Tarık Dursun K.: Lirizmin öykücüsü | Feridun Andaç

Ağustos 18, 2015

Tarık Dursun K.: Lirizmin öykücüsü | Feridun Andaç

feridun-andacÖyküde kendine bir başlama noktası arayanlar için sıklıkla Sait Faik ve Sabahattin Ali adlarını anarız. Neden niçinlerini anlatır dururuz. Doğrudur da. Ama asıl sözü “1950 Kuşağı” öykücülerine getirince, modern edebiyatımızın kurucularının yanı sıra bu kuşağın varlığının neleri gerçekleştirdiğini göstermek için bir tek yazarını bile ele almak/okumak çoğu şeyi öğretir size gibisinden sözler etmenin yerindeliğini söylemek isterim burada.

Bu nedenledir ki, ben de, sıklıkla Tarık Dursun K. öykücülüğünden söz eder; Türkçe yazmak isteyenin yol uğrağının ondan, Bilge Karasu’dan, Vüs’at O. Bener’den, Tahsin Yücel’den geçmesi gerektiğini söylerim. Her biri yarattıkları anlatı evrenleriyle yenilikçidir, yeni söylemler katmıştır edebiyatımıza. Üstelik taşıyıcı yanları da vardır. Eğer bu kuşağı tek tek ele alacak olursak her birindeki o özgünlüğün neleri içerdiğini daha iyi gözleriz.

İşte Tarık Dursun K. öykücülüğüne de bu pencereden bakarak birtakım çıkarımlar yapabiliriz.

Şu sözlerini aklımızdan çıkarmayarak, onun bu yazınsal evrenine kısa bir göz atalım derim:

“Şunu demelere getiriyorum sonuçta; hikâye zordur, acımasız ve hoşgörüsüzdür. Oturursunuz ve başından kalkamazsınız. Ancak bitirir, öyle kalkarsınız. Ben, canımın istediği zaman yazarım, bitiririm hikâyemi, diyemezsiniz. Hikâye buna izin vermez. Bunu yapmadınız mı, sizi hikâyeden uzaklaştırır, yazdığınız ( o her ne ise artık) sıcaklığını, hikâyeliğini yitirir. En iyisi, yazmak ve… bitirmektir. Sahiden hikâyeciyseniz… Hikâye bunu bekler sizden.”

Lirizmin öykücüsü

Tarık Dursun K.(akınç), öykü ve romanlarında yer ve mekan duygusunu sık sık işler. Hatta bunlarsız hiçbir anlatısı yoktur diyebiliriz. Onu buna itense, yaşanmışlığın izleridir, sanırım. “Alireis’teki Çıkmaz Sokak” anlatısına sinen duyguda onun yaşamından izlere döneriz. Bir duygu seline döndürür okurunu. Çocukluğuna, yazısının yurduna uzandırır o duygu atmosferiyle: “Bir yeri ‘mekan tutmak’, o yerde bir şeyler aranmak, bulma umudunu sürekli harlı tutmak, eskimiş, artık unutulmaya yüz tutmuş anılar defterinin sayfalarını karıştırmak, geçmişe özlem gidermek… Nasıl mümkündür, hangi yolla gerçekleşir?

Bazan bende de olur bu.” (1)

Onu, bu anılar yumağına götüren doğup büyüdüğü, ilkgençlik günlerini geçirdiği kenttir. Tarık Dursun K., 1931’de İzmir’de doğdu. Ortaöğreniminden sonra (1950) birçok işte çalıştı.

Çocukluğunun geçtiği mekana dönük anlatımında o günlerden şu renkleri getirir: “İzmir, Alsancak değildir, Karşıyaka hiç değildir. Alireis Mahallesi, gerçek İzmir’dir. Tekke’yi geçtim mi, sağdaki ilk çıkmaz sokakta yan yana dört ev vardır. Biri bizimdi o evlerin. İki katlı, bahçeli ve taraçalı. İzmir, geceleyin ışıklar içinde ve ayaklarımızın altındaydı hep. Babam; o, on yedi lira aylıklı maliyede sıradan bir memur; akşamları taraçaya kurulmuş çilingir sofrasına oturur, ışıklar içindeki İzmir’e karşı rakısını içerdi. Kaçıncı kadehdeydi, bilemiyorum, karık ama içten bir sesle “Yalnız bırakıp gitme beni bu akşam yine erken” diye bir şarkıya başlardı. Annem de söylesin isterdi birlikte, zorlardı. Nazlı bir kadın değildi annem. Kocasını kırmazdı, söylerdi: “Öksüz sanırım ben, kendimi yalnız içerken…”(2)

