Tahir Musa Ceylan: “İnsan kendinde hep aynı uçucu etkiyi yapacak kişileri sever.”

Ağustos 26, 2019

Tahir Musa Ceylan: “İnsan kendinde hep aynı uçucu etkiyi yapacak kişileri sever.”

Tahir Musa Ceylan’la son romanı “Diri Aşk” üzerine söyleştik.

Diri Aşk’ta aşk halini beyinde yeniden yaratmaya çalışan Kamil Bey’le tanışıyoruz ve bunu bir şekilde başardığı söylenebilir. Gerçekten aşkın kimyası suni olarak yaratılabilir mi?

Bunu en iyi cevaplayabilecek kişiler nörobilimciler ve beraberinde organik kimyacılardır. Ama romancı gerçeğin büyüsünü anlatıyorsa eğer, bu iki disiplin “Bu mümkün değil” dese bile romancı için mümkündür. Kolera Günleri’nde Aşk’ı alalım mesela, ana kıtadan bakınca bin beş yüz kilometre uzaklıktaki Jamaica’yı hangi göz görüyorsa, nasıl papatya çaylarında bir pencere tadı bulabilen insanlar oluyorsa ya da Sartre’ın “Bulantı” da söylediği gibi insanların yüzlerinin ortasında nasıl bir delik olabiliyorsa, Diri Aşk’ta da Kamil kendinde aşkı yaratabilecek bilgi ve tutkuyu taşıyabilecek bir kimyacı pekâlâ olabilir. Ayrıca yeryüzünde pek çok şey, “Bu olabilir” dendiği için olmuştur. O ilk balık sudan karaya atlamasaydı ve direnip tutkuyla karada kalmasaydı bugün sudan başka yerde yaşam olmayacaktı ya da Hunlar ölmekten öldürmekten bıkıp geri dursalardı Çin Seddi yapılmamış olacaktı. Yaşamın bugünkü hali, tutkulu tercihlerin sonunda kendimizi kendiliğinden yürür bulduğumuz bir yoldur. Kamil de, Behiye gibi varlığıyla anıtsal bir duruşu olan, asla göz ardı edilemeyecek bir kadına karşı aşkı öyle ya da böyle edinmek zorunda kalan, çaresizliğinden yaratıcılıkla çıkmak zorunda olan birisi. Ve eğer dillere destan bir yaratıcılık yapmışsanız, zorunlu olarak yaptığınız yaratıcılığın kölesi olursunuz. Nasıl Kristof Kolomb, Amerika’nın bizzat kendisi olup, onun dışında başka bir şey olmadıysa Kamil de yarattığı aşkın kölesi oldu. Behiye’deki o esir edici damardan başka bir şeyi sevemedi.

İnsan neden âşık olur? Biyolojinin bizi üremeye yönlendirmek için kurduğu bir tuzak mı aşk?

Böyle bakarsak yemek yemeyi de bizi yaşatmak için biyolojinin kurduğu bir kapan olarak görürüz. Yaşamda her şey birbirinin kapanı, pek çok şey ötekinin tuzağıdır. Sizin tuzak dediğiniz hayat için bir cins işletim modelidir. Hiçbir şey tek başına yaratılmıyor, birisinin tümseği ötekinin gediğine denk geliyor ve bir işbirliği kuruluyor. İlk işte tümseği olan kapana giriyor, ikinci işte gediği olan tuzağa düşüyor. Sizin dilinizden konuşalım: Kamil kendine bir biyolojik tuzak kuruyor ve aşkın kapanına çoktan girmiş Behiye’ye böylelikle ulaşıyor. Sonra kapanda Behiye ölüyor ve Kamil biyolojik olarak sağlam kurduğu tuzaktan kurtulamadığı için yıllarca kuyuda bekliyor ve ikinci Behiye Ayişa ile buluşuyor. Onun tutkulu tercihi yaşamı hiç olmayacak bir yöne doğru bükmüş oluyor.

Kamil Bey’in aşkı Behiye ile başlıyor, Ayişa ile tamamlanıyor. Bir de şöyle bir söylem vardır: İnsan hep aynı kişiyi sever. Katılıyor musunuz?

