Sözcüklerinizin rengi olmalı | Feridun Andaç

Kasım 19, 2019

Sözcüklerinizin rengi olmalı | Feridun Andaç

 “Hepimiz biçime, saf biçime döneceğiz…”

Hermann Hesse

Sesiniz, Sizin Sesiniz

Kuşların sesine dönüyorum zamanın sessizliğinde.

Günsüz, güneşsiz bir yerden bakıyorum hayata.

İyimser olmanız nafile!

Arsenikten ölümü hazırlanan bir tükenişin simgesi gibi anlatmıştı bize Flaubert. Oysa şimdi, hayatın içinden, en derininden yansıyor siyanürle nasıl/neden ölünebileceği.

Biri, geçip gittiğim yol boyunca karşıma çıkan tarlasında anızları yakıyordu. Nefeslenip konuştuğumda, “nadasa bırakmak iyidir, toprağın da dinlenmeye ihtiyacı var; ama bizimkileri kim doyuracak,” diye başlamıştı söze.

Sonrası, umutsuzluk nidası.

Onunla hayatın iki ucunda nasıl durduğumuzu anladım konuşmalarımız sonrasında. Toprağa sahip çıkmaktan, ona nasıl bakarsanız o da size öyle bakar demesinden ne anladığımı dillendirmem gerekmiyordu. Ama ayrılırken ona şunu demiştim:

“Yani Ustam, diyorsun ki; birini, bir şeyi, tuttuğun işi öyle sev ki, o da senin sevmen gibi sevmeyi öğrensin, verimkâr olsun!”

“Toprak öğretir,” sözünü aklımda tuttum yoluma devam ederken.

Evet, bizi başkalaştırır toprak. Jung, hayatının son demlerinde; “suya ve toprağa dönüşeceğiz sonra,” demişti.

Yanımdan ayırmadığım “Ağaçların Gizli Yaşamı”na ara ara göz atarken de sıklıkla karşıma çıkardı bu.

Şimdi altını çizdiğim bir satıra dönüyorum bir kır kahvesinde çayımı yudumlarken:

“Eğer bir ağacın sağlığı bozulursa, kendini savunma becerisi ile birlikte haberleşme becerisini de kaybetmesi muhtemeldir.”

Dönüp çevremdeki ağaçlara bakıyorum bir ânda. Sonra çalılara, dökülmüş yapraklara, çimenlere, toprağa… Akıp giden Riva Deresinin koygun sularına…

Bir puhu kuşunun sesi geliyor uzaktan. Görünmeyen, ama sesinin dalga dalga yayılışıyla ortalığı figana çeviren… Hatırlattığı ne diye döndüğümde, bir kitaba yansıyan genç ömrümün tutkulu bekleyişiydi…

Sizi Tanımadan Önce…

“Sizi tanımadan önce ıssızdım, çöldüm,” diye başlayan bir aşk mektubu yazabilirim. Ama böyle birine kavuşsam, yalnızca onun için kitaplar yazar, bir de ALFABE kurup onun için ansiklopedik bir sözlük hazırlamak isterdim.

Bunu derviş sabrıyla ömrünü yalnızlığının gölgesine vermiş dostuma anlattım geldiğim bu yerde.

“Unutmayın, hayatta hiçbir şey için geç değildir,” dedi bana.

Sonra, izlediğimiz bir filmi (“Mahana”) konuştuk onunla. Babasına öfkesini hatırlatan kahramanı karşısında görünce, buruklaşmıştı. Şu sözünü fısıldamıştı birden:

“Bazen durduğun yeri görmen için düşmen gerek… Madem ki o mektubu yazacağın biri çıktı karşına hiç düşünmeden git. Ama şu sözünü de aklında tut şairin: Ölmek daha kolaydır sevmekten!”

“Güneş Kastello’ya ulaşmış”

Rüzgârı önünüze alarak yaşadığınız olmuş mudur hiç?

Sesinizi o efiltilerin ıssızlığına katarak yol aldığınız…

Evet evet, kendinize bir patika açarken başka seslere yüzünüzü dönerek hayatı dört kol çengi karşıladığınız…

Bir yaz akşamı, gecenin uzun kollarındaydık, denizin iki kıyısında kucaklaşmışçasına söze durmuştuk.

Duygu yurdundaydık  üçümüz de; ve bir ay yüzlü kadın gönül çelengiyle uzaktan katılmıştı bize sesi, varlığıyla. O mektubun yazıldığı kadındı. İlk söze bununla başlamıştınız.

Gözlerinin için gülüyordu Veroniki’nin bu öyküyü dinledikçe. Ve ona hayranlıkla bakan genç adam adeta yurduna kavuşmuş gibiydi.