Gazeteciliğe başladı. Ankara’da Son Havadis, Pazar Postası, Yeni Gün, Ulus; İstanbul’da Son Posta, Vatan gazetelerinde sekreter yardımcılığı, röportaj yazarlığı yaptı. Senaryolar yazdı, sinema yazarlığının yanı sıra rejisör olarak sinemayla ilgilendi. Cumhuriyet Ansiklopedisi’nde çalıştı. Kurul Kitabevi’ni açtı (1969). Milliyet gazetesinde kitap tanıtma yazıları yazdı. Milliyet ve Koza yayınlarını yönetti. Günümüzde Kitaplar dergisini çıkardı (Nisan 1973-Şubat 1974). Yeni Yüzyıl gazetesinde sürekli olarak yazmaya başladı.

Oğlu Zafer Kakınç, onu şöyle tanımlamakta: “Tarık Dursun K. Welles gibi… İzmir’den İkiçeşmelik’ten, İskenderun’a, Ankara’ya, İstanbul’a, Dinar’a, Gavur Dağları’na, sınır boylarına, Berlin’e, Frankfurt’a bütününü taşıyan, sunan, kendisini insanlarla cömertçe paylaşan bir adam…

Babam, her şeyden önce, bir yazar. Kağıdı ile, daktilosu ile, kalemi ile, herşeyden önce kendisi ile barışık bir insan… Kağıt, onun için, gece-gündüz ilerlenen bir evren…Yıldızlarını kendisinin koyduğu, pırıltılarını kendisinin biçimlediği…”(3)

Edebi yaşamı

f8Edebiyata şiirle başladı. Ama, onun asıl tutkusu öyküdür: “Şiirle ilişkim yoktu başlarda, hikaye düşlüyordum. İlk yazdıklarımı gönderecek yer bulamıyordum: Dergi diye bir ‘Fikirler’ vardı, bir ‘Varlık’, bir de ‘Yeditepe’. O dergileri de ünlüler kapatmışlardı çoktan. Ayda bir kez çıkan topu topu üç dergiden hangisi adsız sansız bir hikayeci adayının hikayesine sayfalarını açardı? Hiçbiri elbet. O dönemin ünlüleri kendilerinden sonra gelen kuşağı da sevmiyorlardı zaten. Biz buna inanıyor, kızıyor, Orhan Veli, Melih Cevdet, Oktay Rifat üçgeninin başkaldırı örneğini tazelemek için fırsat kolluyorduk.” İlk şiirleri “Kaynak” ve “Varlık” dergilerinde yayımlandı (1949). Cengiz Tuncer’le ortaklaşa Devrialem adlı şiir kitabını çıkardı (1951). Bu kitabın çıkış öyküsünden söz ederken şunları söyler: “Kitabımız Avni Dökmeci’nin ilkel basımevinde el dizgisi ve el pedalında basıldı, 1951 yılının Mayıs ayında da gün yüzüne çıktı. ‘Kaynak Yayınları’nın 7 numarasını taşıyordu. Sarı bir kapak üstüne mavi basılmıştı, giysilerinizin hangi cebine isterseniz koyabileceğiniz küçüklükteydi boyutları. Kırk kuruş da fiyat koymuştuk.” (4)

Daha sonra öyküye yöneldi. “Yeditepe”, “Seçilmiş Hikayeler”, “Mavi”, “Yenilik”, “Dost”, “Yelken”, “Ataç”, “Varlık”, “Türk Dili” gibi dergilerde yayımladığı öyküleriyle dikkati çekti. Kuşağının en verimli öykücülerinden oldu. Bunun yanı sıra romana yöneldi.