Katılmıyorum ama şöyle söylenirse katılırım. İnsan kendinde hep aynı uçucu etkiyi yapacak kişileri sever. Kişiler farklı farklı karakterlerde olabilir, ama hepsi aşk yarattıkları kişide tek bir etki ortaya çıkarır. Ben enginar düşkünlerinin barbunyayı da sevdiklerini gördüm sıklıkla, aynı insanların barbunyalı enginar yediklerinde ise iştah ve haz açısından tepeye vurduklarına şahit oldum. Demek aynı yönde, birbirinin üzerine eklenebilen bir etki gösteriyor bu ikisi. Diyeceğim insanlar kendilerinde aynı tür duygu ve tutkuyu yaratabilen insanları zaman içinde birbirinin üstüne ekleyip seviyor. Tabi bunun sonuçları da oluyor. Hep aynı etkide bulunan kişiler sevildikçe sevginin gücü kırılmaya başlıyor yani bir cins aşınma oluyor, doz aşınması gibi bir şey oluyor bu tek tip sevgide ve bir bakıyorsunuz belli bir süre sonra o kişi herkesin çok acayip, yabani ya da uygunsuz bulduğu birini sevmiş, yani sevgide kanal değiştirmiş. Kamil bu kanalı değiştiremedi, hiçbir zaman da değiştiremezdi, onu kahraman yapan, Diri Aşkı da roman yapan buydu.

İnsan aşkı başkalarının aşkına bakarak mı öğrenir. Aşkı nasıl öğreniyoruz? Nasıl âşık olacağımızı? Kamil Bey’de aşk tutkusu Agop’un şiddetli aşkını çözme arzusuyla doğmuştu.

Öyle de öğrenir başka türlü de. Hayatın yolları çeşitlidir. Bazen denk gelir yine Kolera Günlerinde Aşk’ta Florentino ile Fermina eşzamanlı olarak kafalarını kaldırıp bakarlar ve birkaç saniye askıda kalan gözlerinin, sizin dediğiniz gibi tuzağına düşerek kapandan ömür boyu çıkamazlar.  Bu da aşka düşmenin başka bir yolu: Eşzamanlılık. Bir de uzun süre birbirine sürtünme hali var, orada da Agop’un aşkında olduğu gibi her gün Kamil’e sürtünerek ondaki eksiği ona hatırlatma hali oluşuyor. Bu bir cins işkencedir, yoksa kim kimya değiştirir? Ancak işkenceden kurtulmak isteyenler yapar bunu. İsmini değiştirenler vardır, ben heykellerin kaide değiştirmesine benzetirim o hali. Kimya değiştirmek de öyle… Ama şöyle söyleyeyim, Kamil’in oturduğu kaide, durduğu heykelinden zayıftı ve zaten değiştirilmesi gerekiyordu, ama bu kadar agresif biçimde yapılmasına gerek var mıydı diye sorarsanız, bence vardı, çünkü radikal kaide değişimlerinde de bir hayat oluyor. Korkmamak lazım. Benim kahramanlarım, “İçi Yoksul” da olsun, “Yarım Adamın Aşkları”nda olsun, Elli Yıl Kül’de olsun, hatta Kız Böcekleri’nde bile hep çürük kaideli insanlardan oluşur ve bunlar ya kaide değişikliği yapamaz ya da yapsalar bile bunu kendileri değil hayat yapar onlara. İlk kez burada bu kadar somut biçimde bir kahraman kendi kaidesini kendi değiştiriyor.

Romanınız klişe roman formatına biraz başkaldırıyor. Düğüm serim çözüm akışı var ama daha hatları keskin olmayan biçimde. Hayatta da böyle olduğu için mi? Kurgu hayatın kabaca editlenmiş hali mi size göre?

