Tarık Güney’den “Helâl Olsun” adlı öykü

Aralık 24, 2012

Tarık Güney’den “Helâl Olsun” adlı öykü

Para bekleyen gözlerde duygu olur mu?

Okuyanda, taşları yerleştirende, elinde ibrikle koşuşturan çocuklarda duygudan çok paragözlük ve alışkanlık vardı. Nasıl olmasın ki; mezarlar çevre yoluna dayanmıştı ama hâlâ öykülerdeki gibi, “insanlar, bir punduna getirip ölüyorlardı”.

Karşıyaka Mezarlığında, yeni yapılmış defin yeri, aynı anda dört, hatta beş cenaze kaldırıyordu. Çok güzel ayarlanmış akustik yapıya kuşlar bile alışmış, tören sırasında sessizce bekleşiyorlardı. İnsanoğlunun bu bitmek bilmez kalabalığına şaşırıyorlardı belki de. Ama az sonra daha da şaşıracaklardı.

Cenazelerin ardında saf tutmuş ve cenaze sessizliğinde bile kendini tutamayan Rukiye Hanım da şaşıracaktı.

Önceleri okurken duygusallaşan, hele genç konuklarına karşı gözyaşlarını durduramayan imam daha çok şaşıracaktı.

İmam, onlarca tören yönetmekten mekanikleşen ses tonuyla görevine başladı:

“Hatun kişi niyetine, merhume Seyit kızı Fadime’nin bu dünyadaki ve dahi öte dünyadaki haklarınızı helâl ediyor musunuz?”

“Helâl olsun!”

“Helâl ediyor musunuz?

“Helâl olsun!”

“Helâl ediyor musunuz?”

“Helâl olsun!”

“Hatun kişi niyetine…”

“Helâl olsun…”

Sıra erkeklere gelmişti. İmam, derin bir nefes aldı;

“Er kişi niyetine, Muhlis oğlu Şinasi’nin;

“Bu dünyada ve dahi öte dünyadaki haklarınızı,

Helâl ediyor musunuz?”

Alışkın olduğu üzere ikincisini hazırladı ama söyleyemedi. Aykırı bir ses, alanın sessizliğine patladı:

“Helâl etmiyorum!”

Herkes afalladı. Ne demekti bu? Kırk yıllık imam da, cenazeye katılanlar da donup kaldılar. Avluda olanları göremeyecek kadar yasta olan merhumun biricik kızının ince sesi ile birkaç serçenin sohbeti dışında tüm sesler kesildi. Çevre yolu bile sessizliğin gücünü engelleyemez olmuştu.

İlk şaşkınlığı atlatan birkaç merasim görevlisi ile cenazelerin yakınlarından bazıları,    “Helâl etmiyorum!” diyen adama yöneldiler. Hareketlenmeyle birlikte avlunun büyüsü de bozuldu ve Rukiye Hanım’dan başlayarak konuşmalar yükseldi.

“Kimmiş?”

“Meczup mu, meczup mu?”

“Bilmiyorum baba.”

“Deli miymiş?”

Sakızını az önce yutan Firdevs yeniden kavuştuğu baygın gözlerle annesinin merakına su döktü:

“Yok anne,  sarhoş diyorlar.”

“Olacak şey mi ayol! Ben böyle şey görmedim. Daha neler! Benim bildiğim içip içip düğüne gelirler, cenazede ne işi varmış?”

Kursağında diyecek söz kalmış olan yaşlı bir hanım atıldı:

“Merhumun can yakıcılığı, bekliyordum doğrusu maraza çıkacak diye.”

“Benden çok şaşkındınız az önce hanım! Ne oldu?”

“Ne münasebet! Uydurmayın!”

Hadi hadi, biz biliriz! Merhumun nesi yaktı canınızı!”

“Aa!”

Rahmetlinin ağabeyi imamla fısıldaşıyordu.

“Hocam, ne oluyor?”

“Ne olduğunu bilmiyorum!”

“Ne yapacağız?”              

“Devam edemeyiz bu durumda.”

“Olur mu hocam, bir kişinin demesiyle ne olacak?”

“Bir kişi bile dese olmaz!”

Olanlardan habersiz cenazelerin dışında, konuşmayan kalmadı. Kuşlar bile öttüler, kanatlandılar. Diğer cenaze katılımcıları kendi cenazelerini unutmuşlardı neredeyse.

“Bence hiç yakışık almadı.”

“Niye? Adam sordu, onun da sıkıntısı varmış söyledi.”

“Bence sırası değildi efendi.”

“Niye sırası değilmiş, bunun için sormuyorlar mı?”

“Soruyorlar ama öylesine. Âdet üzere yani!”

“Öylesine olur mu evladım, günaha giriyorsun.”

“Ne yani, doğru mu?”

“O adam bağırmasaydı, sizler helâl olsun demeyecek miydiniz?”

“Diyecektik.”

“Merhumdan kazık yemiş olsaydınız ne olacaktı?”

“O başka!”

“Nasıl başka?”

 

“Abi ne oluyor?”

“Dengesizin biri ortalığı duman etti.”

“Öyle deme, kim bilir ne derdi vardır!”

“Ne derdi ya! Ölümden öte dert mi var? Hem dert bu zamanda mı söylenir?”

“He ya! Bizimkiler de öylece kalakaldı.”

“Öyle ya canım! Herkesin bir derdi var illa ki ama sorunca iyi bilirdik, helâl olsun deyip geçiyoruz.”

“Saçmalama beyefendi! O zaman hoca boşuna mı soruyor?”