Güzel Avrat Otu ile 1961 Türk Dil Kurumu, Yabanın Adamları ile 1967 Sait Faik, Ona Sevdiğimi Söyle ile 1985 Sait Faik öykü ödüllerini; ayrıca Ömrüm Ömrüm öykü kitabıyla da 1987 İş Bankası Büyük Edebiyat Ödülü’nü kazandı. Kurşun Ata Ata Biter romanıyla Orhan Kemal 1984 Roman Armağanı’nı, Ağaçlar Gibi Ayakta ile de 1991 Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldı.

Sinema edebiyat ilişkisi

Sinemaya ilkgençlik yıllarında ilgi duyan Tarık Dursun, yazarlığının oluşumunda da bunun olanaklarından yararlandı. Sinema eleştirileri yazdı. Reji asistanlığı, yönetmenlik, montajcılık, senaryo yazarlığı yaptı. Sinemayla profesyonelce ilgisini şöyle dile getirir, Tarık Dursun K.: “Son olarak Yılmaz Güney’in başrolünü oynadığı Yaralı Kartal’ı çekmiştim. O filmi yapımcı Nejat Duru ile ortak yaptık. Ama sonuçta Yaralı Kartal’dan elime bir yüz lira geçti. Sinemayı bırakıp bizim yokuşa döndüm, o gün bugündür de yokuştayım. Ne var ki sinema bulaşıcı bir hastalıktır. Siz ‘Onu bıraktım’ deseniz bile, o sizi bırakmaz, aklınızı fikrinizi çeler durmadan sonunda yavaş yavaş sizi teslim alır. Sinema konuşursunuz, senaryo yazmaya sıvanırsınız ve… bir de bakarsınız bir gün kamera gerisindesiniz ve ‘motor’, ‘stop’ demeye başlamışsınız.” (5)

Kendi deyimiyle, “sinemanın olanaklarından yararlanmayı bilebilen bir edebiyat” ile “edebiyatın gücünden yararlanmış bir sinema” anlayışını benimsedi. Sinema edebiyat ilişkisine bakışını ise şu sözleriyle dile getirir: “…Bir edebiyat yapıtının sinemaya uyarlanması edebiyatın kurallarına değil, sinemanın kurallarına uyularak yapılır. Kelimelerin gücüne ve büyüsüne kapıldığınız bir edebiyat yapıtı, senaryolaştırmaya giriştiğinizde size hiçbir şey vermez olabilir. (…) …roman yazmak bir yetenek işidir, teknik bir iş değil. İyi bir roman yazarı, sinemayı bilmiyor, sevmiyor ve tekniğine de uzak duruyorsa asla iyi bir senaryo yazarı olamaz.”(6)

1979’da, Bağrıyanık Ömer ile Güzel Zeynep öyküsü televizyon filmi olarak çekildi. Denizin Kanı ve Alçaktan Uçan Güvercin romanları, 1980’de televizyona uyarlanıp dizi olarak yayımlandılar. Kurşun Ata Ata Biter romanı da 1985’te, senaryosunu birlikte yazdığı Ümit Elçi tarafından sinema filmi olarak çekildi. Gene aynı yıl, Yücel Çakmaklı’nın çektiği 5 bölümlük Aliş ile Zeynep adlı dizinin senaryosunu yazdı. Ağaçlar Gibi Ayakta adlı romanını senaryolaştırarak televizyon dizisi olarak çekti (1991)