Bilmiyorum her roman öyle üç aşamalı mı gitmeli. O çeşit bir akış günümüzdeki hayata ve insana ait yoğunluğu aktarmakta yetersiz kalıyor gibi. Çok dinamik ve hızlı giden süreçler var.  Bazen ne düğümler düğümlenebiliyor ne de çözümler gerçek bir çözüm olabiliyor, hatta çözümün kendisi yeni bir düğüm olarak karşımıza çıkabiliyor. İnsanın bir ferahladığını görenimiz yok. Hatta bazı hayatlar tek çözümün olmadığı düğüm üstüne düğüm şeklinde akabiliyor. Kahramanlar kendi sorunlarından ayrı yaşıyor gibi. Düğümler insanların çözebileceği gevşeklikte değil artık, kılıçla kesilmesi gerekiyor. Böyle bir hayata karşılık gelen romanda attığın düğüme herkes inanır da, çözdüğün düğüme kimse inanmaz. Öyle kahramanlar yaratmak gerekiyor ki, bunlar çözümsüz gerçeklikte değil, her şeyin yaratıcı biçimde çözüldüğü bir meta gerçeklikte yaşasınlar. Orada düğümler düğüm değildir, çözümlerin de çözüm olmasına o yüzden gerek yoktur. Bu yoğunluğu okura aktarabilmen için bazı üst kurgu oyunlarına girmekten başka çare yoktur, roman içinde roman gibi mesela… Ya da anlatımı iyice büyüsel tutup kahramanlara kısmen omnipotent bir güç kazandırarak, “tırnağın ucuyla gerçekleştirilen çözümlere” doğru okuru sevk etmek ve onun bunlara alıştığı bir atmosfer yaratmak bana daha rasyonel geliyor. Ama bu dinamik yapıyı sahip olduğu enerjiden düşürmemek için de her an yazarın hayatını kurgunun içine sokmak bir zorunluluk olmaya başladı. Yoksa bu enerjiyi yüksekte tutamazsınız. Okuru uçuruyorsanız, bir otomobilin değil, bir uçağın harcadığı benzine razı olacaksınız. Sonuç olarak okurun ve yazarın kurgunun içinde olduğu, hayatın durağan zamanlarına ait klasik akışa sahip romanların ötesinde, bir başlangıcı olmayan ve bir sona varmayan, sadece bir atmosfer oluşturan yeni tip romana alışmamız gerek.

Romancılığın yanında Ortak Benlik, Dinamik Ahlak gibi felsefi kitaplarınız da var. Felsefe bugünün insanına nasıl bir teselli sunabilir?

Sorunlarımız çok büyüdü. Eskiden sorunlar çözümleriyle gelirdi. Şimdi sorunlar yeni sorunlarla geliyor, paradigma köklü biçimde değişti. Lenin, “Ne Yapmalı” diye sormuştu. Tek bir şey yapılabilir: İnsanlığın bozulan ortaklığını yeniden kurmak ve ortaklığın dışında kalanları ısrarla ortaklığa davet etmek, dışarıda kaldıkça da kendi kendilerini mahkum etmelerini sağlamak. İnsanlık bir süper organizmadır, yani büyük, ortak tek bir canlıdır. Bu canlının omurgası her parçanın(tek tek insanların) içine sızmış, DNAlarımıza kadar işlemiş olan “Ortak Benlik” adındaki işletim sistemidir. Her insan buna göre işler. Bir hayırseverin buna göre işlediği zaten açıktır. Bir kötü insan da buna göre işler, bedenimizde “Naturel Killer Cell” dediğimiz doğal öldürücü hücreler var. Gerçi bunlar yanlış bölünen sakatlanmış hücreleri toplayıp yiyorlar, katiller öyle davranmıyor, süper organizmanın en yararlı parçalarını ortadan kaldırıyorlar. Bilmiyoruz bu bir iyiliği canlı tutma mekanizması da olabilir. Kanada’da mesela iyi insan çok az, çünkü kötülük yapan insan yok. Bilmiyorum konu bu değil zaten. İnsan bir süper organizma bütünüyken, tek tek parçalar buna ihanet ederek dolaşamaz. O yüzden ortaklığın her alanda canlanması her tek kişiyi sarması gerekiyor. İnsanlık yüz doksan beş bin yıl önce geçirdiği ve birkaç bin kişi kalarak atlattığı buzul çağı gibi yeni bir yok edici çağa giriyor. Süper organizmanın her bir organının diğeriyle olan bağı gevşediği için her parça kendi faydasını gütmeye ve kendi zararını azaltabildikçe azaltmaya çabalıyor, bu da düzeni önce kompleks bir yapıya şimdi de kaosa çevirdi. Teselliyle olacak iş değil, radikal bir yön değişikliği gerekiyor. İklim bunun için kullanılacak ilk manivela olabilir.

edebiyathaber.net (26 Ağustos 2019)

Yorum yapın