi şeyler istemek/dilemek var…

Ötesi nadanlık, yozluk…

Türkân İlem de, Sait Maden de bunları gösterip öğretti bana. Evet, o kızıl saçlı kız da bir duygu atlasının bir gönülde nasıl filizleneceğini…

İyi zamanlar iyi insanlarla vardır.

Biliyorum, kötü bir zamandayız! Her sözcükte bize ağır gelen de bu. Yeni bir kitaba başlarken, bir yenisini işleyip kurarken yaşayıp ettiğimiz ezinç de bunun bir göstergesi.

“Bu kitabı yayınlamaya cesaret edemeyen herhangi bir yayınevinde başka bir kitap yayınlamam mümkün değil,” diyordu bir şair-yazar dostum; önüme alıp editörlüğünü yapmaya başladığım kitabı için.

Yayıncılığımız o günden buraya erişti. Siz varın hâlâ gelişmişlikten, demokrasiden söz edin durun…

Gene de dilimden düşürmem Mevlânâ’nın şu sözlerini:

“İyi insanların şarkıları

ta yukarlardan aşağılara

güneşin ışıkları gibi iniyor.

İyi insanlar yağmur demiyor, kar demiyor,

ortalık kış kıyamet,

kolları sıvamışlar,

taze yaz meyveleri yetiştiriyorlar.”

(Yenileştiren: A.Kadir)

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (6 Aralık 2016)

Yorum yapın