Sanatı

İlk öykülerini İzmir ekseni üzerine kurdu. Bireyin çevre/aile ilişkileri, yalnızlaşan dünyasındaki tutkuları, yaşanılan ortamın gerçekliği bu öykülerinin başlıca konuları oldu. Giderek daha oylumlu konulara yöneldi. Öyküsünün temel öğesi olan bireyin dünyasını yoğun, etkili bir anlatımla sergiledi. Kurgulama tekniğindeki başarısının yanı sıra anlatımındaki lirik söylemi ile özgün bir öykü evreni kurdu. Öykücülüğünden söz ederken, bu özelliklerinin altını şöyle çizer: “Yaşamın içinden gelmesi, inandırıcılığı, kişilerinin; kişilerle birlikte onları sarıp sarmalayan olayların ya da olaylar dizisinin gerçekliği…Duyarlılık dediğimiz olgunun dozundaki uyumlu ayarlılığı…Bir de hala şair kökenli oluşum, sanıyorum. Şiiri , en az hikaye kadar seviyorum. Az ve öz, güç ve erişilmez. Kelimelere olduğundan çok anlam yükleyebileceğiniz hangi yazı türü vardır ki başka?”(…) Hikaye zor bir uğraştır, bağışlamasızdır. Yanlışa, eksikliğe, tavsatıcılığa, adamsendeciliğe kesinlikle izin vermez. (Hiç değilse, ben, hikayeyi böyle alıyorum). Roman, hep söylediğim gibi; bağışlayıcıdır, hoşgörülüdür. Sizin ufak tefek ihmallerinizi, uçarılıklarınızı, savrukluklarınızı görmezden gelebilir. Üstesinden gelemediğiniz hikayeyi gönül rahatlığıyla romana dönüştürebilirsiniz.”(7)

Benzer özelliklerin romanlarında da yer aldığı gözlendi. İlk romanlarında çocukluk kentinin atmosferini, kentin küçük insanlarının dünyalarını yansıttı. Denizin Kanı’nda, Ege’de yaşayan deniz insanlarının sorunlarını konu edindi. Kurşun Ata Ata Biter’de Güneydoğu insanının sınır kasabasındaki yaşam gerçeğini işledi. Giderek romanlarında toplumsal sorunlarla birlikte insan ilişkilerinin boyutlandığı durumları yansıttığı gözlendi. Romanlarında yaşanmışlık duygusu, tanıklık ağır basar. O, bunu ise şöyle açıklar: “Roman yazarı; yaşanmış ve yaşanan gerçeği alır, roman gerçeğine uyarlar. Nasıl görüyorsa, nasıl görmeyi istiyorsa kahramanlarını öylesi durumlara getirir, kendi istediklerini yaşatır; o durumlara uygun davrandırır, konuşturur, özel tavırlar takındırır.”(8)

“Yaşadığımız şu dünyada kötücül olmak değil sanatçının işi. İnsanı, dünyayı değiştirme amacını güderken, sanatını toplumun yararına verir, devrimci sanata arka çıkarken derinlemesine bir etki gücünü de eksik etmemeli. Bunu da katmalı sanatına. Bunu yapmadı mı, sevgisiz, dostluksuz, düşsüz, hayalsiz (ve duyarlık dışı) bir ürün ortaya çıkar.”

Sanata, sanatçının işlevine bakışını bu sözleriyle dile getiren Tarık Dursun K., öykü, roman, deneme yazılarının yanı sıra gazete röportajları da yaptı. Öykülerinin çıkış noktasını oluşturan bireyin gerçekliğini birçok yanıyla ele alıp irdeledi. En tikel durumlardan, yaşanılan atmosferin görünenin ötesindeki gerçekliği onun kaleminde capcanlı bir görünüm kazandı.

Tarık Dursun K.’nın öykücülüğünün beslendiği kaynak olarak, kenti, kent insanının gerçekliğini imlemiştim. Değişimin getirdiği yalnızlaşma, yabancılaşma durumları, onun ele aldığı insan gerçekliğinin en temel özellikleridir.

________

1 Tarık Dursun K., “Alireis’teki Çıkmaz Sokak”, Cumhuriyet dergi, 28.2.1986

Agy.

2 Zafer Kakınç, “Kuşaklararası”, Güneş, 8.4.1990

3 Tarık Dursun K., “İlk Gözağrımız Bizim”, Günümüzde Kitaplar, Eylül 1984, Sayı: 9

4 Yurdagül Erkoca, “Tarık Dursun K. Kamera Arkasında”, Cumhuriyet, 26.4.1991

5 Tarık Dursun K.: “Yayıncılık amatör, sinema profesyoneldir”, Dünya, 3.3.1989

6 “Tarık Dursun K. İle Konuşma”, Milliyet Sanat, 15.1.1988, Sayı: 184

7 Tarık Dursun K., “Bir Romanı Bitirince…”, H.Gösteri, Şubat 1989, Sayı:99

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (18 Ağustos 2015)

Yorum yapın