Stefan Zweig nasıl okunur? | Erdinç Akkoyunlu

Ağustos 5, 2019

Stefan Zweig nasıl okunur? | Erdinç Akkoyunlu

İnsanın yolu nereden geçiyorsa edebiyat da oradan geçiyor. Ama edebiyatın vardığı yer insanınkinin aksine eninde sonunda sadelik oluyor. Yalınlık, anlaşılmanın en etkili ve ilk kuralı. Çoğunlukla da roman ve öykü yazarken, biyografiler oluştururken kalemden kağıda söylendiği kadar kolay dökülmeyen bir ifadenin ismi yalınlık. Edebiyattan ve ‘Sadeliğin ihtişamı’ dediğim yalınlıktan söz açıldığında aklıma ilk gelen isim de Stefan Zweig. Bazı ustalar vardır; onlardan söz ederken eğip bükülmek, başka kalıplara dökülmek ve imgelerle donanmak yakışmaz kelimelere. Zweig’den bahsederken de olabildiğince sadeliğin ihtişamından beslenmek, yapılmazsa sonu başarıya ve kalıcılığa varmayan bir boşboğazlık çabasına dönüşür. Edebiyat tarihinde hiçbir yazar yok ki Stefan Zweig kadar anlaşılırlığı, gücü ve kalıcılığı sadelikle birleştirebilmiş olsun. İmgelerini yalınlığın görünmez ipine bağlayıp, sonsuzluğun uçurumuna salarken, bu okuma ve yazma kozmosunda karanlıkta kaybolmuş milyonlarca okurun ona tutunarak aydınlığa kavuşmasını sağlasın. Ve yine edebiyat tarihinde hiçbir yazar yok ki, Zweig kadar meslektaşlarını aralarında Montaigne ve Shakspeare gibi dört yüz yıl olsa da en doğru, en güzel ve en yakışan şekilde anlayabilsin. Dünyanın değiştiği anları; Amerika’nın keşfini, İstanbul’un fethini ve Güney Kutbu Savaşı’nı sadece doğruları söyleyeceğine yemin etmiş sözünün eri bir şahit gibi anlatsın. Ve insanlığın çektiği acılara dayanamayan yufka yüreğini intihar kartını oynayarak sustursun…

Bir övgü vesilesi

Stefan Zweig’i ilk kez 2002 yılında Ankara’da üniversite öğrencisiyken yazdığım öykümü okuyan hocamın ‘Tarzın benziyor’ cümlesinde duymuştum. O günlerde kendime ‘okur’ sıfatını verebilecek kadar çok kitap okumuştum; İstanbul’da da Ankara’da da sahafları harmanlayıp pek çok Türk ve dünya klasiğini, çağdaşını toplamıştım. Ama Zweig’e benzetilmenin bir övgü ifadesi olduğunu anlamak için, daha yürümem gereken okurluk yolundaki dönemeçlerde anladım. Takip eden yıllarda Zweig’in hemen tüm eserlerini bazen ardı ardına bazen tesadüflerle belirlenmiş zaman aralıklarıyla okudum. Onun bir biyografi yazarı değil, öykücü, romancı ve oyun yazarı olduğunu keşfettim. Benim için büyük insanlık içinse önemsiz bu keşif, edebiyata ilişkin yazılarımda zaman zaman kendine yer buldu. Fakat dönüp 15 yıllık yazı geçmişime bakınca benim biraz değindiğim, kendisine ise gerçekten eleştirme ve edebiyatçı denilenlerin ise çok dikkate almadığı büyük bir gerçeği yeniden keşfettim: Edebiyat tarihinde hiçbir yazar Stefan Zweig gibi kitapları yayınlandığından beri en çok satan ve okurları etkilememişti. Evet, Zweig kitaplarının basıldığı 1920’den yani 99 yıldan bu yana dünyanın hem en çok satan, hem en çok okunan, hem de yazarlara kuramları, teknikleri ve biçemi belleten ‘Büyük Öğretici Yazar’. Ve biyografilerini kaleme aldığı dünyayı değiştiren askerler, politikacılar ve sanatçılar nasıl ki daha iyi anlaşılmak için Stefan Zweig’i bekledilerse, Zweig de bu 99 yıllık başarısını anlatmak için teknik ve izlek olarak yolundan yürüyen (söz gelimi benim gibi) yazarları bekledi.