“Vazifesi o, âdetten şeydiyor…”

“Âdetten olur mu ya, saçmalamayın! Dinimizin emri bu.”

“İkiyüzlülük mü?”

“Sen ne diyorsun be! İkiyüzlü falan… Alırım ayağımın altına…”

“Beyler ayıptır!”

“Şşşt! Hocam! Bizimkileri kaldırsaydık bari!”

“Tövbe!”

Her tarafından ter fışkıran imam, telefonun öteki ucundan çare aranıyordu. “Sayın Müftü… Biliyorum, alışılmadık bir durum ama ne yapayım oldu işte! Çoğunluk helâl dese… Doğru Sayın Müftüm, olmaz tabii de şaşırdım işte… Evet efendim bir kişi… evet… Akraba olup olmadığını bilmiyorum Sayın Müftüm. Provokasyon… sanmıyorum efendim… sakindi. Tam o sırada… haklısınız… Ben de şey ettim ama…”

Avlunun tüm çıkışları, girişleri tıkanmıştı. İbrikçi çocuklar açık ağızlarıyla yaşananları izliyor, kalabalık bir grup daire içine aldığı cenaze sahiplerinden sonuç bekliyordu. Bu arada o aykırı sesin sahibi, halkın bir anlık coşkusu ile işler daha da karışmasın diye yaka paça cami içine götürülmüştü.

“Ya arkadaşım! Bak olanları görüyorsun! Sen helâl de, neyse sonra hallederiz!”

“O da, sonra sonra diye diye aylarca oyaladı, şimdi de çekip gitti. Yok arkadaş, sonrası yok! Helâl etmiyorum!”

“Bak dostum, bak canım kardeşim, gelmişsin acımızı paylaşmışsın ya da derdini söylemişsin, neyse… Biz seni anladık, sen de bizi anla güzel kardeşim. Helâl de,  söz, hallederiz.”

“Kusura bakmayın beyefendi, size karşı bir şeyim yok! Ben sadece…”

“Ya birader! Cenaze ortada… Allah Allah ya!”

“Salih, sakin ol! Bak canım kardeşim, insanlar sıcakta mahvoldu! Merhumlar orada… günahtır!”

“Merhumeler de…”     

“Bana günah değil mi?”

“Lan bela mısın nesin!”

“Salih oğlum ne yapıyorsun? Koy o silahı yerine, herkes burada.”

“Arkadaş! Bak fena olacak, inat etme de helâl de!”

“Demem!”

“Hocam biri de etmiyorum desin ne çıkar? Biz daha çoğuz!”

“Yahu olur mu? Bu çoğunluğa bakar mı?”

“Bakmaz değil mi?”

“Bakmaz tabii. Bir kişi bile olsa olmaz.”

“Ulan işe bak ya! Kaldık mı böylece?”

“Ben bir daha içeri gideyim, telefon şeydecekti de!”

 

“Yahu derdi neyse halledin gitsin. Bayıldım sıcaktan.”

“Nafiz’ciğim gidelim biz, bu iş çok uzadı.”

“Olmaz Hanım. Ayıp olur yahu!”

“Sen kızı teselli ettin mi?”

“Ettim ettim!”

“Git biraz daha et, malum sonrasında lazım olacak!”

“Ay o da durmadan zır zır!”

“Sağlığında paradan paraya uğrardı züppe!”

 

“Sayın Müftü… biliyorum efendim… Ben… haklısınız ama… Alacaklıymış, parasını verip helâlliği… neden helâllik satın alınmış olsun efendim…Ol… siz daha iyisini bilirsiniz ama… Pazarlık edilse satın alınmış olur diyeceğim ama bilemiyorum ki şaşırdım…Cenaze de kaldı öylece! Satın alma olmaz ama yine de… Kul hakkı… doğru efendim…Valla benim de… Peki Sayın Müftüm…Siz Diyanet’le şey edince çabucak bana… İnşallah efendim… Aman efendim malum cenaze… Bekliyorum efendim saygılarımla… hürmetler efendim…”

Cenazelerin yakınları ile imam için sıkıntılı bekleyiş çok sürmedi. Telefon tatlı tatlı çaldı.

“Sağ olun Sayın Müftüm! Allah sizi başımızdan… Amin efendim… Hemen… Anladım pazarlıksız olursa şeydeceğiz… Peki, efendim, saygılar… Ya, ya… Devir para devri efendim… Biz de geçinmekte zorlanıyoruz Allah sizi inandırsın… Haklısınız efendim, sırası değil, özür dilerim… İşte ihtiyaçtan… Tabii ki… Devletimizin bekası… Ben izninizle Sayın Müftü, saygılar… İletirim sizin çözdüğünüzü… İnşallah! Size de efendim… Selametle!”

“Neyse ki pazarlık olmadı!”

“Ne pazarlığı hocam?”

“Yok yok… Ben şey ettim de… Diyanet’te arkadaşlar Sayın Müftüme…”

“Tamam mı arkadaşım?”

“Kusura bakmayın! Yani ben de böyle olsun istemezdim ama… Benim canım çok yandı.”

“Bizim de iyiden iyiye canımız yandı ya, neyse, haydi hocam. Merhum kalakaldı sıcakta.”

“Haydi, çıkalım o zaman! Bismillah!”

Saflar yeniden tutuldu, dualar tazelendi. İmam, içinde huzursuz eden bir kıpırtıyla ilk sorusunu ikinci kez sordu:

“Helâl ediyor musunuz?”

Tarık Güney – edebiyathaber.net (24 Aralık 2012)

Yorum yapın