“Tarihten ve kimlik sanrılarından arınarak nasıl bakıyorsunuz yaşadığımız yurda,” demişti Veroniki.

İlk cümlem, “mağdurluk” üzerine olsa da; onun; “ o zaman kurban ve kazanan mı demeli,” uyarısı üzerine; biraz daha açmıştım düşüncemi.

Yaşadığımız bir yüzleşme değildi kuşkusuz; bir ânı paylaşmanın ötesinde, onun deyimiyle, “biz artık akrabaydık!”

Yüce duygular hep böyle oluşmaz mı?

Düşünce ve duygu akrabalıklarının yolunun taşlarını böyle döşemez miyiz?

Ona, “Kardeş Kavgası”nı okuduğun ilk gençlik yıllarından söz ettin, bir de şu “ruh eşi”ni arayışın öyküsünden…

Geceniz kapanırken, Veroniki ile Barış’ı Atina’ya yolcu ederken,  “El Greco’ya Mektuplar”dan ezberinde olan bölümü o beklenen mektubuna epigraf yapmayı defterine not etmiştin:
“Aletlerimi topluyorum: görme, duyma, tat alma, koku alma, dokunma, beyin… Artık akşam oldu, günlük iş bitiyor, tarlafaresi gibi evime, toprağıma dönüyorum. Çalışmaktan yorulduğum için değil, fakat güneş battığı için.” (Kazancakis)

Size Gözlerimi Versem!

Theodor Storm/”Immense”…

Nilgün (Yokeş Şimşek) söz edip duruyordu. Sonunda kitabı bulup verdi. Sabah yağmurlu havada okumaya başladım.

Duygu gözünü açıyordu insanın.

Etkilenmek için okuyorum, evet.

İfade biçimlerine, anlatım seyrine bakıyorum tek tek…

“Dışarıda hava oldukça kararmıştı. Temiz kış havasını ateşli alnında hissetti. Aydınlatılmış çam ağaçlarının parlak ışıkları yer yer pencerelerden süzülüyordu. Zaman zaman evlerden büyük ve teneke borazanların gürültüsü ve bu arada neşeli çocuk sesleri geliyordu.”

Anlatıcının algısı, görme biçimi önemli. Gözlem olmadan kurgusal yazı olmaz.

Pessoa, Sait Faik, Kafka

Onları buluşturan iklimden söz ettim bir seminerimde. Öyle ki; Lizbon’un Pessoa’sı, İstanbul’un Sait Faik’i, Prag’ın Kafka’sı çıktı karşımıza.

Bir kent olmadan yazarın anlatıcı aurasından söz edemeyiz.

Evet, yazar önce bir dildedir; ama dil de bir yerin kimliği/aidiyetinden doğar.

Söz Edilemeyen Aşk

Görmeden yaşanan, dokunmadan hissedilen aşk…

Bir yerde anlatılmayan, yazıya dökülebilen ancak, yani  sözcüklerinizin renginde kendini bulan, bulduran…

Ve gidilebilen aşk zamanını kendi yaratan, mekânını da varlığıyla hissettiren…

Yaşandıkça dönülemeyen ve asla ölmeyen.

Joyce, Roman Yazmayı Öğretmez!

Aynı cümleyi Oğuz Atay için de kurabilirim. Ama roman yazmak üzerine sizi düşündürebilir bu iki romancı da. Benzer şeyi bir Calvino, bir Canetti için de söyleyebilirim. Ama bir Stendhal’i, Flaubert’i, Balzac’ı, Dostoyevski ve Tolstoy’u, Henry James’i okursanız nasıl roman yazılabileceğini pekâlâ öğrenebilirsiniz.

Peki nedir bu Joyce, Atay okurluğu, okunurluğu?

Joyce çevirmeni dostum Nevzat Erkmen de “Ulysess”in bu denli kabul görmesi, alınmasına (o oranda okunduğunu o da sanmıyordu) şaşırmıştı gene de!

Merak ve moda!

Oğuz Atay’ı Hakan Günday’dan okuyup (!) keşfedenlere, üstüne üstlük Günday’a bakıp roman yazmaya çalışanlara da şaşmamak gerek!

Öyle çok da anlaşılırlığın, anlamın peşinde değildir o tür okurlar.

Anabel Abbs’ın “Joyce’un Kızı” romanı, bugün okumak isteyen/okumaya çalışanlar için, herhangi bir Joyce anlatısından daha iyi gelebilir onlara.

Kendinizi önce iyi roman okuru kılmak için her zaman doğru romanı/romancınızı keşfetmeniz gerekli.

edebiyathaber.net (19 Kasım 2019)

Yorum yapın