Babanın gururu

İstedim, umut ettim ancak bir sona vardıramadan bekledim ve bekledim ki Stefan Zweig’in edebi kalitesini, dünyaya kattıklarını ve dünyayı şekillendirişini kitapları yüz binler satan, milyonları sosyal medyada peşinden sürükleyen anlı şanlı yazarlar anlatsın. Veya edebiyat dergileri onu kapak konusu olarak alsın: Ne yazık ki bu tür bir değerlendirmenin öznesi olmak için edebiyat tarihinde kalabalık bir listede bekletilen Zweig’in önüne çok sayıda meslektaşı alındı. Fakat Zweig’in kazandırdığı sadeliğin ihtişamı tarzı ile yazarak ün ve para sahibi olanlar, onu kaleme ve kaile almadı. Peki, Zweig bugünleri görseydi, duruma üzülür müydü? Adına konuşabilecek kadar büyük bir boşboğaz olmadığımın bilindiğini varsayarak ama buna cesaret edeceğimin de hesaplanabileceğini öngörerek: Zweig, olsa bu duruma hiç aldırmazdı. Çünkü o, edebiyat tarihinin tozunu almayı kendine görev edinmişti. Sadece o mu? Bu karar, bir bakıma baba Mortiz Zweig’e aittir. Avusturyalı zengin bir tüccar olan baba Zweig, ikinci oğlu Stefan’a küçük yaşta itibaren Avrupa dilleri İngilizce, Fransızca ve İtalyanca dersleri aldırır. Bununla yetinmez sadece eski sanat eserlerini okumaya yarayan Latinceyi ve eski Yunancayı öğrettirir.  Bu filolojik çabayla da ortada ki, baba Zweig, küçük Stefan’ın bir yazar olması için antik dil kurslarına yatırım yapar.  Ve onun attığı tohum, ikinci kez tutarak Stefan’ı daha küçük yaştan itibaren edebiyata, felsefeye ve tarihe yöneltir. Stefan Zweig, Birinci Dünya Savaşı’na katılıp cephe gerisindeki görevi sırasında da olsa savaşın nasıl bir insanlık suçu olduğunu anlayınca, büyük bir düşünsel değişime uğradı. Ardından da kendini tarihin ve insanlığın bildiğini sandığı fakat unutulmanın sandığına kapattığı şahsiyetlerini yeniden ortaya çıkartmaya adadı. Bunu yapmanın en etkili ve bakir yolu ise o güne değin iyi örnekleri verilmemiş biyografi yazmaktı. Ama biyografi yazmak, hele ki 1920’lerin yükselen ırkçılığı karşısında bir Avusturya Yahudi’si genç için her zaman olduğundan daha büyük riskler taşıyordu. Zweig, aldığı önemli eğitimin üzerine kattığı sarsılmaz çalışkanlıkla ‘iğneyle kuyu kazmak’ değiminin hakkını verip, Balzac, Dickens ve Dostoyevski hakkındaki ‘Üç Büyük Usta’ adlı biyografisini yazdı. Fransız, İngiliz ve Rus edebiyatının bu kurucu babaları hakkında değil edebiyat eleştirisi yapmak, hayatlarının karanlık yanlarını gün yüzüne çıkartan biyografi gibi bir işe kalkışmak delilikle eş değerdir. Fakat insan Stefan Zweig olunca… Düzeltiyorum: İnsan Stefan Zweig gibi çalışınca ve yılmayınca, arkalarında biyografi yazarı için doğru düzgün bir otobiyografik metin bırakmamış bu üç yazarı onun en yakın dostuymuş gibi kusursuz yazmak işten bile olmuyor.

Sizi bilmem ama Zweig metinleri içinde Üç Büyük Usta’yı ve onun Dostoyevski anlatısını bir kutsal kitap gibi görürüm: Üzerinde en çok yazılmış Dostoyevski gibi karanlık, fırtınalı ve uçurumlarla dolu bu dağın haritasını kimse Zweig kadar başarılı çıkaramadı. Kaldı ki Üç Büyük Usta kitabı da metin analizime göre Dostoyeski’yi anlatmak için yazılmış. Balzac ve Dickens bölümleri hem Dostoyevski’den daha kısa, hem de onu yazmaya yönelik bir hazırlık havası taşıyor. Zweig, bir müddet sonra adı onunla aynı değerli yazarlar bölümüne yazılacak Dostoyevski’yi tarif etmeye ‘Yüzü’ adlı bölümle başlar. Bu, sadece Avusturyalı genç bir yazar adayının Dostoyevski gibi Rus ustaya duyduğu saygı ile anlaşılamaz. Giriş, biyografi yazını için bir devrimdir: Gözlerinizin önüne Dostoyevski’nin o çok bilinen fotoğrafını getirin. Siz olsanız arkasında Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler, Budala, Ecinniler gibi sıra dağ dizisi bırakan bir edebiyat Tanrısı’nı yazarken edebi kalitesinden mi yoksa yüzünün derinliğinden mi başlardınız? Zweig şöyle yaptı:

“Yüzü ilk bakışta köylününkine benzer. Kerpiç renkli, neredeyse kirli, çökük yanakları kırışmış, yıllarca çekilen acılardan yol yol olmuş, çatlaklarla dolu cildi kurumuş ve içine gömülmüş; yirmi yıl peşini bırakmayan o hastalık bir vampir gibi kanını ve rengini emip tüketmiştir. Sağda v solda iki heybetli taş blok, Slavlara özgü elmacık kemikleri dışarı fışkırıyor, buruk ağzı, kırışmış çenesi dağınık, çalı gibi bir sakal tarafından istila edilmiş. Toprak, kaya ve orman, trajik derecede basit bir manzara, işte Dostoyevski’nin yüzündeki derinlikler bunlardır. Her şey karanlık, dünyevi ve güzellikten yoksundur bu köylü, hatta neredeyse dileni görünüşlü çehrede, düz, renksiz, mat bir şekilde kararır, taş üzerine serpiştirilmiş bir parça Rus stepi.”

Var mı böyle bir imge

Şimdi oturup bu metne bir kez daha bakalım ve şu sorunun yanıtını beraber arayalım: Dünya üzerinde bana Zweig’den başka bir yazar daha söyleyin ki, yüzünün tarifini yaparak Dostoyevski edebiyatının temel unsurlarını yazabilmiş olsun. Dostoyevski’den söz edilirken lafa ‘Raskolnikov’ diye girmek varken böylesi bir edebi risk almak için, her halde ilk önce ne yaptığını bilmenin rahatlığı gerekirdi. Zweig de tam olarak bu vardı ve böyle yazmaya devam etti.

Biyografi yazmak bir yazar, şair, politikacı ya da kralı bıraktıkları eser ve yıkımlarla yeniden ele alıp yeniden yaratmaktan farksız. Zaten bunu yapabiliyorsanız bir biyografi yazmışsınız demektir; öteki türlüsü sayıklama sayılır. Biyografinin bu dikkat gerektiren yönü onu her zaman yazarlar için, iki ucu da keskin ustura üzerinde hem de fırtınalı havada yürümekten farksız yapar. Zweig’in geride bıraktığı Kleist, Nietzsche, Hölderlin, Monteigne, Casanova, Stendhal, Tolstoy, Fouche, Magellan, Freud, Erasmus gibi biyografileri bu yazar, sanatçı, düşünür ve politikacıların tarihe mal olan öz yaşamlarından bile daha değerli ve daha çok başvurulan metinlerine dönüştü. Çünkü Stefan Zweig biyografi yazmakla, bunu alelade bir yeteneğin rüzgarına bırakarak günümüzün kalıptan çıkmış çok satan polisiye romanları gibi okura sunmak yerine ele aldığı tarihi figürün ruhuna uygun bir yazma dokusu oluşturarak kaleme aldı. Dostoyevski’yi yazarken Dostoyevski oldu, Tolstoy’da Tolstoy, Monteigne’de Montaigne. Bugün Hollywood’un krallarından Robert De Niro’nun ‘oynamak yerine karakteri yaşamak’ konulu kuramsal oyunculuk kuralı gibi (Taksi Sürücüsü filmi için New York’ta 3 ay taksi şoförlüğü yaptı, Uyanış filmi için aylarca hastanede comatsoe hastalarını gözlemledi) Stefan Zweig de, kimi konu alıyorsa yazmadan önce o oluyordu. Bundan da Zweig’in Casanova gibi hareket ettiğini değil, yazarken onun üslubunu, biçemini ve kuramını biyografisine uygulayarak yazdığını anlamak doğru olur. Kaldı ki yazının sahibi bu garip de, haddince yazılarında baştan beri böyle yapmaya gayret ediyor.

Gölgede kalmak

Nasıl ki büyük romanların yazarları, o romanlarının ışığı altında bir gölgede kalmışsa Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ın karanlığında kalışı gibi, Stefan Zweig için de ‘Biyografi yazarıdır’ diyerek bu büyük işlerinin gölgesinde kalması, kabul edilemez ama güneş her doğduğunda kendini tekrar eder. Zweig, biyografiyi aynı zamanda hikayeciliğiyle de birleştiren bir ustadır. Özellikle de Yıldızın Parladığı Anlar kitabında biri bizi ‘Bizans’ın Fethi’ adıyla doğrudan ilgilendiren dünya tarihine yön veren 12 önemli olayı anlatması bunun en önemli kanıtı. Ben Zweig kitapları arasında hem bir öykü kitabı tadında, hem öğretici bir tarih kitabı lezzetinde en çok Yıldızın Parlağı Anlar’ı severim. Bence Gülün Adı ile beraber en güzel kitap isimlerinden biri olan bu yapıtta Zweig, dünyayı değiştiren olayları hikayeleştirmekle kalmaz, öte yandan onları 20’inci yüz yılın kanlı bir savaşla başlayan ve yıkımın süreceği anlaşılan dehşet çağına geçmişten bir ders olması niyetiyle yazar. 12 hikayenin de hemen tüm ana fikri bu yola çıkarken, Zweig tıpkı zaman makinesinin mucidi ve yolcusu gibi aralarında yüzlerce yıllık zaman farkı bulunan olaylar arasında salınım yaparak hepimizi önce okumaya sonra da onun gibi yazmaya özendirir.

Romanları da var

Zweig’den söz edilirken öyküleri ve romanlarını son sıraya koymak klasik bir haksızlıktır. Bu gruba katılmayı istememin sebebi, Zweig’in öykü ve romanlarıyla iyi yazdığının farkında olurken, kendisini bu uğurda hayatını harcamış büyük yazarlarla bir görmeyerek takındığı mütevazılıktan geliyor. Ona ne iş yapıldığı sorulsa önce ‘Biyografi yazarıyım’ derdi. Ama bu alçakgönüllülük Zweig’in herkes Satranç diyecektir ama bence Amok Koşucusu gibi bir dev öyküyü yazmasına engel değildi. Zweig edebiyatında ben en çok Amok Koşucusu’nu severim ve onun Büyük Öğretici Yazar özelliği taşıyan bir yapıtı olduğunu düşünürüm. Bugün Türkiye’de çok satanlar listesinde Satranç’ın yanı sıra Zweig’in ‘Olağanüstü Bir Gece’, ‘Bilinmeyen Bir Kadının Mektubugibi kolay okunan, az sayfalı kitapları yer alıyor. Fakat Zweig gibi her metni okunması gerekenler listesindeki yazarların tüm metinlerini kütüphanede bulundurmak, başlı başına bir okurluk görevi sayılmalı.

Bir ağabeydi

Son olarak Zweig’den söz ederken yazarlığı kadar ince insanlığından da bahis açmak gerekiyor. Bugün herkesin kendisine iyilik, şirinlik ve dürüstlük maskelerini sosyal medya yardımıyla taktığı, Mevlana’ya ‘Olduğun gibi görün’ sözünü söylettiğine pişman edecek denli başka görünme yetisi kazandığı günlerde, Zweig başka bir çağın insanıdır. Her şeyden önce ince, nazik, sevecen, dürüst ve çalışkan bir yürek sahibidir. Öyle olmasaydı, Avrupa İkinci Dünya Savaşı’nın tam tamları çalarken ve kıta Yahudiler için yaşanmaz bir yere dönüşürken Belçika’daki zorunlu konukluk sırasında kendisinden hayli küçük ve ona oldukça özenen yazar Joseph Roth’un manevi ağabeyliğini yapmazdı. Bir Rus Yahudisi olan Roth içten pazarlıklı, kibirli, alaycı, çapkın ve düzenbazken Zweig ise her fırsatta onun insani dikenlerini temizleyen, yaralarını saran ve yol gösteren koruyucusu olur. Roth bir yandan çok satıp ün ve para sahibi olmak için durmadan yazarken, Zweig ise Roth’un tekrar eden hastalıklarını düşünerek kahırlanır ve ABD’den gelen satış telifleri, oraya yerleşme tekliflerini yüz geri eder. Ama sonunda bardak taşar, Roth’un aşırılıkları, kibri ve düzenbazlığı Zweig’i derinden yaralayarak uzaklaşmalarına sebep olur. Bugün bile tüm yazarların ciğerin yani para ve şöhretin peşinde koşarak, ona uygun biçimler verdikleri romanlarının yarıştığı günümüzde Zweig gibi yeni bir yazarı koruyup kollayan bir ağabey bulmak, kırdığı kalp için özür dileyecek erdeme sahip bir aşık bulmaktan da zor.

Enseyi karartmayın

Bu dünyanın acılarına dayanamayarak, 2. Dünya Savaşı’nın yıkımından en uzağa gittiği Brezilya’da eşiyle beraber intiharı seçerek yaşama veda eden Stefan Zweig, arkasında kocaman bir külliyat bıraktı. 22 Şubat 1942’de yani uyku hapı içerek uyanmadığı rüyasına yattığından beridir pek çok yazar Zweig’in kazandığı şöhret ve paraya onun gibi yazmaya çalışarak uzanmayı denedi. Fakat hiçbiri Zweig’in taşıdığı az bulunan yüreği taşımadığı için, bunu tam anlamıyla başaramadı. O nedenle ister okur ol ister yazar Stefan Zweig’i hak ettiği gibi okumak, dünyanın en önemli eylemlerindendir. Ama bugüne kadar ıskalayanlar, Çetin Altan’ın dediği gibi enseyi karartmasın. İnsan Zweig olarak doğmayabilir ama biraz çabalarsa Zweig’i anlayabilir; eğer işine geliyorsa…

Erdinç Akkoyunlu – edebiyathaber.net (5 Ağustos 2019)

Yorum yapın